Yaşamak Yaratmaktır

Hoşgörü (Tolerans)

13 Mart 2019
Hoşgörü
‣ 1. Yaşantıların İçinde

Hoşgörüsüz zamanlarda yaşıyoruz.
Yaşama tutumları sertleşti.
Anlayışlı, sevecen yaşama tutumları kırılıyor.

Bir acelecilik, kestirmecilik, baştan savmacılık ilişkilere giriyor, yaşantıları çarpıtıyor.

Yalnızca dışa değil, pek çok durumda, ayırdına bile varmadan, kişi kendisine de hoyrat, anlayışsız, sabırsız davranabiliyor. Anlayışsızlık, sabırsızlık en bulunmaması gereken yerlere dek yayılıyor.

Sertlik, hırçınlık, duyarsızlık davranışlara sinmiş durumda. Yalnızca birbirini tanımayanlar arasında değil, karı-koca, dostlar, anne-baba ve çocuk ya da çocuklar, üst-ast, amir-memur, öğretmen-öğrenci… vd arasında…

Ailede, okulda, eğlencede, sporda, sevmede, caddede, sokakta, alışverişte konuşmalarda, söyleşilerde her yerde sinsi bir koku gibi kendisini gösteren hoşgörüsüzlük var.

İnsanların birbirlerine daha yumşak, daha sevecen, daha anlayışlı, hoşgörülü davranmadığından yakınılıyor fakat kimse ne bu hoşgörünün ne olduğunu merak ediyor, ne de hoşgörülü davranışların nasıl başarılabileceğini araştırıyor, soruyor, sorguluyor.

Böylece bir parçalanma başlıyor. Birileri, birilerinin sertliğine, olabilecekken olmaza götüren hırçınlığına, hoşgörüsüzlüğüne ya aynı düzeyde yanıt veriyor ya da bu çirkinliğe katlanmaktansa;

  • “Boşanır, yalnız yaşar, kafamı dinlerim.”
  • “Kendi işimi kurar, kimsenin kaprisini çekmem.”
  • “Dostlukmuş, sevgiymiş bunlar boş sözler, ben kendi işime bakarım.”
  • “Dayanışma mı, kendimle dayanışırım. Kimsenin kahrını çekmem.”
  • “Benim doğrum bana, senin doğrun sana, onun doğrusu da ona.”

Herkes kendi doğrularıyla yaşar; yaşasın da. Fakat herkes “benim doğruma dokunma, ben de seninkine dokunmam” anlayışı ile davrandığında ilişkilerde var olması gereken “Hoşgörü” öldürülür.

İnsanlar kendilerini kendilerine bırakıyorlar. Böylece kendi başlarına mutlu olacaklarını sanıyorlar fakat, olmuyor. Her yanda küskün, sert görünse de kırılmış, kuşkucu, değişik rollere girip çıkıveren bireyler dolanıyorlar.

Birlikte yaşamanın ruhu yitirilmiş durumda.

Hoşgörüsüzlük bencilliği besliyor; bencillik hoşgörüsüzlüğü artırıyor; yaşama sertleşiyor. Kimi yaşama düzeylerinde sertlik saldırganlığa, dayağa, öldürmeye kadar uzanıyor.

Yaşatmak!
Yok öyle bir şey düşünülmüyor.

Üstelik bu davranışlara gelenekten, dinden gerekçeler bulunuyor. Sonunda da suçlu kader oluyor ve böylece hoşgörüsüz, anlayışsız yaşamayı sürdürmenin yolu açık tutuluyor. İnsanca yaşama savruluyor.

İnsan, yaşamasını bir yüksek değer olarak “İnsan”a özgü kılabilmenin önemli olanaklarından birine; “Hoşgörü”ye, hoşgörülü davranma gücüne sahiptir.

Yalnızca “İnsan Yaşamı”nda “Hoşgörü”nün olanağı vardır. Yalnızca insan yaşamında hoşgörüye ihtiyaç vardır. Hoşgörünün denetimi insanın elindedir ve yalnızca insan hoşgörüsünün sınırlarını daraltıp, genişletebilir.

Diğer canlılar doğadırlar ve dolayısıyla doğanın zorunluluğuna bağlıdırlar. Doğadaki bütün canlıların doğaya özgü bir Yaşama Esnekliği vardır. Örneğin esneklik canlılar dünyasında, canlının yaşayacağı ortamın en az ve en çok yaşama koşullarına sahip olması ile belirlidir ve bu alt üst sınırlar her tür için ayrıdır.

Sınırlar genişledikçe canlının davranma alanı da genişlemektedir. Bu insanın varlık yapısının doğaya özgü mekanik yanında da görülür. Yaşama esnekliği “Hoşgörü” değildir ya da en azından öyle nitelenmemesi gerekir, çünkü “Hoşgörü” oldukça farklı bir davranma biçimidir ki buna biraz sonra değineceğim.

Hoşgörüye genellikle insan davranışlarını biçimlendiren düşüncenin katılaştığı yerlerde gerek duyulur. Durağanlaşmış, geleneklere saplanmış, gelişme, olgunlaşma, yetkinleşme özelliğini yitirmiş, eleştiriye kapalı yaşamalar tutuculuğa ve giderek bağnazlığa girerler ki böyle yaşama ortamları “Hoşgörü” bakımından bir tür çöldür.

Kendilerini canlı, devinen bir “Ben” olarak yaşayanlar, kendilerine dolayısıyla ötekilere de hoşgörülü davranabilirler. Yabancılaşmanın, şiddetin etkin olduğu yerde Hoşgörü sindirilmiştir.

‣ 2. Tolerans ve Hoşgörü

Dilimizde iki kavram var:
Tolerans ve Hoşgörü.

Tolerans Latince kökenli; Hoşgörü ise Türkçe.

“Tolerans”ın tarihle yüklü bir içeriği var; kullanıldığında bu tarihsel ağırlığı da farkettiriyor.

Hoşgörü ise hem epeyce genç ve hem de aykırı, çarpıtan bazı kullanımlardan ayıklanması; yani kavram üstüne düşünüp, içerik bakımından pekeştirilmesi, deneyimlerle beslenmesi gerekiyor.

Gerçi eski bir kavram var: Müsamaha.

Bu kavram ise bir tür affedicilik olarak anlaşılıyor ki, “Hoşgörü” de bunu karşılıyor.

Burada Tolerans kavramından başlayıp “Hoşgörü”ye yönelmek yer yer toleransı hoşgörü ile birlikte ele almak her iki kavrama da aydınlık getirecektir.

Tolerans kavramını ilk kez Avam Kamarasında yaptığı bir konuşmada John Stuart Mill kullanır.

Kavramın daha gerilere giden bir serüveni var. Augustinus İtiraflar’da tolle diye bir ses duyduğundan söz eder. Tolle sözü “tolle/o,-ere”den türer. Augustinus’un kullandığı anlamda, “Başını yerden yukarı kaldır ve bak, gör” anlamına gelmektedir. Augustinus tarafından baktığımızda kavram, kendini yetiştir ve yüksel anlamına da gelmektedir.

Bu anlamda tolleo yetkinlenen, mükemmelleşen bir yaşamanın çağrısı olmaktadır. Augustinus’un dine yönelişinde duyduğu bu çağrının önemli bir etkisi bulunmaktadır. Tolerans sözü ise kişinin kendi içinde yükselmesini, olgunlaşmasını gösterir. Ancak kendi içinde yetkinleşen, yükselen birey tolerans gösterebilir. Tolerans için, olaya ve/veya duruma yukardan bakabilmek önemlidir. Ancak bu düzeydeki biri, hoşgörülü bir davranış gösterebilir. Bu çizgide Tolerans karşılığı olarak Hoşgörü kullanılabilir, fakat biraz daha ilerledikten, örneğin sıfır tolerans gibi kavramları ele aldıktan sonra.

‣‣ 2.1. Bir başka Alan

Tolerans kavramı ile insan yaşamının yalnızca insan ilişkilerinde değil, her alanında, örneğin; mekanikte, üretim teknolojilerinde, canlı dünyada bir ihtiyaç olarak ortaya çıkan Toleranslar ile karşılaşabilmekteyiz. Örneğin mekanik alanda birlikte işleyen, çalışan parçaların Toleransa ihtiyacı vardır.

Toleransın da ölçülü verilmesi gerekmektedir, değilse, birlikte işleyen iki öğede Tolerans’ın az veya çok bulunması ile 4 olumsuz sonuç ortaya çıkar:

  • Birlikte çalışan iki öğenin ilişkisi bozuk olur.
  • İki öğe uzun olmayan bir süreçte zarar görür ve/veya işlemez olur.
  • İki öğenin içinde yer aldığı sistem zarar görür, işlemez olabilir.
  • Verim düşer.

Bu dört olumsuz sonucu bir araba motorunda, pistonun çalışmasında görebiliriz fakat iki insanın ilişkisinde görmekte de zorlanmayız.

İnsan Makine Değildir.

İnsan, varlığının mekanik düzeni ötesinde makineye benzemez. İnsan ilişkileri de bir makinenin parçaları arasındaki ilişkiden önemli ayrılıklar gösterir.

Yaşamayı makine düzeyine indirgemek insan yaşamını insanca olmaktan çıkartır.

Yine de, tolerans ya da hoşgörünün insan yaşamında makinenin çalışmasındaki gibi akıllıca düzenlenmesi gerekir eğer yanlış uygulanırsa benzer sonuçların ortaya çıkması olağandır.

Söz gelimi, hoşgörü de duygusal nedenlerle ölçüyü kaçırdığında, duygusal bağışlamalar, lütuf gibi hoşgörü gösterileri, (Kimi büyüklerin bağışlaması; “hadi bakalım görmemiş olayım” söylemleri) temelsiz empatiler veya empati gösterileri vb. Bu tür hoşgörüler veya toleranslar çok zaman birilerinin yaptığı yanlışın veya yanlış nedeniyle düştüğü olumsuz durumun görmezden gelinmesidir. Oysa Tolerans görmezden gelinecek değil, dikkatle ele alınacak bir davranıştır. Tıpkı makinede birlikte işleyen parçalar arasındaki tolerans gibi, insanlar arasındaki ilişkilerde de tolerans daha çok bilgiye ve akla dayandığı zaman doğru ve geçerli olarak ortaya çıkar. Böylece toleransın (ya da hoşgörünün) bir özelliğini saptayabiliyoruz:

Hoşgörü, akıllı davranmayanların üstesinden gelebileceği bir yaşama tutumu değildir.

Yeniden makine örneğine dönersek, birlikte işleyen parçaların birbirlerine, dolayısıyla sisteme zarar vermeden üretken, verimli işleyebilmek için birbirlerine karşı durumlarının yani toleransın iyi hesaplanmış olması gerekmektedir. Burada vazgeçilmez bir kavramla karşılaşırız: Ölçü ve buna bağlı olarak Ölçülülük.

Ölçü akıl işidir. Ölçülülük de aklı gerektirir. Hoşgörünün ölçülülükle ilişkisi nedeniyle akla dayanması olağandır. Hoşgörüde ölçüyü kaldıran duygusallıktır. Ayrı deyişle toleransı bozan, onu tolerans olmaktan çıkartan en önemli etmenlerin başında duygusallık gelmektedir. Bu konuya biraz sonra Bağnazlık bağlamında yeniden değineceğim.

Tolerans için makine gibi katı bir akılcılık gerektiğini de düşünemeyiz. Aşırıya kaçmış bir akılcılık da kendine özgü olarak hoşgörüyü bozar; davranışı katılaştırır, yaşama duyarlılığını siler. Eylemlerimizde aklın gereğinden çok ağırlıklı olması, eğer matematik sorusu çözmüyorsak, yaşamamızı makineleştirir; duygunun gereğinden çok ağırlıklı olması geçerli olmayan, doğru olmayan, hatta zarar veren işler yapmayı getirir.

İnsan bir yanıyla akıl varlığı, bir yanıyla da duygu varlığıdır ve duygularımız da aklımız kadar önemlidir. Ne var ki yaşamamızda kararlar verirken genellikle aklın ve duygunun oranları tutturulamaz. Burada toleransın bir başka özelliği kendini gösteriyor:

Tolerans için akıl ve duygunun dengeli işlemesi gereklidir.

Bu da bir ölçülülüktür ve insanın bulup, uygulayabileceği en önemli ölçülülüklerden biridir.

Doğa kendi ölçüsüyle vardır ve devinimini ona göre sürdürür. Ölçünün bozulduğu yer insan yaşamıdır. Örneğin insan dışındaki doğada ve hatta insan varlığının mekanik işleyen yanında “Sıfır Tolerans” diye bir oluşum görülmez. Sıfır Tolerans, toleransın olmadığını gösterir.

Eğer makine örneğimizi anımsarsak, aralarında tolerans bulunmayan iki parçanın birlikte işleyişi düşünülemez. Kimileri bazı karşılıklı ilişkilerinde veya bir işyeri koşullarında toleranssız olmayı isteyebilirler. Bu kişiler bununla ilişkilerin daha ciddi ve verimli, üretimin daha nitelikli olmasını amaçlayabilirler fakat hoşgörüsüz ciddiyet, tıpkı makinede motorun aşırı ısınıp, işlemez duruma gelişi gibi, ilişkileri de işi de bozar.

❗️Hoşgörüsüz bir yaşama hastalıklıdır, fakat ölçüsüz bir hoşgörü de yaşamayı sakatlar.

‣‣ 2.2. Uyum

Ölçülülüğün bulunduğu yerde Uyum (Harmonia) ortaya çıkar.

Hoşgörülü olmak veya hoşgörülü yaşamak önemli bir yanı ile yaşamaya uyumu getirir. Uyum ise yaşamada dengeyi sağlar.

İnsanın bütün canlılardan ayrıldığı en önemli yer kendisine bırakılmış olan yaşamasını kendisinin kurması yolunda ortaya çıkar. Bu bireysel yaşamanın öne çıkmasıdır. Bireysel yaşama tek düze, öylesine bir süreç değildir. İnsan yaşamı devinen Bio-Psiko-Sosyal bir bütünlüktür. Orada insan duyar, düşünür, karar verir, amaçlar edinir, beklentileri vardır, iç kavgalara, çekincelere, kaygılara, sıkıntılara, aksiliklere, kararsızlıklara düşer, yapıcı ve yaratıcıdır, insan kendisini değiştirir, devinir, yıkıcıdır, saldırır, korkar, çekinir, savunur, umut eder, kendi yaşamasını kendisi biçimlendirmek, yönlendirmek zorundadır, özerktir, özgürdür… İnsanın yaşamı böyledir.

Bu nedenle; insan, yaşaması kendisine bırakılmış olan varlıktır.
Öyle ki insan içgüdüsel davranışlarını bile kendisine göre gerçekleştirir. Bu özelliği nedeniyle hoşgörü yalnızca insan yaşamına ve insan dünyasına özgüdür. Diğer canlıların hiçbirinde hoşgörü ihtiyacı yoktur.

En önemli sorusu “Nasıl Yaşamalıyım?” olan canlı varlık; neyi, nerede, ne zaman, nasıl ve ne kadar yapacağına yine kendisi karar vermek zorunda olan varlıktır.

Soruya daha çok yaşamanın amacı bakımından yanıt verilir. Bu da insanın yaşamasını düzenlerken sorması gereken en önemli sorudur:

Yaşamamın amacı nedir?

Antik Çağ Ege Uygarlıklarında bu sorunun yanıtı Mutluluk olmuştu. Genel olarak bakıldığında bundan ayrı bir durumla pek karşılaşmayız; insan yaşamının amacı mutluluktur. Gerçi hazzı yaşama amacı olarak görenler de vardı, fakat haz da mutluluk ailesindendir.

Antik Çağ anlayışında mutluluğa ulaşacağımız ya da mutlu olabileceğimiz yaşamada ölçülülük ve uyum taşıyıcı öğeler olarak ortaya çıkarlar. Yaşamasında ölçü ve uyum bulunan mutlu olur. Böyle bir temel düşünceye ulaştıktan sonra, nasıl ölçülü ve uyumlu olunacağının yolları üzerinde düşünüldü. Mutluluğun temel kaynağı olarak da “Bilgi” bulundu. İnsan neyi ne kadar biliyorsa, o kadar tutarlı ve bilgili yaşar; bu erdemli yaşamaktır. Mutluluğa da ancak erdem ile ulaşılabilir. Erdemli yaşama nasıl sağlanacaktır? Değişik filozoflar değişik önerilerde bulunurlar, fakat üç felsefede, ayrı kavramlarla da dile gelse aynı savı bulmaktayız:

  • Platon > Devlet > Ölçülülük
  • Aristoteles > Nikomakhosa Ethik > Altın Orta
  • Stoa > Doğa yasaları > Genel Geçer Denge ve Düzen

Bu Filozoflar görüşlerinde Hoşgörüden söz etmiyorlardı, fakat ortaya koydukları hoşgörü temellerine dayanıyordu.

İnsanın gerek kendi içinde ve gerekse de bir bireriyle olan ilişkisinde uyumlu, düzenli ve huzurlu olmalarını istiyorlardı. Bu öylesine önemliydi ki erdem olarak saptanıyordu. En önemli erdem; “ölçülülük“tü.

Burada bir sorun ortaya çıkmaktadır:

Hoşgörü bir erdem midir?

Hoşgörü de erdem de birer davranma temelidir. Hoşgörü ile erdem ilişkisine girmeden önce insan davranışlarının bazen açıkça görülebilen, bazen de oldukça geriden etkili olan bir temel özeliğine bakmak gerekmektedir: Paradigmalar

‣‣ 2.3. Paradigma ve Hoşgörü

Bir hayvan türünde, örneğin çekirgelerde veya tavşanlarda veya aslanlarda bir tek bireydeki bir bilgi ve de buna uygun davranış, bütün bireyler için hemen hemen aynı biçimde ortaktır. Sözgelimi bütün arslanlar boylarının 12 katı ileriye sıçrarlar.

İnsanlara geldiğimiz zaman, varlığın mekanik düzeni ötesinde böyle bir ortaklıktan söz edilemez. Burada, ilkin, tek tek bireysel davranışlara girmeden, genel bir bakışla değişik toplumsal-kültürel ortamlardaki bilgilerin ya da davranış dayanaklarının ayrı oluşu söz konusudur. Bireysel davranışlar bu ortamlara göre biçimleneceklerdir. Ortam hoşgörünün gerektirdiği bilgiyi verecektir.

Hoşgörü bilgisi bulunmadan, hoşgörü davranışı olmaz.

Bir toplumda insanlar arası ilişkilerde hoşgörülü davranışa önem veriliyorsa, bir hoşgörü ortamı varsa, orada doğup, yetişen insanlar bu bilgiyi ona uygun olan davranışlardan, model davranış olarak alacaklardır. Bunun tersi de olasıdır: Kin, nefret, intikam, yıkıcılık vb değerlerin ön sırada yer aldığı toplumlarda yetişenler de ister istemez bu değerlere göre davranış edinecek ve geliştireceklerdir. Burada da toplumsal yaşamadan gelen bilgi bireylerin yaşama tutumlarını belirlemektedir.

Hoşgörü belli bilgiler uyarınca gerçekleşir.

Hoşgörü rastgele bir yaşama tutumu değildir. Hoşgörü ne bir affetme, bağışlama olayıdır, ne de önemsememe, aldırmama türünden bir tavırdır. Hoşgörü bir tahammül etme, bir katlanma olayıdır. Buradaki katı bir katlanma, kendini sıkma, zorlama türünden değildir; buradaki katlanma ciddiye almak, anlamaya çalışmak, ona katılmak, ona dokunmak, sorumluluk duymak ve hoşgörülen ile diyaloğa girmek biçimindedir. Katlanma, bilgi, görgü, deneyim bakımından hoşgörülenden bir ölçüde yukarda olmayı gerektirir.

Diyalog bu ortamda geçerli ve önemlidir. Diyaloğa girmediğim insanı, olduğu gibi değil, düşündüğüm, tasarladığım, koşullandığım biçimde bilirim; içinde yetiştiğim ve ona koşullandığım kültüre göre bilirim, kimlik ortamıma göre bilirim. Bu bilginin konusuna uygun olması ancak bir rastlantıdır. Geçerli bir bilgi olamaz. Dolayısıyla hoşgörü için geçerli bilgiler gerekmektedir ki, bunu da elde etmenin en güvenilir yolu diyalogdur.

Hiç kimse kendi sınırları ötesinde bir şeye katlanamaz. Hoşgörü kendi bilincinde olan insanın işidir. Çünkü hoşgörümüz ya da hoşgörülerimiz kendimizle sınırlıdır. Kendi bilincinde olmak bu bakımdan önemlidir; bu olayları ve durumları algılayacağı, anlayacağı, değerlendireceği bir “kendi olma”yı getirmektedir. Kendi olabilen nerede, ne ölçüde ve nasıl hoşgörü gösterebileceğini kestirebilir. İster birey ve ister ulus olsun, öz bilinci ve ondan kaynaklanan öz güveni yoksa ya hoşgörüsüz davranışlara girer ya da hoş görünmeye çalışan davranışlara. Ayrı deyişle karşımızdakini de bir ölçüde tanımak, bilmek zorundayız. Değilse hoşgörü rastlantıya bırakılmış olur.

Burada hoşgörünün ya da toleransın önemli bir yanıyla, bir başka özelliğiyle karşılaşırız “Güç“.

Hoşgörü güçlü insanların işidir.

Güçsüzler ya hoşgörü gösteremezler ya da hoşgörülü davranışları bozuktur; yapıcı değildir, zarar verir.

Hoşgörüye ilişkin güç, hoşgörü İstencinin (iradesinin) dayanağıdır.
Bir kişiye bir konuda hoşgörülü davranıştan daha iyi olan “Hoşgörü İstenci“ne sahip olmaktır.

Hoşgörü İstenci (iradesi); Hoşgörü Duyarlığını, Hoşgörü Bilincini ve Hoşgörülü Davranışı tek ya da belli bir konuya ve/veya belli bir kişi ya da belli bir topluluğa özgü kılmaktan kurtarır.

Çünkü Hoşgörü İstencinin genel-geçer olması gerekir. Değilse hoşgörü gibi görünen davranış, gerçekte bir “Kayırma Davranışı”dır ve hoşgörüye aykırıdır. Oysa Hoşgörü İstenci ilkeli davranışı getirmektedir. Şairin söylediği gibi: “Ne düşman ayırır, ne de dost kayırır.” Bu nedenele Hoşgörü İstenci güç ister ve güçlülere özgüdür.

Aynı durum Ahlâk Davranışı için de söz konusudur. Ahlâklı veya “iyi” olan bir davranıştan daha önemlisi, ahlâklı olmak veya “İyi Davranma İradesi”ne sahip olmaktır.

Ahlâk kimliğini oluşturan genel değerlere, yaşama tutumlarına, ilkelere uymaktır. Ahlâk da güçlü insanların başarabileceği bir yaşamadır.

Zayıf insanlar ahlâklı olamazlar; onlar ahlâklı görünebilirler, fakat dikkat edersek başka seçenekleri de yoktur. Onlar ahlâklı davranmanın bedelini ödeyecek durumda değildirler.

Genel kanı burada işlevsel olur. “Genel Kanı” ya da “Genel Yaşama Anlayışı”, “Geçerli Dünya Görüşü” gibi kavramların yerine daha çağdaş bir sözü kullanabiliriz:

Paradigma

Paradigma genel bir davranma modelidir; birey o modele uygun kendi davranışını gerçekleştirir. Hoşgörüye ilişkin paradigma ve/veya Paradigmalar ya da yapısında hoşgörü bulunan paradigmalar hoşgörülü davranma istencini sürekli canlı tutacaklardır. Paradigma ile ilgili bilincin zayıflaması genel davranışın diğer yanlarında olduğu gibi hoşgörüye ilişkin davranışların da zayıflamasını getirecektir.

Paradigmaların mutlaka hoşgörüyü getirdiği söylenemez; yanlış, aykırı paradigmalar hoşgörüsüzlüğü de getirebilirler.

❗️Örneğin 2. Dünya Savaşında Almanya’da ve pek çok ülkede Savaş Paradigması yaşamalara etkiliydi.

Benzer bir durum Din için de geçerlidir. Din ve özellikle semavi dinler yapılarında taşıdıkları evrensellik ile kendileri dışındakileri din dışı saymaktadırlar. Sözgelimi Hristiyanlıkta Centile ile Pagan anlayışları buradan doğmaktadır. İnsanları sevmeyi, insanların iyi ve güzel beraberliğini savlayan din içinde değişik anlayışlar mezhep savaşlarına neden olabilmektedirler. 16. ve 17. yy Avrupa’sında tolerans düşüncesinin ortaya çıkması ve uygulanması için büyük çabalar gösterilmesi mezhep savaşlarının hırçınlığı, acımasızlığı nedeniyledir. Tolerans kavramının güncelleşmesinin en önemli nedenlerinden biri de bu tür din savaşları olmuştur.

Bir çok Paradigma türü vardır.

Örneğin siyasi paradigmalar, sanata değin paradigmalar, dinsel paradigmalar, sportif paradigmalar… vb gibi. Bunlar içinde insanlara sevgiyle, anlayışla, hoşgörüyle yaklaşılmasını söyleyenler olabileceği gibi, kimilerini düşman gösterenler de bulunmaktadır. Hatta bir paradigma temelde dostluğu, kardeşliği, birlikteliği, hoşgörüyü savsöz yapmasına karşın, araya giren daha dar, daha sert görüşler nedeniyle aynı eylem alanı savaş görünümü veren kavgalara, küfürlere, düşmanlıklara dönüşebilmektedir.

Böylece bir sorun ortaya çıkmaktadır: Hoşgörü İstenci ile Yaşama Anlayışı’nın birlikte gelişmesi ve etkin olması gerekmektedir.

Hiç kimse böyle bir özelliğe sahip olarak dünyaya gelmez; böyle yaşamak öğrenilir. Bir çocuğu daha küçük yaştan bağnaz olarak da yapılandırabilirsiniz, hoşgörülü, anlayışlı ve yapıcı-yaratıcı olarak da. Hoşgörü eğitimi ya da Hoşgörü İstencinin kazanılması eğitimle olur ve eğitim ailede, okulda, giderek toplumda gerçekleşir.

‣‣ 2.4. Hoşgörü bir erdem midir?

Erdem Felsefe Tarihi boyunca tartışılmış bir kavramdır. Erdem genel olarak şöyle anlaşılır: İnsan’-ı tinsel bakımdan daha yetkin ve insana daha çok yaraşan bir yaşamaya götüren ahlâki değerler, örneğin; cesaret, yiğitlik, ölçülülük, doğruluk, bilgelik gibi erdemler, Erdem yapısı içinde anılırlar. Ayrı deyişle, Erdem, eylemin iyi olan uyarınca biçimlendirilip, yönlendirilmesidir. Burada taşıyıcı kavram iyi olmaktadır.

Şimdi soru şöyle ortaya çıkıyor: Hoşgörü ahlâkca iyi olan mıdır?

Buraya kadarki belirlemeler, hoşgörünün doğru gerçekleştirildiği zaman “iyi” olduğunu, fakat aşırı bir akılcılık ya da duygusallık veya bir başka neden uyarınca gerçekleştiğinde “iyi” olmaktan uzaklaştığını göstermektedir. Tolerans kavramı bakımından da ele alındığında hoşgörü, doğru başarıldığı zaman “iyi” olmakta ve dolayısıyla bir Erdem olabilmektedir.

Öyleyse Hoşgörü bir Ahlâk olayıdır.

Hiçbir insan erdemlerle donanmış olarak dünyaya gelmez. İnsanlar erdemli yaşama olanaklarıyla dünyaya gelirler. Bu olanaklar eğitimle davranış biçimine sokulduğunda birey ahlâklı ve dolayısıyla erdemli olmaktadır.

Aynı durum hoşgörü için de geçerlidir. İnsan doğuştan hoşgörülü değil, hoşgörülü davranmaya yatkın olarak dünyaya gelir. İyi bir eğitimle ve/veya yaşama ortamında bir toplumsal gerçeklik olarak hoşgörülü davranışlarını somutlaştırdığı ölçüde Hoşgörülü bir İnsan ortaya çıkar.

‣‣‣ 2.4.1. Kendine Hoşgörü

İnsan kendisine de hoşgörülü davranabilir mi?
İnsanın kendisine hoşgörülü davranmaya ihtiyacı var mıdır?
İnsan kendisine zararlı olacak toleranslar gösterebilir mi?

Soru bizi kendimize ahlâklı davranıp, davranmama tavrına götürmektedir. İnsan kendisine ahlâklı davranır mı ya da kendimize de ahlaklı davranmamız gerekir mi?

İnsanın zaman zaman durup, kendisini, yaşamasını bazı ahlâk değerleri bakımından irdelemesinin yapıcı bir çok yanı bulunmaktadır. Böylece bireyin kendine dönük Ahlâkı ortaya çıkmaktadır. Bu bir tür Öz-Denetim olmaktadır. Marksistlerin kullandıkları Öz-Eleştiri kavramını anımsatsa da, bu iki kavramın tam olarak örtüşüp, örtüşmedikleri tartışmaya açıktır.

Kendine Hoşgörü, kendini kandırma düzeyinde ele alınırsa hoşgörünün yapıcılık özelliğini kaybetmesi bakımından pek benimsenmese gerekir.

Burada bir başka soruyu ilkin yanıtlamak gerekmektedir:
Hoşgörü ne kadar yalandır?

Yalan gerçeğin çarpıtmasıdır.
Hoşgörü ise gerçeğin görülmemiş bir yanının da görülmesidir.

Yalanda aldatma istenç ve bilinci bulunur; gerektiği gibi yapılan bir hoşgörüde ise bir aksamaya, çarpıklığa, yanlışa işaret etme; o konuda bir bilinç verme ve o konuda bireye bir güven yansıtma söz konusudur. Şöyle ki, “Sen bunu biliyorsun ve artık yinelemeyeceksin biçiminde bir yargı hem güveni, hem sorumluluğu bireye dostça bir söylemle aşılar. Hoşgörüde birliktelik vardır. Buradan dostluklar doğabilir. Yalan ise hoşgörü kılığına girmiş bile olsa, bu tür gelişmelerin hiçbirine kapı açmaz.

Doğru, yerinde bir hoşgörülü davranış, yöneldiği kişiyi zenginleştirir.

Şimdi bireyin aynı olumlu tutumu kendi kendisine yönlendirdiğini düşünelim. Birey davranışını yolunca geliştirdiği zaman, kendisine egemen ve kendisini geliştiren bir birey olacaktır. Kendine Hoşgörü, hoşgörünün olası en zoru, fakat en olumlusudur. Çünkü insan kendisini kolayca aldatabilen bir canlıdır. Bu yolda o en büyük gücü korkularından ve tembelliklerinden alır. Eğer bu bağlama kin, nefret, intikam duygusu ya da aşırılaşarak körelmiş bir sevgi, çizgisini aşmış bir bağlılık girecek olursa hoşgörüden olumlu bir şeyler beklemek bir düş olur.

‣‣‣ 2.4.2. Bağnazlık

Hoşgörünün kırıldığı yerdir bağnazlık. Genel olarak, bir düşünceye, bir kanıya, bir inanışa körü körüne bağlanmak, ondan başka doğrunun bulunabileceğini düşünmemek, başka bir doğru ile karşılaşsa bile kabul etmemek biçiminde gelişen bir yaşama tutumudur.

Bağnazlık için kullanılan önyargılı olmak sözü burada temellenmektedir. Önyargılı olan kişi, olayın kendisi ya da bireyin kendisi ile ilgilenmez; onların nasıl olduklarına bakmaz, onun belli bir görüşü vardır, doğru olan odur, gerisi zaten önemli değildir.

Bir bağnaz; bir başka düşünce, anlayış veya inancın var olabileceğini kabul eder fakat doğru, geçerli olabileceğini kabul etmez. Var olabileceğini kabul ettiği görüş ise olumsuz olarak vardır.

Bağnazlık daha çok, işin kolayına kaçan, var olanla idare etmek isteyen, yenilikten, değişimden, gelişmeden korkan, bencil bir yaşama tutumudur ve her insan böyle yaşamaya açıktır. Hangimiz, her işimizin kolayca olmasını istemeyiz. Hangimiz rahatımızın bozulmasına can ve gönülden rıza gösteririz.

Bu rahatına düşkün olan, tembelliği seven, olanla idare etmek isteyen, durumu sürdürmekten yana olan, Kant’ın deyişi ile bizim ikinci doğamızdır. Ne var ki bu doğa insanın erginlenmek isteyen, yapıcı yaratıcı yanını durdurur.

Bağnazlık önemli ölçüde duygusal bir bağlanmadır. Öyle ki birey o bağlanmayı kıramaz, çok zaman istese de kıramaz, çok zaman yanlış olduğunu görse de kıramaz. Orada önemli olan bireyin duygusallığı aşmasıdır. Bu duygusallık değişik biçimlerde bireyin benliğini eline geçirmiştir; örneğin değişik korkular olarak, güvensizlik olarak, alışkanlığın verdiği rahatlık olarak, tedirginlik olarak, huzursuzluk olarak, bağımlılık duygusu olarak veya bunların değişik oranlarda hepsi olarak bireyin davranışlarını yönlendirirler.

Her birimiz bağnaz olabiliriz; hatta dikkat edersek, bağnazlığa aykırı bir yaşama tutumu içinde olduğumuz zamanlarda bile, bazı konularda bağnazca bir tutum güttüğümüzü görürüz.

Bağnazlığın her zaman tümel olması gerekmez, tikel hatta tekil bağnazlıklar da olasıdır. Alışkanlıklarımız, saplantılarımız, takıntılarımız kendileriyle uğraşmamız gereken bazen hoş, sevimli bağnazlıklarımız bile bulunabilmektedir.

Bütün canlıların bakıma ihtiyacı vardır. Diğer bütün canlıların bakımı bedenleriyle sınırlıdır; insan ise bedeninden çok düşünceleri, kanıları, anlayışları, tutumları, duruşları yani yaşamasına yön veren iç dinamikleri bakımından bakıma ihtiyaç duyar.

‣‣‣ 2.4.3. Aydınlanma

Bireyin kendisine göstereceği bakımın adı Aydınlanma‘dır.
Aydınlanmanın Kant tarafından belirlenen savsözü “sapere aude” > “aklını kullanma cesaretini göster”, bireyin özellikle duygusal takıntıları, bağımlılıkları karşısında işlevseldir.

Yinelemeliyim: Her birimiz bir yerde bağnaz olabiliriz; her birimiz bir yerde önyargılı olabiliriz; hepimiz bir yerde hoşgörüsüz davranabiliriz.

Önemli olan bu tutumumuzu, davranışımızı önümüze koyup, onun üstüne düşünebilmemiz, onu çözümleyebilmemiz, onu irdeleyebilmemiz, onun ne ve nice olduğunu bilebilmemizdir.

Bu bir Aydınlanma tavırdır. Aydınlanma okunan kitaplardan, bilinen dillerden, görülen ülkelerden, dinlenen söyleşilerden daha önemli olarak Davranış‘tadır. Davranışa girmeyen bir aydınlanma, ışık vermeyen bir mum gibidir. Henüz yakılmamıştır, ancak yanınca aydınlatacaktır.

Hoşgörü de Davranıştadır.

Eğer bireyin bir “Hoşgörü Refleksi” olacaksa, bunun temelinde aydınlanma bulunmak zorundadır. Çünkü aydınlanma gibi hoşgörü de aynı başlangıç anına ve aynı reflekse dayanırlar: Durmak ve Düşünmek. Anlamak için, kavrayabilmek için, değerlendirmek için ve hatta sorgulamak için bir an durmak ve düşünmek gerekir. Bunu yapamadığımız yerde saplantılarımız, ön yargılarımız, duygusal bağlılıklarımız bizi ele geçirirler.

Aydınlanma çizgisinde hoşgörü yapıcı-yaratıcı yaşamayı destekler, geliştirir ve ondan güç alır. Yaratıcılık bağımlı, önyargılı tutumlarla, duruşlarla kısılır, daralır. Yaratıcı insanın konusuna geniş kuşatımlı bakabilmesi, düşünebilmesi ve deneyimlemesi gerekir. Kabuklar kırılmadan bu olası değildir.

Yaratıcı İnsan kendisini aşan, aydınlanmanın terminolojisi ile erginlenen insandır. Bunun için mutlaka başarılı olmak gerekmez. Bizler daha çok başarısızlıklarımızdan ders alırız, öğreniriz. Çok zaman nedenleri iyi bilinen bir başarısızlık, olağan bir başarıdan daha fazla etkili, öğretici ve geliştiricidir.

İnsanın başarısızlıkları karşısında da durup, düşünebilmesi kendisine karşı hoşgörüyü gerektirmektedir.

Aydınlanma bireyden karar verme sorumluluğunu ister. Karar vermek olabildiğince geniş düşünmeyi gerektirir. Kararın olabildiğince kuşatıcı olması gerekmektedir. Bu tavır, hoşgörünün temellendiği paradigmanın aşılmasını, daha kuşatıcı olana varılmasını sağlar.

İnsan kendisinden uzaklaştıkca yabancılaşır. Kendisini gerçekleştiren ya da kendisini insanlaştıran birey için hoşgörü olağandır.

Hoşgörülü insan tebessüm eder.
Çünkü nasıl olursa olsun
yaşamak güzeldir,
yaşamak kutsaldır,
yaşamak insancadır,
yaşamak sevgi doludur.
Hoşgörülü insan yaşamanın hakkını verdiği için tebessüm eder.

Dilerseniz, şimdi tebessüm edelim.

Atilla Erdemli

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

4 YORUMLAR

  • Yanıtla Esat Öğütveren 13 Mart 2019 at 14:14

    Yine çok derinlere dokunan bir yazı olmuş hocam, bizlerle paylaştığınız için kendimi şanslı hissediyorum.
    Hani insanın gereksinimlerini açıklayıcı bir pramit şekli vardır ya. Bu yazdıklarınızı anlamak, öğrenmek, uygulama ile hayata geçirmek maalesef ancak en üst kısımda olanlara nasib olur gibi. Yani yiyecek ve barınma ihtiyacını karşılamak için uğraşan insanların hoşgörü ile uğraşmaları düşünülemez gibi geldi bana.
     
    Diğer bir konu ise geniş bir yelpazede anlamlandırdığınız hoşgörü tecrübelerle, uzun zamanda ve insanların ihtiyaçları tarafından şekilleniyor bence. Hayatında o hatayı yapmamış olanla yapmış olan, sonucunun olumsuz etkilerini gören kişilerin yaklaşımı aynı olmuyor.

  • Yanıtla Didem Elif 13 Mart 2019 at 14:51

    Çok güzel bir finaldi. Tebessüm etmek, evet bazen bazı hallere ve durumlara karşı sadece tebessümle karşılık verdiğinizde, sessizliğiniz belki karşı tarafta bir aydınlanma yaşatabilir. Tabi bu oldukça iyimser bir bakış açısı.
     
    Şu cümleye bayıldım:
     
    “Hoşgörü ise gerçeğin görülmemiş bir yanının da görülmesidir.”
     
    Hoşgörüsüzlüğümüz bence de olanı göründüğü yanından bakmamızdan kaynaklanıyor. Görünmemiş yanlarını gördüğümüzde yargılama modundan çıkıp karşımızdakini anlamaya başlıyoruz.
     
    Ben gerçi bu hoşgörüyü dengeli kullanabilen biri sayılmam. Fazla müsamaha (ki yazınız bana bu kelimeyi hatırlattığı için pek memnunum, onun için ayrıca teşekkür ederim) gösteriyorum sanırım. Her şeyde olduğu gibi hoşgörüde de denge önemli.
     
    Güzel kavramları düşündürttünüz yine bize hocam. Çok teşekkürler.
     
    Saygılarımla

  • Yanıtla Ahmet Yonca 13 Mart 2019 at 22:12

    Hocam on beş sene önce Riyad’ta bir profesör abimin Hikmetli Hayat isimli kitabını alıp bu konu hakkında münazara yapmak nasip olmuştu. Kendisi bana dini bir tasvir olarak anlatmış olsa da sizin yazınızda aynısını “Hoşgörü” isminde okumak ne kadar iyi geldi…
     
    Benim bu noktada eklemek istediğim “Hoşgörü”nün sınırları olduğu.
    Sırasıyla:
     
    1. Zarurîyyat: İnsanların bütünü ve birimleriyle elde etmek zorunda olduğu maslahatlardır. Misal verecek olursak;
     
    Nefsi muhafaza,
    Nesli muhafaza,
    Aklı muhafaza
    Malı muhafaza.
     
    Bu maslahatları korumak iki şekilde mümkündür:
     
    a) Erkân ve adabına göre ikame etmek suretiyle,
    b) Kendilerine arız olan zararı defetmek suretiyle.
     
    2. Hâciyyât: Zorluk ve meşakkati ortadan kaldırmak için gerekli olan birikim…
     
    3. Tahsiniyyât: İnsanların hal ve durumlarının yüksek edep ve sağlam ahlâkî temellerin gerektirdiği şekilde olmasını temin eden maslahatlardır. Güzel giyinmek, adab-ı muaşere v.s.
     
    İnsanlar arasında her bir birey belli orantı içinde iş birliği yapıyor. O yüzden Hoşgörü bu sınırlar içerisinde ele alındığında mutlak toplumsal dayanışma ve gelişme mümkün olacak…
     
    Sevgiyle

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 13 Mart 2019 at 23:26

    Hocam ben her hangi bir çözümlemeye girişmeyeceğim. Hoşgörü üzerine söylenmesi gereken ne varsa hepsi yukarıda yer alıyor zaten.
     
    Okuduklarımın her satırından ayrı keyif aldım, kendime yeni kabuller kattım ve üniversite yıllarında sizi dinlediğim amfi sıralarına yeniden gittim ve felsefe tarihi öğretmek yerine felsefe yapmayı öğreten bir hocam olduğu için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm.
     
    İnsanların kavramlar konusunda ahkâm kesmesi kolaydır. İdeali anlatmak da sanıldığı kadar zor değildir. Zor olan anlattığın gibi yaşayabilmektir ve sizin yazdığınız/anlattığınız gibi yaşamak için üstün bir çaba sarf ettiğinizi bilen, hoşgörünüze defalarca şahit olan, sözleriyle değil davranışlarıyla eğiten bir akademisyen olduğunuzu bilen bir öğrenciniz olarak; “iyi ki varsınız,” diyorum 🙏🏻
     
    Sizi çoookkk sevdiğimi daha önce söylemiş miydim 😉🙃🤗

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan