Minerva'nın Baykuşu

Kriz Zamanları

22 Şubat 2019

Kriz Zamanları
Her zaman, fakat, bilhassa
Beni sevmediğini
Anladığım zamanlarda
Görmek isterim seni de
Annemin kucağından
Seyrettiğim insanlar gibi,
Küçüklüğümde…

– Orhan Veli Kanık

Uzun zaman oldu, artık kendime yorgunluk hakkı olarak tanıdığım haftada bir kadeh beyaz şarap haricinde alkol almıyorum. Ama bu beni eskisi gibi arkadaşlarımla hafta sonu dışarı çıkmaktan ve sosyalleşmekten alıkoyamıyor. Tempo aynı ama algı tamamen farklı anlayacağınız.

Herkesin çakır keyif ya da sarhoş olduğu bir ortamda ayık kafa takıldınız mı hiç? Belli bir süre için oldukça ilginç bir deneyim, tavsiye ederim. Bazı zamanlar oldukça eğlenceli olurken bazı zamanlar ise fena halde gerebiliyor sizi bu durum. Benim için de kimi akşamlar “Allah’ım bitsin bu çile” dedirtti, bazı akşamlar ise “sanırım ağzımı bir daha kapatamayacağım” dedirtecek kadar çok güldürdü. Ama son tahlilde çok acı bazı olguları fark etmemi sağladı.

İmaj Krizi

Öncelikle belli bir yaş aralığında (35-50 yaş arası), benzer eğitim düzeyi ve ortak politik görüşü olan bir grup için konuşuyorum. Bu özellikler dışında kalıp da üstüne alınmak isteyen olursa dert etmem. Yalnız sinir yapıp üstüme gelmemek şartıyla.

Gelelim bahse konu olgulara. Kısaca modern insan hallerine. Hepimiz malum sosyo-ekonomik şartlar dolayısıyla çok çalışmak, çok kazanmak ve doğru orantılı olarak da çok harcamak zorunda hissediyoruz kendimizi. Artık devir imaj devri. İlk intiba çok önemli. Bilinç altımıza kazınmışçasına aynı yerlerden alış veriş yapıp, aynı mekânlarda takılıyoruz. Birbirimize benzemek için verdiğimiz yarış nefesimizi kesiyor.

Biz kadınlar üzerindeki “yaşsız güzellik” baskısı anormal boyutlara ulaşmış durumda. Hepimiz aynı renk saçlara, aynı kalın kaşlara ve aynı dolgu dudaklara sahip olmak zorundaymışız gibi. Sosyal ve görsel medyada her gün aynı görüntü bombardımanına tutuluyoruz.

Hep aynı isimler üzerinden güzelliği tarif edip bizim bedenlerimizin ve kimliklerimizin sınırlarını belirliyorlar.

Misal her sabah gittiğim spor salonunda daha kargalar kahvaltı yapmamışken kaslı spor hocalarından biri gelip ekranlarda Victoria Secret’s yılbaşı özel programını açıyor. “Kardeşim yılbaşı geçeli neredeyse üç ay oldu. Şurada sağlıklı yaşamaya çalışan kendi halinde insanlarız. Sen neden her gün strese sokuyorsun bizi anlamıyorum ki ?” diye soramıyorsun. Sorsan o arkadaşın hacmi büyük içeriği ise tartışmalı kafasından geçecekleri ezberledik artık. Ya da “Canım kardeşim, bak burada senin hemcinslerinden daha çok bizler varız. Mümkünse bizim beğenilerimizi de göz önünde bulundursanız” diyemiyorsun.

Desen o kafadan geçecek olanlar yanlışlıkla dile gelir. Bu sefer de al başına bela. Malum “feminist” kelimesi bizim toplumumuzda neredeyse küfürle denk bir aşağılama olarak kullanılıyor. Bu arada söylediğim sadece erkekler için de geçerli değil. Ben feminizmi kocasına bir bardak çay götürmeye kadar indirgeyebilen “eğitimli” kadınlara dahi rastladım. Tabii tartışmayı derhal noktalayıp konuşma seviyesini “ne olacak bu çocukların eğitim hayatı?” adlı bilimsel düzeye çekmiştim. Yani kısacası biz kadınlar olarak sürekli bakımlı, fit, mümkünse botoxlu olmak ve de son trendleri sosyal medya üzerinden sürekli takip ederek gelen güncellemeleri düzenli aralıklarla bünyeye indirmekle sorumluyuz.

Bakmayın siz onların öyle kasıla kasıla dolaştığına, karşı cinsin de bizden pek bir farkı yok bu arada. Onların da fiziksel görüntüleri ile ilgili kaygılarında gözle görülür bir artış var. Onlar da kılık kıyafet konusunda aynı baskıyı hissediyorlar. Maaşına %20 oranında zam beklerken eline geçenin %50’sini “Norveç’te kuzey ışıklarını seyretmeye gidecekmiş de alt batımı donmasınmış” tadında markaların dış giyim koleksiyonlarına harcayan arkadaşlarımız da mevcut. Dedim ya devir imaj devri. Üstelik onların bir de çok kazandıklarını ve dolayısıyla ne kadar başarılı iş adamları olduklarını da ispatlamaları gerektiğinden harcama hacimlerini oldukça genişleten araba, ev, eşini dostunu götürmesi gereken mekânlar gibi ekstraları da mevcut.

Ekonomik Kriz

Kısaca bu imajı sürdürebilmek ciddi bir emek gerektiriyor. Az buz bir çaba değil ki bu. Buna harcanan enerji ve emekle ne bilim adamları, ne mühendisler, ne doktorlar yetişirdi bu güzide topraklarda ama olsun. (Dikkatinizi çekerim, bilim adamını mühendis ve doktordan ayırdım. Bu da bir başka yazı konusu 😉)

Bütün bu sarmalın içerisinde bir de eğer evliyseniz gerginlik kat sayısı kümülatif olarak artıyor. Üzerine de çocuk eklendi mi XS Plus seviyesine zıplıyor. Çünkü sorumlu olduğunuz imaj takip modülü üçe katlanıyor. Eşinizin iş yerindeki arkadaşları ve eşleriyle de sosyalleşeceksiniz. Yetmedi çocuğunuzun sınıf arkadaşları ve aileleri. (Mesela veli whatsApp grupları ayrı bir inceleme yazısı daha çıkartır 😉)

Sonuçta kısıtlı imkânlarla daldığımız sonsuz imaj boyutunda hem yaşamımızı idame ettirecek asgari şartları yerine getirmek, hem kariyerlerimizle gelirimiz arasında denge kurmaya çalışmak, hem de bizimle kan ve duygusal bağı olan insanlara karşı sorumluluklarımızı ifa etmek artık ciddi bir stres kaynağı. Depresyona varan endişe seviyesini aşağıya çekmek için bir psikoloğa gidelim deseniz ya da spora başlayalım ya da iki gün şehir dışına çıkalım değişiklik olsun, o maliyetlerle kaçalım dediğiniz dertler olur size derya.

Varoluşsal Kriz

Ve farkında olmadan, 7/24 süren bu hayatta kalma savaşı bizi esas ihtiyacımız olan şeyden uzaklaştırıyor: Kendimizden…

Bizi diğerlerinden ayıran otantik benliğimizi ortaya koyamayışımız, gerçekten keyif aldığımız hiçbir şeye ayıracak zamanımızın kalmaması, varlığımızı anlamlandırmak için ihtiyaç duyduğumuz ruhsal ve bilişsel boyutumuzdan uzaklaşmamız sonucunda 40 yaşlarımıza geldiğimizde birden bire içimizdeki derin boşlukla karşı karşıya kalıyoruz. Çoğumuz farkında bile değiliz ama varoluşsal bu kriz sert darbelerle vuruyor hepimize.

Bazen orta yaş krizi, bazen 40 yaş sendromu diye adlandırılıyor olsa da ben bunun yaş almaktan ziyade fiziksel gelişiminin ve bilişsel fonksiyonlarının peak yaptığı dönemde ruhsal olarak da ihtiyacı olan olgunluğa ve tatmine kavuşamayan, 3. Dünya ülkesi ve modernliği yaşayamadan post modernliğin geçmek zorunda kalmış eksantrik bir toplumun bireyleri olmak zorunda kalan (ama birey olamayan) bizler için çok daha derin ve çok başka boyutta bir kriz olduğuna inanıyorum. Çok ani gelen ve bizi hazırlıksız yakalayan bu durumda bir anda afallıyoruz.

Kolay değil, X kuşağıyız biz.

Matematikteki denklemlerin meşhur bilinmeyeni, hep arananı ama bulunamayanı…

Siyah beyaz TV’lerin önünde mavi ekranlarla takılırken şimdi full hd kocaman plazma televizyonların karşısında oturuyoruz. İlk özel televizyon kanalının açılışını hatırlayan bizler, Netflix’de çılgınlar gibi dizi takip ediyoruz artık. Kolumuz kadar cep telefonlarından sonra bugünleri de gördük. Biz değişimin gerçekten değişim olduğu zamanları yaşayan kuşağız. Arada derede kalan çocuklarız. Köklerimiz bambaşka yerlerde kollarımız ise uzay boşluğuna uzanmaya başladı son senelerde.

Gerildik be canım, çok gerildik. Sonuçta da teselliyi yine nostaljik bir yerde bulduk: Zeki Müren, Müzeyyen Senar ve Ahmet Kaya eşliğinde rakı içiyoruz hepimiz. Bıraksalar her gün içeceğiz ama Cuma – Cumartesi mutlaka, hafta da bir iki. Yani hemen hemen her gün 🙃

Yaşımız, cinsiyetimiz, medeni durumumuz, kariyerimiz hatta cebimizde kalan son kuruş olması fark etmiyor. Tek tesellimiz, pardon keyfimiz, iki kadeh rakı…

Ama öyle değil işte ne yazık ki. Rakı artık keyif için içilen bir şey değil. Eskidendi o… Şimdi anlamı değişti. Bizim için rakı içmek bambaşka bir şey artık. Önemli bir şey. En kötü mekâna gitmek için bir hafta önceden, orta hallisine iki hafta, şöyle bir miktar manzarası olan yere en az 25 gün önceden (şaka yapmıyorum geçenlerde aradığım mekânın ilgili kişisi önemle altını çizdi 25 sayısının) yer ayırtmanız lazım. Mümkünse kalabalık gitmeniz ve gecenin sonunda da çakır keyif çizgisini biraz geçmiş olmanız. Ve bunu her hafta sonu ya da her fırsatta tekrarlamanız. Ancak böyle unutabiliyoruz o boşluğu. Uyuşturuyoruz acılarımızı.

Sosyolojik Kriz

Geçenlerde küçük bir kutlama için çok yakın arkadaşlarımla bir araya gelme fırsatı yakaladım. On kişilik minnak bir gruptuk. Çok keyifli başlayan gecenin sonu bildiğiniz Fransız sineması tadında final yaptı. Sanırsınız Jean Renoir biranda çıkıp “Kestiiik” diye bağıracak. Saat daha 22.00 olmamıştı ki ben hariç herkes artık planör seviyesine ulaşmış ve tüm özlemler, tüm mutsuzluklar, tüm beklentiler masaya yığılmaya başlamıştı bile.

Bir arkadaşım, 40’ım ama hala çıtırım mottosu ile hem bizim masayı hem de yan masaları domine ederken; bir diğeri kimi yakalarsa kendi iç karartısını aktarmak için en az yarım saat nefes almadan konuşuyordu. Bir çifti tam 10 dk. içerisinde hem dışarda kavga ederken (kadın ağlıyordu) hem de içeride tango yaparken (kadın gülüyordu) gören gözlerim kısa süreli bir şok yaşadı. Bir tanesi sigarayı bırakmanın gururunu anlatarak başladığı geceyi benim ve iki arkadaşımızın daha paketlerini bitirerek sonlandırırken, ilişki durumuna yönelik gerçekleri biranda yüzümüze vurup hepimizi knock out etmeyi başardı. Bir diğeri hayatının prensesini bulmuş uyuyan yakışıklı olduğuna inandığından gecenin başında çok hoşlandığı arkadaşımızın gecenin sonunda bizden 15 yaş küçük bir delikanlıyla kendisini rekabete sokması sonucunda bir müddet kendine gelemedi. Ve beraberinde gelen gerginlikle uzun süre “Ben gidiyorum” diyerek masada oturmaya devam etti.

Ben ise bünyem için çok da gerekli bulmadığım hareketlilik ivmesi bunaltıcı seviyelere ulaştığında herkese dikkatli olmalarını öğütleyerek olay yerini terk ettim. Ertesi sabah uyandığımda telefonda gördüğüm kederli, tedirgin, biraz pişman ve oldukça endişeli mesajlar arkadaşlarımın çoğunun bu krizle başa çıkmak konusunda ne kadar başarısız olduklarını anlamama sebep oldu. Onlarla beraber ben de aynı şeyleri yaşarken, alkole sığınmak yerine odak noktamı daha çok işime ve çocuğuma kaydırmaya çalışırken elbette tökezliyorum.

Benim için baskın olan duygu endişe yerine özlem duygusu artık.

Geriye bakmayı hiç de sevmeyen bir kova burcu olan bendenizin son zamanlardaki ruh hali hep nostaljik. Rakı sofralarında meze ve kadehin yanındaki üçüncü araç olmak yerine arkadaşlarım için samimiyet ve paylaşımın bir aracı olmak istiyorum.

Biz küçükken annemle babamın arkadaşları sık sık evimize gelirlerdi. Nadiren rakı içmeye, çoğunlukla çaya. Bol sohbet, bol kahkaha ve bol da gözyaşı olurdu o akşamlarda. Ortam o kadar sıcak, enerji o kadar yüksekti ki, biz uyku saatimiz hiç gelmesin isterdik. İşte ben hep o arkadaş toplantılarına özeniyorum artık. Arkadaşlarımı özlüyorum. Yanlarında olsam bile dostlarımı…

Aidiyet hissi vardı eskiden hatırlar mısınız? Arkadaşlarınızlayken hissettiğiniz. Sadece size özel anılar biriktirdiğiniz. İşte o hissi özlüyorum en çok da. Ve hep bekliyorum. Bir gün olsun elimize bir buket çiçek, bir kutu da tatlı alıp gitsek birimizden birimizin evine diye. Saatlerce otursak ve gözlerimizin içine bakarak konuşsak her şeyden: Aşktan, memleketten, müzikten hatta futboldan. Sahici bir şeyler paylaşsak, paylaşabilsek. Olmaz mı ya?

Gül Gültekin

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

9 YORUMLAR

  • Yanıtla Mehmet Gökcük 22 Şubat 2019 at 19:46

    Milenyum öncesi bazı öz değerleri yaşamış olan son kuşağız…
     
    Değerini bildiğimiz, içimizde kocaman bir özlemle yad ettiğimiz zamanlardan bahsetmiş olmanız, o özlemi yeniden tetikledi.
     
    Zaman zaman o özlem krizlerine giren birisiyim… Köşe yazdığım başka bir sitede veya yazdığım birçok şiirde ’80 lere olan hasretimi işledim defalarca…
     
    Öğrencilerime ve konuk olduğum bazı seminerlerde izleyicilere de birçok anı anlatmışımdır o yıllardan. İnanın masal anlattığımı düşündüğünü söyleyen çocuklar bile oldu… Mesela dedim ki; “Hiçbir akrabalık bağım olmayan birçok annem vardı… Okul dönüşü evde annem yoksa, o annelerimden birinin kapısını çalardım. Karnımı doyurur, annem kadar benimle ilgilenirdi. Hatta onun evinde uyurdum, çocukları ile beraber ve annem hiç telaş yapmazdı bu çocuk nerede diye.”
     
    Öyle bir dönemin çocuğu olup, şimdi verdiğiniz örnekleri yaşamak bizim kuşağımıza ağır geliyor gerçekten de… Ve en kötüsü, biz de çoğu zaman milenyum sonrası oluşan kişiliklerden birisine dönüşüveriyoruz…
     
    Ah milenyum! Aldın bizi bizden, götürdün çok uzaklara…
     
    Harika bir konu… Ben de yakın zamanda bir şiirle bu konuya atıflarda bulunacağım muhtemelen…
     
    Yüreğinize, kaleminize sağlık…

  • Yanıtla Gul Gultekin 22 Şubat 2019 at 22:37

    Ne güzel bir örnek vermişsiniz 😊 Gerçekten de bir sürü annemiz vardı. Aslında değişimden şikayet edip durmadan eskiyi yad eden yaşlı teyzelerden olmak istemiyorum ama dediğiniz gibi öz değerlerimizin üzerine koyarak değişebilmek önemli galiba. Eksilerek büyümek üzücü. Vakit ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim…

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 22 Şubat 2019 at 23:59

    Bayıldım. Arkadaşlarınla çıktığın geceden, neslimizin genel mutsuzluklarına kadar yaptığın tüm çıkarımlar kesinlikle çok başarılı gözlemler. Her satırına katılıyorum. Sadece nostalji özlemi konusunda ayrıştığımızı söyleyebilirim. Bir çok arkadaşımda aynı geçmiş özlemini görüyorum. (Hatta sevgili Seda bu konuyu Değişim yazısında işlemişti.)
     
    
Çocukluğumdan beri aile büyüklerinden duyduğum; “Nerde o eski bayramlar?!” lafını şimdi kendi yaşıtlarımın söylediğini işitince açıkcası şaşırıyorum. Çünkü bizim bayramlar bir önce kuşağa göre oldukça kötüydü, annelerimiz kendi çocukluk bayramlarını arzuluyordu. Anlaşılan kimse “an”da mutlu değil.
     
    Bence sorun “zaman” değil de kaybedilen çocukluk. Dünyayı yeniden o gözlerle görme arzusu… Ve her şeyden de önemlisi dünyayı değiştirmek için önünde koca bir zaman olduğunu bilmenin verdiği güven. Oysa şimdi ömrün yarısı belki de fazlası bitti.
     
    Panik başladı…

    • Yanıtla Mehmet Gökcük 23 Şubat 2019 at 00:22

      Nasıl özlemeyelim Didem…?
      Tadımız kaçtı bir kere…
      Öz değerlerin bizdeki yansımaları kayboldukça yediğimiz domatesin de, selamlaşmanın da, dostlukların da, birçok insani değerin de tadı kaçtı…
       
      Aslında senin de son yazında ifade ettiğin üzere kendi kabuğuna çekilmenin sebeplerinden biri bence bu…
       
      Güven duygusunu yitirme sebeplerimiz ilişkilerin sanal hale gelmesiyle gerçek samimiyetin kaybolmasından kaynaklı…
       
      Orta yaş ve üzeri tanımadığım birisine selam verdiğimde ilk an tuhaf gelse de saniyeler içinde bir anımsama yaşayıp, o da selam veriyor… Ama genç arkadaşlar bunun anlamını bilmiyor maalesef…
       
      Gül hanımın dediği gibi, keşke o öz değerlerin üzerine inşa edebilseydik bugünleri…

      • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 23 Şubat 2019 at 00:51

        :)))
         
        Mehmetcim anlatmak istediğim şuydu: 40’lı yaşlara varan her kuşak kendi gençlik yıllarındaki geçmişi daha değerli buluyorsa, burada aslında özlenenin o yıllar olmadığı, çocukluğun kendi olduğuydu. Örneğin şimdi bizim beğenmediğimiz bu yıllara da bizim çocuklarımız özlem duyacak.
         
        Burada yanlış bir çıkarımla ileriye doğru bir yozlaşma olduğuna varılabilir ki bunu söylemek bence mantık hatası olur. 100 yıl öncenin ahlaksal değerleriyle yaşamadığım için ancak şükredebilirim çünkü…
         
        Bu arada nostalji duygusuna kapılmayı kınamadım ki ben 😉 Sadece ben böyle hissetmediğimi söyledim 🙃
         
        Ki ayrıca bu yazıyı sadece nostaljiyle ayrılan bir paragrafla daha fazla değerlendirmek istemem çünkü üstte muazzam çözümlemeler vardı ki bunlara yürekten katıldığım için yorum yazmamıştım.

    • Yanıtla Gul Gultekin 23 Şubat 2019 at 01:01

      Her kuşağın tattığı o panik duygusundan biz de muaf değiliz tabii ki ama benim bahsettiğim aslında geçmişe tüm yönleriyle duyulan bir özlem değil. Aslına bakarsan bugünün nimetlerinden faydalanmayı çok da seviyorum, özellikle teknolojik olanlarından 🙂 Benim asıl derdim tek bir duyguyla ilgili olan özlem. Belki sadece benim dahil olduğum çembere özgüdür durum bilemiyorum ama ben “biraradalık” “biraraya gelme” hallerimizde değişen bir şeylere isyan ediyorum aslında. Dostluk kavramında bir kayma var sanki. Arkadaşlarımla samimi, sahici ve ayık kafa vakit geçirmeyi özledim kuzum 🙂

      • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 23 Şubat 2019 at 01:08

        Ahhh kuzum onda fazlasıyla hemfikiriz. Bu konuda zaten en çok yakınanlardan biri de benim.
         
        Alkol keyif vermesi için değil de unutturması için içildiğinde, aynı oranda kendini kaybetmek istemeyene büyük işkence oluyor o masadaki sohbet.
         
        Yakın bir arkadaşımla buna benzer sahnelerin tekrarlanması, benim arkadaşlığımıza mesafe koymamla sonuçlandı 😔 Her sohbette sarhoş olan biriyle konuşmaya çalışmanın ne büyük işkence olduğunu iyi bilirim yani. Hadi konuştunuz, sabaha karşınızdakinin bir şey hatırlamama şansı hatırlamasından çok daha yüksektir. Duvara konuş daha iyi 😉

  • Yanıtla Ahu Kınay Zabun 23 Şubat 2019 at 15:50

    Aynı dönemin hamuruyla yoğrulduğumuz için ben her satırı keyifle okudum 🙂
     
    Didem ve Mehmet o kadar güzel yorumlamış ki “yüreğinize sağlık” demekten başka söylenecek bir iey kalmamış bana.
     
    Aidiyet, komşu anneler, …
    hepsi ama hepsi çok güzel.
     
    Yüreğinize sağlık sevgiler

  • Yanıtla Cem Albayrakoğlu 4 Mart 2019 at 14:01

    Gül,
    Yazını ancak okuyabildim; az bile yazmışsın o gece için. Haklısın o perdeyi keşke açmasaydım ama açmasaydım da içimde kalırdı 😂😂 Sonuçta ben çok eğlendim. İyi ki deli koca adayınla hayatımdasınız. Daha nice güzel, eğlenceli ama perde açmadan doğum günlerine. Tabii bir daha çağırırsan 🤣🤣
     
    Kalemine sağlık

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan