Uykusuz Klavye

Kabir Apartmanı

5 Ekim 2017

1.

Bugün öldürdü onu.

Kimsesiz bir köşe başında, sinsi adımlarını gölgesine saklayarak yaklaştı arkasından. İncecik kollarından sımsıkı kavrayıp çekiverdi bir apartman boşluğuna. Hayatında kötülükle ilk defa karşılaşmış birinin yaşadığı şaşkınlık ve korku vardı çocuğun gözlerinde. Ne yapmak istediğini anlamış gibi yalvarırcasına bakıyorlardı. Bir an yapacağı şey konusunda kuşkuya düşürdü o hiç dokunulmamış, kirletilmemiş bakışların çaresizliği. Bağırmasın diye bir elini ağzına kapattı. O güzel çocuk yüzüne hiç yakışmadı o kaba saba eller. Ne rengi uyuyordu ne şekli… Sinirlendi. Bir yumruk patlattı suratına. Aslında yüzüne zarar vermek istemiyordu ama nobranlığı öyle bir yerden ele vermişti ki kendini; artık nereye savrulacağının bir önemi yoktu. Bir alaca karanlığın kıyısında oturuyordu sanki. Sokağın sesi yoktu. Tek duyulan, etin ete vururken çıkarttığı o çirkin sesti. İşi bittiğinde ellerini gördü. İki yanda upuzun incecik kırılgan kollarının bitiminde öfke taşıyan ellerdi onlar. İnce parmakları sımsıkı avuç içine kapanmıştı. Sanki kirlenen masumiyetini sıkıyor gibiydi. Bütün pisliği aksın da avuç içleri gibi apak tortusu kalsın diye.

İlk defa kendi ellerine benzetti o ince zarif ellerin kirli, avuçları nefret dolmuş halini. Dünyadaki bütün çirkinlikler mutlak bir güzellikten doğuyor olmalıydı. Nefret sevgiden, kıskançlık teslimiyetten, sadakatsizlik güvenden, insan insandan…

İnsanı çirkinleştiren şey ruhu da kirletiyordu.

Yüzüne baktı. Yumruk attığı tarafın üstüne doğru yan yatırmıştı başını. Neden sonra bunun bir korunma içgüdüsü olduğu sonucuna vardı. Aptal şey! Halbuki hiç basılmamış kara basmak gibiydi içindeki şeytanın zaafı. Arzu ile arzunun tatmini arasında gelgitler yaşayan aklı bir yumruk daha at diye haykırıyordu içinde. Sesi çıkmayan bir tek oydu. Onca ağırlığın altında ezilmiş çocuk bedeni sessizce direniyordu. Dudaklarının kenarında müphem bir çizgi… Yenik, çaresiz… Sonra birden sıtmaya tutulmuş gibi titremeye, katıla katıla ağlamaya başladı. Bir eliyle yine bastırdı ağzına. Bu sefer sesi değil, nefesini kesmek istermiş gibi. Terk edilmiş binanın içinde yalnız olduklarını bilmesine rağmen, tedirgin olup etrafına bakındı panikle. Bir zamanlar kim bilir hangi hayatları ağırlayan şimdilerde ise kendi gibi it kopuğun kösnül hayatlarına mesken apartmanın nemli duvarları ıslak mezar gibi sarıyordu etrafını. Mezar… Evet orası bir mezardı. Kabir apartmanı. Masumiyetin, güvenin, çocukluğun öldürülüp gömüldüğü bir metfen.

Bu mezar benzetmesi aklına gelince hevesi, hayal kırıklığıyla karışık donuk bir öfkeye dönüştü. Kıvamlı bir panik yalayıp geçti içini. Üstünden kalkıp, oradan hızla uzaklaşmak istedi. Ama iliklerine sakız gibi yapışan o panik duygusu bunu yapmasına engel oldu. Apartmanın kırık dökük merdivenlerinden etrafa yayılmış bir taş parçasına takıldı gözü. Tek elle uzanamadı. Çocuğun yüzünde iki leke gibi kararmış ela gözlerini açıkta bırakan elini çekecekti mecburen. O anda ilk defa göz göze geldiler. Yangınlar vardı gözlerinde, aleve tutulmuş gibi bir kırmızılık. Kaşlarının arasına zamansız biçare çizgiler yerleşmişti.
İnsanı çirkinleştiren şey ruhu da kirletiyordu.

Sadece birkaç salise belki, sadece bir an elini çekip bütün vücuduyla uzandı taşa.
O an haykırdı ismini. Boynunda kınalı halesiyle bir üveyik havalandı çocuğun bakışlarından.

2.

Bugün karne günüydü.

Okulun son günü olduğu için serbest kıyafetle gitmelerine izin vermişti öğretmenler. Annesinin Salı pazarından aldığı pembe şortla, askılı bluzu giydi o da. Aslında her zaman olduğu gibi beyaz kapalı tişörtlerinden birini giyecekti, boynundaki doğum lekesinin gözükmesini istemiyordu çünkü. Ama dün akşam annesi köyde çocukken avladıkları üveyik kuşunun halesine benzediğini söyleyince hoşuna gitti bu benzetme. Tam çıkacakken Mehmet abisi girdi mutfağa. Hiç ısınamamıştı ona. Onu değil de kendisini okuttukları için babasına gücendiğini düşünüyordu. Halbuki Mümtaz babası haytalık ettiği için vermişti onu Kağıthane’deki atölyeye. Çalışsın, eli iş tutsun diye. Bakışlarında hep bir gariplik seziyordu. Annesine söyledi bir keresinde. Sana öyle gelmiştir dedi annesi.

Dışarı çıktığında İstanbul’un sıcak nemli havası asfaltı yamalanmış sokakta titrek, hayali oyunlar oynuyordu. Sokağın bu yaz kokan neşeli oyunlarına katılmasına saatler kalmıştı artık. Kafasında yaz boyu yapacaklarının heyecanı ile sabırsız adımlarını sıklaştırdı. İlk zil çalmadan önce okulda olmak ve okulun bahçesinde arkadaşlarıyla oynamak istiyordu. Yolu kısaltmak ve Tarlabaşı’na kestirmeden çıkmak için Kabir apartmanın olduğu köşeye döndü. O an hissetti arkasındaki kötücül, tekinsiz adımları. Ağabey demesine fırsat dahi vermeden nasırdan sertleşmiş elleri ile kollarından yakalayıp çekti onu terk edilmiş apartmanın kirli ve serin boşluğuna. Üvey ağabeyinin niye böyle bir şey yaptığını anlayamadı. Korkutup bırakacağını düşündü ilk. Babasına duyduğu öfkeyi ondan çıkaracaktı belki. İçinde telaşsız yeşeren korkuya yenilmeden, yapacağı şeyi bir an önce yapması için yalvarırcasına baktı gözlerine. Okula yetişmeliydi. Birden ağabeyi eliyle ağzına sımsıkı bastırdı. Diğer eliyle de ensesinden sıkıyordu. Başına gelecekleri anlamasına rağmen; hala bir umut, bana öyle gelmiştir diye düşündü. Sonra bir yumruk patladı yüzünde. Ağzında göveren kan tadıyla bir alaca karanlığın kıyısına vurmuştu sanki. Sokağın sesi yoktu. Oysa içini ezen yırtıcı sessizlik ölümü fısıldıyordu kulağına. Nedense karnesi geldi aklına o an. Hani ölüm anında hayat film şeridi gibi geçermiş ya, onun hayalleri geçti bir bir içinden.

İnsanı çirkinleştiren şey hayallerini de kirletiyor. Ölüydü artık onlar. Bir ölünün hayalleriydi.

Birden üşüme geldi. Üşümek ne kelime! Zangır zangır titriyordu. Ölüyorum dedi. Sonra içindeki sessizliği saldı apartmanın loş, serin ve kirli boşluğuna. Katıla katıla ağladı. Annesinin onsuz kalışına, arkasından yakacağı ağıtlara, dolduramayacağı yokluğuna ağladı. Eliyle bir mezar taşı gibi kapattı ağzını ağabeyi. Son bir gayretle üzerinden atmaya, kurtulmaya çalıştı. Yüzüne bastırdığı elini çeker gibi oldu. İnsafa geldi diye düşünüp başını kaldırdı. O an gördü koca bir taşa uzandığını. Çok geç olduğunu biliyordu ama yine de haykırdı ismini.

“Mehmet Abi!”
“Abi ne olur yapma!”

Beril Erem

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan