Uykusuz Klavye

Kapımda Ayrılık Var – 3

19 Nisan 2018

Yenik Kumandan Savaş Alanını Geziyor

4. GÜN | Yenik Kumandan Savaş Alanını Geziyor

Aşk,
Ah aşk…
Kalbimden içeri, en derinlerimdeki aşk.
Sevdiğimin gözlerinde,
Her şeyi zamansız yenik bırakan aşk.
Kadınlığım ya da erkekliğim neye yarar?
Sen olmasan aşk.
Aşk,
Ah aşk…

Saat yedi.

Gözlerimde inanılmaz bir ağrı ile uyandım. Üstelik o kadar yenik, o kadar bitkinim ki, kolumu bile kaldıramıyorum. Bu halde işe gitmem imkânsız. Zaten ne giyinecek ne saçımı tarayacak ne de aynadaki bu korkunç suratı toplamaya yetecek enerjim var. Şirketi arayıp hasta olduğumu ve evden çalışacağımı söyleyeceğim.

Bilgisayarımı açıyorum.

Bu arada ev hala aynı durumda. Orta sehpanın üzerinde malum akşamdan kalma rakı bardakları, dünden kalma şarap kadehi ve şarap şişesi, boş sigara paketleri, ağzına kadar dolu kül tablası, mutfakta dayanılmaz bir koku, duvarda kırgın sesim, koltukta onun hayaleti var.

Yatak odası iki gündür savaş alanına dönmüş durumda. Yastıklar yerde, yatak dağınık, kıyafetler ortalıkta ve yatağın içi tomar halinde buruşturulmuş kağıt mendille dolu.

Kendimi savaş sonrası muharebe meydanını gezen yenik kumandan gibi hissediyorum. Zararın büyüklüğünü ölçmeye çalışır gibi bütün evi geziyorum. Gezerken de şaşıyorum kendime. Ben ki; tam bir temizlik ve düzen hastası, mutfakta iki bardak görsem huzursuz olurum ya da orta sehpanın üzerinde bir damla su lekesi beni çileden çıkarır; oysa şimdi bu durumu sadece seyretmekle yetiniyorum hem de hiçbir rahatsızlık duymadan.

Dünkü halimden eylemsizlik anlamında pek bir fark yok. Allahtan bugün ağlayarak uyanmadım. Zaten o kadar gözyaşına gözpınarlarım kurumuştur artık. Salondaki masaya oturdum, bilgisayarımın başına. Şirkete bağlanıp, maillerimi okursam kafam dağılır dedim. Posta kutumdaki ilk mail ondan gelmiş. Aman ne iyi!

İşte başlıyoruz yine!

Bir ismi görmenin, alfabedeki tek bir harfin bile göz yaşlarımı böylesine harekete geçireceğine asla inanmazdım. Sihir gibi. Ya da kara büyü! İsmi görmemle yine o kontrolsüz ağlama krizine girdiğim an arasında saniye bile yoktu.

Yazdıkları genel bir iş mevzusu, son derece ciddi, en ufak bir duygu kırıntısından uzak ve soğuk. Yazdıklarını belki yirmi defa okudum, her yeni başlangıç benim daha fazla ağlamama sebep oldu sadece. Kısa bir cevap yazıp, kapattım bilgisayarı.

Canım kırmızı koltuğum, kollarını açmış beni içine doğru çekmeye başladı bile. Bu ağlama krizleri artık bir ritüele dönüştü sanki. İki gündür hem ağlıyorum, hem de yüksek sesle yakarıyorum beni yaratana.

Aşk… Ah o bitişleri can acıtan aşk! Bende devam eden, bedenimi, ruhumu kemiren ah o aşk! Karşılığı yok, bundan dolayıdır ki; bedeli çok ağır olan aşk…

O da onun ilahi eseri değil mi? Kimseyi suçlamıyorum, çünkü asıl suçlu benim. Benim cezalandırılmaya bir itirazım yok. Yaşadıklarımın bedeli bu. Ne zaman biteceğini bilmediğim öyle derin bir sızı ki bu hissettiğim; başka hiçbir şey ile karşılaştırılamaz. Ancak yaşayanlar anlar bu acıyı. Evet, canım acıyor, yanıyor, etimden et kopuyor gibi, içim tükeniyor, bitiyorum. Karnımdan göğsüme kadar yanan kocaman bir yumru var içimde.

Kahpe yumru!

Aşkın doruk noktalarında, ilk anların, ilk dokunuşların, her şeyin ilklerinin yaşandığı o zamanlarda beni inanılmaz mutlu eden, karnımda kelebeklerin uçuştuğunu hissettiren, sürekli gülmeme neden olan o yumru. Şimdi içimden çıkarıp atmak istediğim kötü huylu bir tümör gibi canımı acıtıyor.

Ağlamaktan öyle yoruldum ki; gözlerim ağırlaştı.

Öğleden sonra telefonun sesi ile uyandım. Arayan annemdi. Merak etmiş. İçimdeki yumru büyümüş gibi, söylesem mi acaba bunu diye düşünüyorum ama sadece iyi olduğumu söyleyip kapatıyorum telefonu. İzmir’deymiş. Bilmem kimlerin Urla’daki üzüm bağlarını gezmeye gitmişler. Kiminle diye sormadım. Umurumda değil. Yine de çıkardı ağzındaki baklayı. Aziz’leymiş. Tanısam çok severmişim. O beni tanısa sever mi anne? En çok benim sevilmeye ihtiyacım var. Senin, babamın bana vermediğiniz sevgiyi Aziz verebilir mi?

Yaman düşüyor aklıma yine. İfadesiz yüzü, dertsiz tasasız hali, sevgisiz cümleleri, aşksız bakan gözleri… Dayanamayıp ağlamaya başlıyorum ama bu sefer daha sessiz. Gırtlağımdan iki gündür çıkan o garip boğuk ses yok. Ağlarken yakarmalarım devam ediyor, söyleyeceğim ne kadar çok şey varmış meğer.

Ayşegül’e göre beni seven ve bu yüzden cezalandıran Tanrı’dan yardım dilemeye karar verdim bugün.

Kim bilir eşref saatindeyse belki duyar beni diye. Kurtuluşum ile ilgili onlarca senaryo arasından ilk aklıma gelenleri dilemeye başladım, mesela; sayısal lotodan büyük ikramiyenin çıkması, şirketten istifa etmem, başka bir ülkeye yerleşmem, o talihsiz gün ve öncesini tamamen silmem, ilk görüşte başka birine aşık olup sonsuza kadar mutlu yaşamam, benim mutluluğumu görüp onun pişman olması, neler kaybettiğini görmesi, kafasını duvarlara vurması gibi… Sonra içimdeki öfke artmaya ve içimdeki o yumruyu sarmaya başladığında yakarışlarım yön değiştirerek, sadece onunla ilgili temenniler haline dönüşmeye başladı. Mesela geceleri gözüne uyku girmemesi, içine benimkinden daha büyük bir yumrunun oturması, nereye gitse o yumrunun da beraberinde gitmesi, bundan hiç kurtulamaması, hatta biraz daha kötüleri… İçime şeytan girmiş gibi. Ama ölmesini dileyemedim. Çocukluğumu, gençliğimi ışığında geçirdiğimi fark etmediğim o adamın ölmesini dileyemedim bir türlü. Halbuki o öldürdü. Beni herkese karşı iyi yapan vicdanımın adaletine tüküreyim!

Hala duvara bakıp konuşuyorum. Konuştuğum duvarın köşesinde duruyor güller. Acaba o yüzden mi o duvarı seçtim konuşmak için diye düşünüyorum. Neden ve nasıl bilmiyorum ama yorulduğumu hissedip, tekrar gözlerimi kapatıyorum. Ağlamak da kalori yaktırıyor mu acaba?

Akşam uyandım.

Ta ta ta taa! Yumru giderek büyüyor. Canım sanki dünden daha fazla yanıyor. Artık neredeyse bu kadar ağlamamın sebebinin ayrılık acısı değil de canımın yanmasından kaynaklandığını düşüneceğim.

Ağzımda da garip bir tat var, daha doğrusu tatsızlık. Normal tabi. O malum akşamdan beri hiçbir şey yemedim. Açlık da hissetmiyorum ama kendimi biraz zorlamam gerek.

Üstüme artık yapışan battaniyemle kalkıp mutfağa gidiyorum ama mutfağa gittiğimde tekrar vefalı kırmızı koltuğuma geri dönmem bir oluyor. Mutfak kokuyor hem de dayanılmaz bir şekilde kokuyor. Apartman aralığına bakan pencerenin açık olması da işe yaramamış. Koku bir türlü gitmiyor. Pencerenin ardından karşı komşunun siluetini görüyorum. Beni fark edince kafasını uzatıp gülümsüyor. Hemen uzaklaşıyorum pencerenin önünden. Komşuculuk oynayacak havamda değilim.

“Aslında birileri ile konuşsan hiç fena olmaz. İyi hissedersin belki.”

“Konuşuyorum ya.”

“Böyle olmaz ama. Gerçek birileri ile konuşmalısın.”

Bu da oldu işte. Yaman’ın sesini bastırmak için kafamda başka sesler yaratıyorum. Gidenin gittiğini idrak edemeyen kalbim, beynimde kurnaz oyunlar kuruyor. Kendimi zar zor koltuğuma atıyorum tekrar.

Mutfaktaki kokudan göz pınarlarım da etkilenmiş olmalı ki; ağlamam kesildi. Bu güller sinirimi bozmaya başladı. En sonunda yapıyorum. Yerimden kalkıyorum, vazoyu alıyorum ve balkona çıkarıyorum. Yapabildiğim sadece bu. Onları vazodan çıkarıp çöpe atacak, sonra vazonun suyunu boşaltıp kurulayacak halim yok. Ama bu kadarı da yeter, en azından artık gülleri görmeyeceğim.

Bir ağlama krizi daha geliyor.

Sanırım buna artık dayanamayacağım çünkü artık tik halini almaya başladı. Hıçkırık gibi ya da göz seğirmesi gibi insanın kontrolünde olmayan durumlardan hep nefret etmişimdir. Ne zaman nerede gelecekleri belli olmaz çünkü.

Televizyonu açıyorum, saçma sapan programlara takılıp kafamı dağıtmak amacım ama sanki bütün kanallar aralarında gizli bir sözleşme yapmış gibi onu hatırlatan ne varsa ekrandan bana sırıtıyor. Sanki unutmamam ve daha fazla acı çekmem için iş birliği yapmışlar gibi.

Şimdi daha da fena ağlıyorum.

Kimse beni sevmiyor, tüm kâinat bana karşı, Tanrı bile benden nefret ediyor, istediğim hiçbir şey olmuyor. Birden beynimde bir soru yanıp sönmeye başlıyor.

“Birisi bana büyü yapmış olabilir mi acaba?” diye düşünüyorum.

“Bu kadar talihsizlik ancak büyü yapıldıysa gelir bir insanın başına” diye yüksek sesle cevaplıyorum kendi sorumu. Ne de olsa kendi kendime konuşmak adet oldu artık.

Bilgisayarı açıyorum tekrar, internette büyü ile ilgili ne varsa okumaya başlıyorum. Büyüden kurtulmak için bir sürü yol var, ben hangisini uygulayacağımı bilmiyorum. Aslında bana büyü yapılmış mı, yapılmamış mı, bunun onaylanmasına ihtiyacım var.

“Bununla ilgili uzman bir kurum var mıdır peki?”

“Kim onaylayacak benimle ilgili durumu?”

“Hem sonra bu nasıl anlaşılır ki?”

“Nasıl inanacağım büyülendiğime?”

Kafamda bir sürü soru uçuşuyor. Hiç bilmezdim bu sektörün bu kadar geliştiğini. Bir sürü medyum hoca var internette girdiğim sayfalarda. Hepsinin de kendine ait bir internet sayfası.

Sanırım ben kendi kendine telkin ve meditasyon yöntemini seçeceğim. Hem kendi kendime bir şeyler yapmaya artık alışmam gerekiyor. En güzel meditasyon dua etmek diye düşünüyorum. Gerçi çok fazla bildiğim dua yok ama öğrenmek için geç kalmış sayılmam.

Kitaplığımdaki birbiri ile alakasız bir sürü kitap arasından ihtiyacıma cevap verebilecek kitabı çekip çıkardım. Yıldızname. İçinde bir sürü dua var, Türkçe anlamları da yazılmış ama ben Arapça olanları okumayı tercih ediyorum. Hep yazarlar ya, dualar yüksek sesle okunduğunda evrene bir enerji yayarmış ve duayı okuyan insan da bu enerjiden beslenirmiş. O yüzden biraz zor olsa da fazla uzun olmayan duayı okumaya başladım. Bunu yüksek sesle gözlerimi kapatıp ve kucağıma bir yastık alıp, onu göğsüme doğru bastırarak okumaya başladım.

Gözlerimi kapatmam sadece anneannemden dua okurken öyle gördüğüm içindi ama yastığı kucağıma almam tamamen bir içgüdüydü. Ve işe yaradı. Yastığı göğsüme bastırdığımda içimdeki yumrunun verdiği acı yok oldu. Aynı bypass ameliyatı geçiren hastalarının ameliyattan sonra bir süre yastıkla dolaşmaları, öksürecekleri zaman bu yastığı göğüslerine bastırmaları gibi ben de yastığı dua boyunca göğsümde tuttum. Benim dayanağım, o anki kurtarıcım oldu o yastık.

Gözlerim yine ağırlaşmaya başladı

Bir süre daha kırmızı koltuğumda yaşamımı sürdürmek istediğimden, yatak odası yerine, yine koltuğa kıvrılıverdim ve anında derin bir uykuya daldım.

Devamı Haftaya…

>> Sonraki Bölüm

<< Önceki Bölüm

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan