Uykusuz Klavye

Bir Ölünün Envanter Defteri

14 Aralık 2017

“İnsan en çok biriktirdikleriyle ölüyor.”

dedi. Yatak odasının kapısına yaslanmış, elindeki helvayı çatalıyla tırtıklıyordu. Sonra söylediğini beğenmemiş gibi gözlerini devirip, çatalıyla tabağın üstünde minik bir daire çizip, devam etti.

– Tabi biriktirdiklerinden kastım öyle mal mülk para değil. Gerçekleştirilmemiş hayaller, dışa vurulmamış öfkeler, tutulmamış sözler, gidilmemiş filmler, çıkılmamış tatillerden bahsediyorum.

– Pardon?

– Fotoğrafları diyorum. Dalgın dalgın onlara bakıyordun da anlamlı bir şeyler söylemek istedim. En sevdiğim yazarlardan birinin kitabında yazıyordu.

Dalgınlığıma böyle aniden üstelik teklifsiz daldığı için şaşırmıştım. Ne diyeceğimi bilemediğimden bir cenaze evinde sorulabilecek en makul soruyu sordum.

– Siz yakını mı oluyorsunuz Süreyya teyzenin?”

– Yani yakın sayılmazdık ama komşuyduk. Ben alt katta oturuyorum. Adım Nilgün.

Helva tabağını ve çatalı baş parmağı ile işaret parmağı arasındaki köşeye yerleştirip, elini uzattı.

– Memnun oldum. Ben de Ece.

– Ben de memnun oldum. Sen peki? Akrabası falansın herhalde Süreyya Hanım’ın, yatak odasında oturduğuna göre?

– Yok, hayır ben de yakın değildim, dedim gülerek. Ama annemle Süreyya teyze çocukluk arkadaşı. Ben küçükken çok görüşürlerdi, o zamanlardan hatırlıyorum biraz hayal meyal.

– A öyle mi? Senin de başın sağ olsun o zaman.

– Sağ ol.

Cenaze evinin ölü, yanık irmik kokan havası, zigon sehpalar, okunuyormuş gibi yapılan dua kitapları, gelene gidene göz süzerek çekilen tespihler, samimiyetten uzak klişe ifadelerle göze sokulmaya çalışılan yakınlıklar, bu ölüme çağıran dil, bu sıkıntılı mecburiyetler, hepsi öyle uzak ki bana. O yüzden annem salondaki kadınların yanında yerini almadan önce beni Süreyya teyzenin yatak odasına “Sen burada kal, sıkılırsın şimdi içeride.” diyerek sürüklediğinde bu ebeveyn bilmişliğine memnuniyetle teslim oldum. Bir cenaze evinde mecburiyetten bulunuyorsanız, kapağı atabileceğiniz en güzel oda rahmetlinin yatak odasıdır. Hele bir de tek başınıza orada bulunma ayrıcalığına erişmişseniz, şanslısınız. Ne yazık ki; benim bu şansım içeriye Nilgün’ün girmesiyle kaçtı. Neyse ki o gelmeden kısa da olsa etrafı incelemeye, yaşanmışlıkların izini sürmeye başlamıştım. Süreyya teyzenin siyah beyaz başlayan hayatı yıllar içinde renklenmiş ve şifonyerinin üstünü doldurmuştu. Bütün hayatı oradaydı sanki. Bazı fotoğrafları çerçevelemek yerine şifonyerin arkasındaki aynanın ahşabına sıkıştırmıştı.

– Ne garip değil mi? Daha birkaç gün önce bu odada, yatağına uzanmış, şu komodinin üzerindeki kitabı okuyordu belki.

Artık ayakta değil, yatağın tam karşı köşesindeki berjerde oturuyordu Nilgün. Gözleriyle komodini işaret etti. Baktım, gerçekten de bir kitap duruyor. Yataktan uzanıp adını okumaya çalıştım. Okuduğumda ise gözlerime inanamadım. Günter Grass’ın Kedi ve Fare adlı romanıydı bu. Annemin doğum günümde hediye ettiği kitap. Bir anda aklıma Süreyya teyzeye de kitabı annemin aynı gün alıp hediye etmiş olabileceği geldi. Tüm bunları hızlıca aklımdan geçirirken ve şaşkınlığımı da henüz üzerimden atamamışken; Nilgün üzerimden eğilip kitabı eline aldı.

– Yok artık! Günter Grass mı okuyormuş Süreyya Hanım?!

– Valla hem de senin dediğine göre birkaç gün önce.

Bu arada kitabın sayfalarını baş parmağıyla hızlıca çeviriyordu Nilgün. Sanki arasında bir şey arıyormuş gibi. Sonra ilgisini çekecek bir şey bulamadığı için bana uzattı kitabı.

– Ben hiç okumadım bu yazarı. Ama bundan birkaç yıl önce Santral İstanbul’da taş baskı ve gravür sergisi vardı. Çalıştığım şirket sponsorlardan biri olduğu için birkaç kez ziyaret etme fırsatı bulmuştum. Yazarlığını bilmem ama ben açıkçası çizimlerinden çok etkilenmiştim. Hele Andersen masallarını bir yazar olarak değil de yazar birikimi ile ama bir çizer olarak yorumlaması bence görülmeye değerdi. Sen gitmiş miydin o sergiye?

– Maalesef gidemedim. Ama haberim vardı. Sen SanEnerji’de çalışıyor olabilir misin? Çünkü çocukluk arkadaşlarımdan biri oranın kurumsal iletişiminde çalışıyor, ben de ondan duymuştum sergiyi.

– Valla bildin, evet aynen orada çalışıyorum. Kimmiş bakalım senin arkadaşın?

– Arda

– Ay, yok artık! Valla biraz daha konuşsak akraba çıkacağız derler ya, o hesap oldu bizimkisi de. Kızım Arda benim üniversiteden çok yakın arkadaşım. Onun sayesinde girdim ben de şirkete.

Tam o sırada yatak odasının kapısı açıldı ve içeriye elinde helva tepsisi ile biri girdi. Arkasında da başka biri karton bardakta çayları taşıyordu.

– Abla bırakalım mı size de?

diye sordu öndeki. Nilgün atıldı hemen.

– Yok benim içim şişti helvadan valla. Sen bana şu şifonyerin üstüne bir çay bıraksana güzelim.

– Sana da bırakayım mı abla?

Başımı hayır anlamında salladım. Çayından bir yudum aldıktan sonra sigara içmek için yatak odasının penceresini açtı. Etrafına bakındı biraz. Ben elimdeki kitapla ilgileniyormuş gibi yapıp aslında onu izliyordum. İlginç bir kadındı Nilgün. Sahip olduğu özgüven, bu rahatlık doğrusu kıskanılacak boyuttaydı.

“Hay Allahım ya!” diye söylendi.

– Ne oldu?

Elinde sedef bir opera dürbünü tutuyordu.

– Yani bunca gereksiz eşya arasında, neden en gerekeni bulunmaz? Mesela bir kül tablası?

Güldüm.

– Erkekler konusunda da aynı durum söz konusu.

– Anlamadım. Nasıl yani?

– Yani böyle işte. Dünyada haddinden fazla erkek var ama en gerekeni yok.

Bir gönül yarası olduğu belliydi ama benim bu konuları şu anda dinleyecek kadar yapıcı bir enerjim yoktu. Aklımda bunu sonra konuşulacaklar listesine kaydedip susmayı tercih ettim. O da zaten şifonyerdeki fotoğraflara dalmış gibiydi. Bir odanın içinde iki sessizliktik. Sonra yine o bozdu bu kendi halindeliği.

– Aaaaa! Bak ne buldum burada?

Elinde bir anahtar tutuyordu.

– Ne ki o?

– Canım anahtar işte. Dantelin altından çıktı.

Bir kaşını havaya kaldırmış, muzip gülümsüyordu. Ne yapacağını anlamıştım ama anlamamazlığa gelmeye çalışıyordum çünkü yakalanırsak rezil olurduk. Üstelik ev, saat ilerledikçe iyice halka açık hale gelmişti. Odanın dışında epey bir kalabalık olduğu seslerden anlaşılıyordu. Sanırım hiç kimse merhumenin yatak odası olduğu için saygısızlık edip buraya girmek istemiyordu. Ama eninde sonunda içerden biri ve bu muhtemelen annem olur, ayakta kalan kadınlardan tanıdık olanları buraya, yatak odasına yönlendirirdi. O yüzden Nilgün’ün bu çocukça planına katılma niyetinde değildim. Üstelik, daha yeni tanıdığı birine böyle ahlaksız bir teklifi yapmasına da şaşırmıştım. Yoksa beni mi deniyor bu? diye düşündüm. Aklımı okumuş gibi devam etti.

– Kabul ediyorum yeni tanışmış olabiliriz ama ne bileyim sanki seni uzun zamandır tanıyormuşum gibi yakın hissettim. Bir de Süreyya Hanım hep çok gizemli gelirdi bana. Pek konuşkan bir kadın değildi, belki biliyorsundur. O yüzden bunu merak giderici küçük bir macera olarak kayıtlara alsak? Söz bak aramızda kalacak bunlar.

– Yok artık. Bir ölünün kilitli çekmecesini karıştıracağız. Bunu nasıl ve kime anlatırsın ki zaten?

– Ay bak karıştıracağız dedin. Tamam diyorsun yani?

Aslında içten içe o anahtarı ait olduğu kilide sokup, bunca zamandır bir tek Süreyya teyzenin gözlerine hizmet etmiş gizli hazineyi ben de görmek için yanıp tutuşuyordum. Ama annemin her an içeriye girip beni çekmece karıştırırken görmesi ihtimalinden de korkuyordum. O yüzden çekmeceye teker teker bakmaya karar verdik. Birimiz bakarken, diğerimiz kapıda gözcülük yapacaktı. İlk olarak Nilgün, anahtarı şifonyerin en üst kısmında daha dar ve anahtar kilidi olan çekmecenin kilidine soktu. Kilit döndü. Ve çekmece açıldı. Sesleri duyabiliyordum ama gözcülük yaptığım için başımı çevirip bakamıyordum.

– A aaa? E burada sadece bir ajanda var, o kadar. Ben de aşk mektubu falan bekliyordum, ne yalan söyleyeyim. Biraz hayal kırıklığına uğradım. Gel, hadi sen bak şimdi istiyorsan ama bu ajandada pek bir şey yazmıyor. Dur hatta ben getireyim sana. Okuduğu kitapları not etmiş galiba sırayla.

Nilgün yanıma kadar gelip ajandayı tutuşturdu elime. Sonra gidip çekmeceyi kapattı ve yatağa oturdu. Eliyle yatağı iki kere pat patlayıp yanına çağırdı. Beraber yatağın üstünde ajandayı açıp okumaya başladık. Siyah sert kapaklı, eski Ece ajandalarındandı. İlk sayfasında Süreyya teyzenin adı ve Fikret Sencer isimli bir adamın adı yazıyordu. İki ismin altına da tarih olarak 1976 tarihi not düşülmüştü. Fikret Sencer ismini bir yerde duymuştum sanki ama hafızam beni hep yanıltırdı, o yüzden bunu Nilgün’e söylememeye karar verdim ve sayfayı çevirip okumaya devam ettik. Bir sonraki sayfada yine bir tarih ve altında da üstü çizili bir sürü isim ve telefon numarası vardı. İsimlerden sadece birinin üstü çizilmemişti ve o da anneminkiydi. Ama bunu da Nilgün’e söylemedim. Zaten sıkıldığı için cep telefonu ile oynamaya başlamıştı. Bir süre sonra da yanımdan kalkıp, pencerenin önüne sigara içmeye gitti. Bense annemin ismini gördükten sonra sayfaları daha büyük bir merak ve heyecanla çevirmeye başladım. Annemin hiç bilmediğim, babamdan azade bir hayat yaşadığı zamanlardan kalma gizli bir aşk hikayesini bulmayı umuyordum. Ancak orta sayfalara kadar genelde doktor randevuları, aylık boy-kilo tabloları vardı. Birden jeton düştü.

– Aaaa Süreyya teyze hamileymiş!

Nilgün şaşkınlıktan sigara dumanını yutmuştu ve şimdi deli gibi öksürüyordu. Bir taraftan da “Nasıl ya? Nasıl ya?” deyip duruyordu.

– Yahu hemen heyecan yapma. Yeni bir şey değil, baksana tarihe, yetmiş dokuzda.

– Kızım söylesene baştan! Kafamı taşlara vuracaktım valla!

– Ya pardon, pardon! Ben asıl şok oldum çünkü bildiğim kadarı ile Süreyya teyze hiç evlenmemişti. Ama çocuğu da yok. Demek ki aldırdılar çocuğu.

İşte sonradan konuşulacaklar listesine anne hashtag’iyle eklenecek bir konu daha. Nilgün pencereyi kapatıp yanıma geldi tekrar. Bir sonraki sayfada işler daha ilginç bir hal alıyordu çünkü sayfaya atılan tarih benim doğum günümdü. 15 Şubat 1980. Altında bebek alışveriş listesine benzer bir liste. Belki de alınanların listesiydi. Bilmiyordum. Ama bu tarihin bu defterde yazılı olmasının benimle ilgili olabileceği şüphesi gelip yerleşmişti içime. Bundan sonraki bütün sayfalara bu ilişkiyi teyit etmek istercesine daha fazla detay, ipucu bulabilmek için bakıyordum. Gerçekten de ismim neredeyse artık bütün sayfalardaydı. Artık ajandanın markasının bile tesadüf olarak değil, bilerek ve isteyerek seçildiğini, ismimin bu ajanda alınmadan ve hatta ben daha ortada dahi yokken konulduğunu düşünüyordum. Yine de anlam veremiyordum. Benimle ilgili bunca detay neden Süreyya teyzenin ajandasındaydı?

Derken bir kitap listesinin olduğu sayfaya geldik. Burada da yine benimle ilgili bir tarih vardı. On sekizinci yaş günüm. Nilgün artık daha ilgili bakmaya başlamıştı sayfalara. Bir gariplik olduğunun o da farkındaydı. Her satıra bir yazarın ve karşısına da kitabının ismi yazılmıştı. Aynı bir envanter gibi. İlk sırada Gündüz Vassaf, Şeytana Övgü. İkinci sıra; Dostoyevski, Suç ve Ceza-bunun üzeri kırmızı tükenmezle çizilmiş-, sonra onun altına Vedat Türkali, Güven vardı.

– Aman yarabbim!

– Ne oldu?”

Olabilir miydi böyle bir şey? Yok, olamazdı. Böyle şeyler filmlerde, kitaplarda olurdu çünkü. Nilgün’e ne söyleyeceğimi bilmiyordum ama benim dışımda bir kişinin daha bu sayfalara bakıp aynı şeyleri görüp görmediğini bana söylemesi gerekiyordu. O nedenle ona kafamdan geçenleri anlatmaya başladım.

“İnanmıyorum ya” dedi Nilgün ilk. Sonra anlattıklarımı teyit etmek için sayfalarda yazılı isimlere, liste içeriklerine ve sayfa başlarına atılmış tarihlere baktı.

– Evet haklıymışsın. Valla aynen bunlar yazıyor.

– Hadi diyelim ki bebekliğini hatırlayamazsın, yani ilk bölümdeki listenin seninle alakalı olup olmadığını bilemeyiz ama kitaplar annenin sana on sekizinci yaş gününden itibaren hediye ettiğini söylediğin kitaplarla bire bir eşleşiyor. Valla acayip bir durum Ece, ne diyeyim. Senin edebiyat gustonu resmen Süreyya teyzen oluşturmuş. İyi de yapmış hani.

İlk anda şok yerine oturmaz ya hani. Yaşanılanların gerçek olduğunu bilirsin de bir cinnet arifesinde olduğu gibi sessiz, hissiz, eylemsiz kalırsın. Öyleydim ben de. Gözlerimin ardında kötürüm bir ağrı, ne yapacağını bilmeyen. Gülsem mi, ağlasam mı yoksa meydan mı okusam? Bütün geçmişim, yirmi beş yıllık hayatım balık istifi yüklenmişti zihnime. Hangi tarafından, hangi anından tutsam elimde kalıyor, sağrısı yaralı bir at gibi duvarlarıma çarpıp duruyordu. Demek bu yüzdendi; anneme yazdığı notlarla ilgili soru sorduğumda anlamaması. Gelen her kitabın içinde bana özel yazılmış notları. Aynı bir kriptoyu çözer gibi sabırla kitabı okuyup şifreli cümleyi bulduğumda ve sevinçle yanına gittiğimde yüzüme garip garip bakması. Hepsi bir oyunun parçası sanıyordum. Her şey şu anda yerine oturuyordu. Bir sürü boşluk, şimdi doluyordu.

Yatak odasının kapısı açıldı sonra birden. Kapıda annem bildiğim kadın, yanındaki iki kadını içeriye buyur ediyordu. Yataktan fırlayıp dışarı ittirdim üçünü de -çok fenayım, tansiyonum düştü, yatacağım biraz burada- dedim kapıyı üstlerine kapatırken. Nilgün şaşırdı. Dışarıdan üçünün de sesi geliyordu, manyak diyorlardı, terbiyesiz, cenaze evinde olacak iş miymiş, kusura bakmasınlarmış, sizi böyle salona alsınlarmış, helva da koysunlarmış ayrı bir pakete, evdekilere götürsünlermiş.

– Kızım harbiden deliymişsin sen! A Aaa? Dur bakayım, bak bir bana. İyi değilsin sen cidden. Neyin var Ece? Ne oldu birden?

Zangır zangır titreyen bedenimi sanki defalarca sarıp sarmalamış gibi özenle yatırdı yatağa Nilgün. Birden tuhaf bir öksüzlük çöktü içime. Omurgam bükülüp karnıma saplandı. Burnumun direği sızladı ve haykıra haykıra ağlamaya başladım. Ağlamak mıydı bu? Değildi. Yüzüm gözyaşlarımı kusuyordu avuçlarıma. Avuçlarımda tuz kokusu… Çizgilerime kadar özlem dolu. Öyle kıvamlı, öyle dayanılmaz ve öyle dönüşsüz.

Beril Erem

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Ilgın Cenkçiler 14 Aralık 2017 at 22:44

    Yine bir solukta okudum 💫💫💫

  • Yanıtla Beril Erem 15 Aralık 2017 at 11:34

    ☺️çok teşekkürler, duyduğum en güzel yorum🙈💕

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan