Uykusuz Klavye

“Mış” Gibi Yaşamak

13 Aralık 2019

Yazı: Mış Gibi Yaşamak | Yazan: Beril Erem

Sırtımı meydanın en lüks otelinin duvarına yaslamış, bekliyorum. Neyi beklediğimi bilmeden. Önümde yıldır yıldır telekli telaşlar akıyor. Koşturup, duruyor insanlık. Bir şeylere yetişmek, bir şey olmak için… Oldukları kadarı yetmiyor. Hepsi huzursuz. Kaygılı. Kaldırımların, öğütülmemiş gizleri depolayan çatlaklarına doluyor hepsi.

Bunları bir tek ben görüyormuşum gibi bir duyguya kapılıyorum sürekli. Üşüyorum. Çıplak tabanlarımı yakıyor bu şehrin poyrazı. Hoyrat elleri dolanıyor enseme. Az sonra güreş tutacakmışız gibi. O an sükunetle mühürlemek istiyorum varlığımı toprağa.

Allah büyük, diyorlar. Onlar bunu söyledikçe küçülüyor halbuki.

Akıntısız, devinimsiz, gerçek ama sıkıcı bir dünyanın tanrısı oluyor.

O anlarda ensemde hissediyorum ürpertisini yaşamın.

Ben durmak istedikçe o beni ileriye doğru ittiriyor. Kim bilir belki tam da bu yüzden, tabaktan fincana akması umutsuzca beklenen kahve telvesi gibi yapışıyorum kendime.

“Değişmen, kendini toparlaman gerek” diyorlardı hep.

“Değiştim.”

Bir zamanlar yemyeşil bir vadi olan benliğim, şimdi kapkaranlık mağaralar, derin kuyular, ıssız çöller ve içine atılanı sonsuza dek yok eden dipsiz bataklıklarla örtülü.

Dünya bile bu kadar hızlı değişmiyor.

Bunu söyler söylemez, omurgamdan aşağı ılık bir huzur yayılıyor. Ne zamandır bildiğim şeyi, aslında yeni anlıyorum. Korkumu gıdıklıyor bu. Görünmez bir el, işaret parmağını aşağıdan yukarı sırtımda gezdiriyormuş gibi. Ensemdeki ürperti canlanıyor yine.

Gordion düğümü atılmış kaderimi veriyor elime. Sanki ben ulu bir kralmışım gibi.

“Al bakalım çöz bunu” diyor.

Dünyanın, diğer insanların yaşadığı şekilde önüme serildiğini hiç görmediğimden şaşırıyorum ilk başta. Yine de avuçlarımın içine alıyorum kaderimi. Boğum boğum, ne başı ne sonu belli olmayan anut bir karmaşa gibi. Derinlerine inilmesine, boğumlarına, sırrına nüfuz edilmesine izin vermiyor.

Aynı bu şehir gibi. Keskin ve uzlaşmasız.

İradesinin, bilinci bileyen saldırgan gücünü, sunturlu nefesini hissediyorum avuçlarımda. Ürperti geçiyor. Artık her şey daha gerçek.

Önümdeki karton bardakta birikiyor madeni gerçeklik.

Her geçen, önüme tembel iyiliklerini bırakıp geçiyor. Yüzüme bakmıyor hiçbiri. Benim zayıflığım onların vicdan çatlaklarını dolduruyor. Başlarının, gözlerinin sadakası oluyor. Kimse vicdanını katmıyor hesaba. Onun sadakası ancak sevgiyle verilebilir. Bilmiyorlar.

Görüyorum. İzliyorum. Dünya öksüz dolu. Sevgi öksüzleri. İnsan en çok sevilmeyince öksüz olmuyor mu zaten? Ayaklarından akıp sokaklara yayılıyor sevgisizlikleri. Öznesiz ve önemsiz kuruntular, yere eğdiğim başımın üzerinden sekip binalara sığınıyor. Onların kesif kokuları doluyor içime. Hepsinin üzerine sinmiş, şehirlerin ikiyüzlü ahlâk anlayışının kokusu. Toprakla hemhâl olmuş bir ceset gibi. Islak ve çürümüş. Kendi yapmadıklarını başkasına öğütleyenlerin coğrafyası. Hep bir yenme duygusu, herkes intikam peşinde. Birilerine nasıl da güçlü, zengin, mutlu, başarılı, sevilen insanlar olduklarını gösterme çabası. Korkularının arkasına yuvalanan zemberekler boşalıyor severken. Seven sevdiğinin ipliğini pazara çıkarıyor bir süre sonra.

Şehrin darabanı bu şehrin laneti aynı zamanda.

Çiğ bir acısı var. Yürürken insanın kafasına, suratına çarpıyor. Yürümüyorum bu yüzden. Sırtımı bir duvara verip, kartonlara sardığım bacaklarımı yok “muş” gibi yapıp oturuyorum.

İlla olması gerektiği gibi davranmana gerek yok diye buyurmuştu bir bilge, “mış” gibi yapınca da tanıyormuş insan kendini.

Bir metelik daha sekiyor diğerlerinin üstünde.

Şıngırtısı ısıtmıyor yüreğimi.

O bilge düşüyor aklıma yine. Şimdi yedi tepeli bu şehrin uzak bir mezarında, baş tarafında üzerinde “Kimsesiz” yazan kasvetli bir tahta levhanın altında yatıyor. Hava soğuyor. Toprak donuyor.

Şehir kara kış, ben garip, şehir rüzgâr, ben yaprak… Katmış önüne sürüklüyor beni. Martılar çığlıkları ile kutsuyor yaradılışımın son demini.

Karton bardağa son metelik düşüyor.

Avucumda düğüm düğüm kaderim, katmer katmer açılıyor son nefesimle.
“Soğumuş yer kabuğuna tutsak ruhlarımız kabuk bağlamışsa eğer, binlerce renge bürünüp de yalnız kalmak niye? Bak, senin de sonun aynı” diye fısıldıyor kimsesiz bilgenin hayaleti.

“Mış” gibi yapmana gerek yok artık.

Yaşa-mış gibi yaptın.

Donarak öldün.

Beril Erem

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

4 YORUMLAR

  • Yanıtla Emel Erem 14 Aralık 2019 at 15:05

    Yaşadım adeta evsizliği, dondum. Sağol, varol. Çok etkileyici bir üslubun var, yeni yazıları dört gözle bekliyorum 💞

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 14 Aralık 2019 at 17:08

    Canım benim kelimeleri gene dans ettirmiş, duyguları da şaha kaldırmışsın.
     
    Bambaşka hayatlarla böylesine nüfuz edebilmen beni her seferinde şaşkına çeviriyor. Dimağına, yaratıcı gücüne, kuvvetli kelimelerine sağlık bebek 😘

  • Yanıtla Deniz Süerkan 18 Aralık 2019 at 14:50

    Okurken kendimi bir karton üzerinde oturmuş önümdeki bozuk paralara bakıyor gibi hissettim…

  • Yanıtla Fatma Sümer 5 Mayıs 2020 at 03:07

    İnsanlar ve hayat hakkında, birkaç günden beri tam da böyle düşünüyordum. Denk geldi hikayeniz. Daha önce neden görmedim diye düşünüyorum şimdi…
     
    Çok güzel anlatıyorsunuz. Okurken yaşıyorum birebir ❤
     
    Yüreğinize sağlık

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan