Sentez

Çekmece – 2

9 Eylül 2018

Öykü Çekmece | Mektuplar

 

İndeks

Çekmece: Birinci Bölüm
Çekmece: İkinci Bölüm
Çekmece: Üçüncü Bölüm
Çekmece: Dördüncü Bölüm
Çekmece: Beşinci Bölüm

 
Gözüne çarpan neonlu ışıklar içinde üzerine uçuşan mektuplara uzanıyor, her adımında dizleri, ayakları, kolları açık kalan bir çekmeceye çarpıyor, kan revan içinde çırpınarak mektupları yakalamaya çalışıyordu Sude.

Ter içinde uykusundan gözünü açtığında bütün bedeni ağrı içindeydi. Önünde açık kalmış çekmece, çevreye dağılmış mektuplar, lambaderden yayılan ışık içinde minder üzerinde kıvrılarak uykuya dalmıştı. Düşünceleri, hatıraları, duygu karmaşası içinde uykuya dalıp gitmişti oturduğu yerde. Uygunsuz uyku yeri seçimi, başının arkasından kendini gösteren ağrı, uyku ile uyanıklık arasında gördüğü rüyanın da etkisiyle doğrulup açık kalmış çekmeceyi kapattı.

​Sude dışarıdaki çekmeceyi kapatınca, içindeki çekmecelerin de kapanacağını sanmış, beynindeki odalarda yanıp sönen ışıklar duracak zannetmişti ama öyle olmadı.

Okuduğu her mektup bir çekmeceyi açmış, her çekemce de bir odanın kapısını aralamıştı. Tamamıyla yüzleşmeden hiç bir çekmeceyi kapatamayacağının farkında değildi Sude. Titizlikle kurduğu hayatında her şey bir kural dahilinde yerini alıyor. Herhangi bir sözleşmeye bağlı olmadan Tanrı ile kurduğu anlaşmaya sadık kalmaya çalışıyordu. Sürprizlerin insanı olmamıştı hiç, ani kararla adım atmamış, bütün değerlendirmeleri yapıp, hayatının kontrolünü Tanrıyla arasındaki anlaşma dâhilinde kendi ellerinde olduğuna inanıyordu.

​Kontrolü dışında gelişen olayların farkında değildi Sude. Sandığının aksine Tanrı hiç bir anlaşma yapmamıştı kendiyle. Sude’nin kendini kandırarak sırça camdan kurulu hayatını yaşamasını belki yukarılarda bir yerlerde gülümseyerek izliyordu. Yanılgıların en büyüğü, kendi kurduğun hayatı yaşadığını sanmaktı oysa!

​Etrafa saçılmış mektuplara göz gezdirdi Sude. Uykusu dağılmıştı, içine girdiği ruh halinden çıkmadan devam etmek istedi mektuplara. Önce bir kahve yaptı kendine. Mutfaktan odaya gelene kadar kahvenin kokusu zihnini açmaya başlamıştı. ​Koltuğun üzerindeki el örgüsü haki yeşil şalını omuzlarına aldı, içindeki yeni bir çekmeceye uzanmadan evvel minderine yerleşti.

Saçılmış mektuplardan birine uzanarak okumaya başladı yeniden.

“Güneşi özledim. Yakıcı ısınının altında her bir zerremden fışkıran tere bile razıyım. İçimdeki kasveti, havanın kapalı olması tetikliyor gibime geliyor. Birçok gencin yaşamak için çok şeyden vazgeçeceği bir hayatın içindeyim. “Her nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir” özdeyişiyle yaşıyorum. Odamın duvarlarına, dersliğin panosuna, okulun girişine, hatta şehrin reklam panolarına bile asmak istiyorum bu deyişi. Saçmalama tonlamanı duyabiliyorum şimdi. Sensiz çok yalnızım Sude, keşke bir süreliğine gelsen.”

“Her aya bir renk vermeye karar verdim. Senin renginle başlıyorum ‘yeşil’. O ay içinde sana yazarken kalemimin rengi de o olacak. Bu renk de nerden çıktı deme diye açıklıyorum. Mektubun yeşil olmasının sebebi sensin.”

“Çokça yenilikler içindeyiz. Yeni çevre, yeni insanlar, kendi adıma yeni bir ülke, yeni bir dil. Her şeyin yeniliklerle gelmesi başlarda küçük de olsa bir heyecanlanmaya sebep oluştursa da, zamanla alışmanın etkisiyle belki de hep böyleymiş hissi yaşatıyor. Sanki yıllardır her sabah selamlaşıyorum o manavla, ya da kafedeki o garson kızı yıllardır tanıyorum. İnsan kendini hayatın akışına bırakınca her şey çok hızlı yolunu buluyor. Direnemiyorum artık bu akışın gücüne. Önüne katıldım, gidiyorum. Sakın sensizliğe alıştığım gibi bir algı oluşmasın sözlerimden. Sensizlik değil alıştığım, sensiz de yaşanabilir bir dünya mümkün elbet, bensiz olduğu gibi. Asıl mesele, sen yokken yaşamı yaşanılır kılabilmek adına alışmak. Yenilik demişken, yeni bir yıl başlıyor. Umutluyum bu yıldan, belki birlikte gireriz ne dersin?”

“İnsanın ruhu da sabit midir, bedeni gibi? Beden çakılıp kalmıştır bir odaya, bir şehre, bir ülkeye. Peki ya ruh! O gezgin olamaz mı? Hayallere sarılıp başka bir anda bulamaz mı kendini? Ruh; bir fikrin peşinde, bir müziğin, belki bir kentin, belki bir kitabın satır aralarında, belki bir müzede, belki de bir resimde yolculuğa çıkıyordur. Hayalperestlik değil bu dediğim. Gerçeklere hiç olmadığım kadar tutkunum. Düşünmeye çalışsana dediklerimi. Sen mesela; karla karışık yağmur yağarken elinde şemsiyen rıhtımda geçen gemileri izlerken tam da o rıhtımda bedeninle varsın. Peki ya ruhun nerede o anda? Düşüncelere dalmıyor musun, ruhun bedenini terk edip gökyüzüne çıkmıyor mu? Bulutlardan dökülen yağmurun kara dönüştüğü o anda olmayı düşlemiyor musun? Geminin içinde olup dalgaların çıkardığı sese kulak verirken? Karşından gelen adamın alın çizgisinin oluştuğu derin kederin anında? Ruh ile beden aynı kapanda sıkışıp kaldığında başlıyor cehennem. Ruhunun da bir gölge gibi bedenine bağlı hareket ettiğinde özgürlüğünü kaybediyorsun.”

“Kızıyorsun bana! Oysa kızacağını hiç düşünmemiştim. Zihnimle oyunlar oynuyorum sadece, bu oyunlara seni de dâhil etmeye çalışıyorum. Tüm çabam bu! Farklı ülkelerde aynı hissi yaşarız belki. Seni sadece bedenen düşleyemiyorum ki ben. Anının içinde çevrende var olan her bir olayla bütünlüyorum. Gördüklerinin zihninde yarattığı düşünceye akmaya çalışıyorum. Zihninde oluşabilecek fikirlere bile sızmaya çalışıyorum. Varlığımızın en gizemli alanını anlamaya çalışıyorum. Ve sanırım bu tarz fikirleri sana yazmak bizi daha da yakınlaştırıyor diye düşünüyorum. Sen de benimle paylaşmaya çalış, düşlerini, bir çocuğun gözlerinde fark ettiğin masumiyetin hissettirdiklerini. Yağmurun saçlarından süzülen damlalarının sana hissettirdiklerini.”

“Sartre’yi kendi dilinden okumaya çalışmak inanılmaz bir deneyim. Kitaplarını yazarken yaşadığı şehrin sokaklarında dolaşmak da öyle. Onun gözüyle bakmak, düşünce şeklini yorumlamaya çalışmak. Yaşadığı kültürü anlamaya çalışmak. Bu gözlemlerden sonra okumalarım daha da anlam kazandı. Türkiye’de yaşayan edebiyatçıların yazdığı şehirlerde bulunmalı, o sokaklarda gezmeli, gerekirse konaklamalı hatta. Bunu yapalım Sude, okuduğumuz her bir eserin manası daha da derinleşecek inan bana. Hatta sen en yakınından başlayabilirsin Burgaz Ada’dan başlayıp Sait Faik’in ruhuna sızmaya çalışabilirsin. Lütfen yaşadığın deneyimleri yaz bana, tüm detaylarıyla.”

“Yaşadığım tecrübeleri seninle paylaşarak seni de teşvik etmeliyim Avrupa’ya gelmen için. Manş Tünelinin hala yapım aşamasında olması büyük talihsizlik oldu bizim için. Belki bir kaç yıl sonra açılacak, yokluğunu bildiğimizden bizler için çok daha önemli olacaktır. İngiltere’ye gitmeyi en çok da Oxford’u görmek için istedim. Orada hissettiklerimi ayrı bir mektupta anlatacağım. Bu mektubumun konusu yolculuk.

Öncelikle çok güzel dostluklar edindim. İngilizler sanılan aksine sıcak insanlar. Sadece kendi kuralları çerçevesinde diyalog kuruyorlar. Laubalilikten hoşlanmıyorlar bu da soğuk duruş olarak algılanıyor bence. Sende de bir İngilizlik sezinlemiyor değilim, söylemeden geçemeyeceğim. Almanlar gerçekten de çok dakik, kuralcı. Zamanı kullanma ustası olanlar onlar, İsviçrelilere atfedilen dakikliğin Almanlar için kullanılması daha uygun olur. Fransızlardan bahsetmiştim zaten sana. Fıkralarda bahsi geçen grup gibiydik sadece bir fazlamız vardı, biz iki Türktük. Çoklu dil karmaşası içinde Babiller’i örnek olarak ortak dilde konuşma kararı aldık. Hepimiz en rahat İngilizce konuşabiliyorduk. Birleşik Krallığa giderken de seçilecek an mantıklı dil İngilizce olurdu zaten.

Yolculuk süresince Fransız arkadaşımız geçtiğimiz yerlerin bilgisini paylaştı bizimle, Krallıkta da İngiliz olan. Geçtiğimiz kasabalardaki mimari yapı, doğanın mükemmelliği, şehirlerdeki kentleşme havası, köprüler, masal diyarında geziyor gibiydim. Yolculuğumuz o kadar verimli geçti ki bir sonraki gezi için plan yapmaya bile başladık. Belki yazın da İstanbul turu yapacağız.

Gezdiğimiz yerlerin kartpostallarını da ekledim sana, arkalarına aldığım notları okumayı unutma.”

Sude, mektuplardan başını kaldırıp çekmeceleri taradı gözleriyle.

Yerinden kalkıp önce plakların olduğu alana yöneldi. Selda Bağcan’ın sesi çağladı ‘o günler’ diye. Sonra çekmeceye yöneldi, kutuların içinden kartpostalların, fotoğrafların olduğu kutuyu çıkarttı. Aradığını hemen buldu. Elinde Big Ben saat kulesinin safran tonlarındaki kartpostalı vardı. Arkası çevirip notu okudu;

“Durduramadığımız tüm zamanlar adına, dünyadaki tüm saatleri durduralım mı?”
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Özge Can

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Tuğba Atar 10 Eylül 2018 at 17:48

    Merhaba Özge hanım, yazılarınızda ki betimlemeler ustaca, tebrik ederim… Bir sonraki yazınızı merakla bekliyorum.

    • Yanıtla Özge Can 20 Eylül 2018 at 10:03

      Teşekkür ederim Tuğba Hanım, onur duydum.

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan