13 Saat + 1 Ömür

13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 1

2 Nisan 2020

Yazı: 13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 1 | Yazan: Hasan Saraç

 

“Bir kitabın, ister beşeri ister ilahi olsun, diğer kitapların ötesindeki şeylerden söz ettiğini düşünürdüm. Ama artık kitapların çoğu kez başka kitaplardan söz ettiğini fark ediyorum… Böylece, yazarların hep bildiği şeyi yeniden keşfettim: Kitaplar daima başka kitaplardan söz eder ve her hikâye daha önce anlatılmış bir hikâyeyi anlatır.”

– Umberto Eco

 
 

I. BÖLÜM

 
 
Ter içinde uyandı.
Sırılsıklamdı!

Kaşları çatılmış, çenesi kasılmış… Kireç gibiydi yüzü, bembeyaz…

Halüsinasyon mu görüyordu, yoksa gerçek miydi hissettikleri, bütün bu olup bitenler. Ruhunun derinliklerinde oluşan 8 Richter ölçekli bir depremin artçı şoklarını yaşıyordu sanki.

Birden hatırladı! Gençlik yıllarında, Boston’dayken gittiği çamaşırhaneyi görmüştü rüyasında. Öğle vakti sakin adımlarla kapıdan içeri girmiş, elindeki mavi plastik torbadan çekip çıkardığı kirli çamaşırları boş bir makineye tıkıp cebindeki bozukluklarla aleti çalıştırmıştı. Oraya kadar her şey yolundaydı.

Karşıdaki sandalyede oturan kısa saçlı sarışın kız büyük bir dikkatle elindeki notları okuyordu. Bir süre sonra kurutucudan çıkardığı giysilerini alıp gitmiş, yerine hiç durmadan münakaşa eden iki üniversite öğrencisi gelmişti. Sonrasında onlar da işlerini bitirmişler, neredeyse akşamüstü olmuştu. Bu kez kızıl saçları beline kadar inen yanık tenli bir genç kadın, elindeki torbadan çıkardığı çamaşırları boşta kalan makineye yerleştirip yanındaki sandalyeye ilişmişti. Kulaklıklarını takmış müzik dinliyordu. Latin kökenli olmalıydı. Brezilyalı mıydı acaba? Yoksa Kosta Rikalı mı? Birkaç kez gözü ona takılmış, kızıl saçlı dilber hiç oralı olmamıştı. Hava kararırken o da terk etmişti mekânı.

Saatler geçmiş, belki gece yarısı olmuş, çoktan el ayak çekilmişti etraftan. Herkes işini bitirip gidiyor, bir tek onun çamaşırları bir türlü kirlerinden arınamıyor, bir tek onun makinesi, kurgusu bitmek bilmeyen uğursuz bir oyuncak gibi, tuhaf sesler çıkararak bir o yana, bir bu yana yalpalayıp duruyordu.

Neler oluyor diye mırıldandı. Başını kaldırıp, telaş içinde etrafına bakındı. Şakakları zonkluyor, kalbi avını kıl payı kaçırmış dişi bir çitanınki kadar hızlı çarpıyordu. Çok derin bir nefes aldı. Bekledi, bekledi, bekledi. Nabız atışları normale dönünce yorganı başına kadar çekti ve yeniden derin bir uykuya daldı.

Bu kez de bir köpek havlamasıyla uyandı.

Tavandan yere kadar uzanan kalın perdeler kapalıydı aslında. Aralardan bir yerden bıçak gibi sızan parlak ışığı fark etmese aldırmayacaktı zaten. Odanın alacakaranlığında önce soluna, sonra sağına baktı bir süre. Başucundaki komodinin üzerinde duran kol saatine uzandı ağır hareketlerle. Gözlerini kısıp odaklanmaya çalıştı, rakamları seçemiyordu bir türlü. Saatin kadranını ışığın geldiği yöne doğru çevirip bir daha denedi şansını.

Olabilir miydi?
Saat neredeyse on bire geliyordu!

Ağzında buruk bir tat, karanlığa yavaş yavaş alışan meraklı gözlerle bir kez daha etrafına bakındı. Odanın sağ köşesinde bir berjer koltuk, karşı duvara dayalı bir de antika çalışma masası vardı. Masanın üzerindeki dizüstü bilgisayar ve önündeki kollu sandalye sahne dekorunu tamamlıyordu.

“Anlaşıldı,” diye mırıldandı boğuk bir sesle, yine bir otel odasında uyanmıştı. Ve kaldığı oteli de geceyi geçirdiği odayı da hatırlayamamıştı yine. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktu. O kadar çok seyahat ediyordu ki. Son yıllarda sık sık hiç tanımadığı otellerde uyanıyor, mekânlar birbirine karışıyor, zihninde sürekli dans eden, iç içe geçip birbirine dolanan oda numaraları anlamını gittikçe yitiriyordu.

“Bakalım bu sabah neredeyiz” diye söylendi kendi kendine. “En azından beş yıldızlı zincir otellerden değil, bir tarzı var bu odanın, kendine has bir şahsiyeti. İyi de bu saate kadar nasıl uyuyakaldım ben?”

Üzerinde bir ağırlık vardı, bir uyuşukluk hali. Yavaş hareketlerle yatağından doğrulup ayağa kalktı. Pencereye doğru birkaç adım atıp perdenin kanatlarını yavaşça iki yana açtı. Güneşin göz kamaştıran ışığı odanın en kuytu köşelerini istila ederken, kamaşan gözlerini kapatıp bir süre dinlendirdi.

Göz kapaklarını yeniden araladığında aslında bir pencerenin değil bir balkon kapısının önünde durduğunu fark etti. Küçük balkonun alçak duvarından yükselen ferforje korkuluklar barok motiflerle bezeliydi. Odası da kaldığı butik otelin arka bahçesine bakıyordu. Sarı-kızıl yayvan yapraklı asırlık ağaçların ortasında dört yapraklı yonca şeklinde küçük bir havuz vardı. Sonbaharın dallarından usulca koparıp attığı akçaağaç yapraklarıyla kaplanmış fıskiyeli havuzun kenarındaki masalardan birinde genç bir çift kahvaltı ediyordu.

Uykuda gezer gibiydi.

Odayı bir uçtan ötekine sarsak adımlarla geçip banyoya girdi. Musluğu açıp soğuk suyu avuç avuç yüzüne çarpmaya başladı. Su zerrecikleri teninden sekip dört bir yana saçılıyor, dişlerini fırçalarken bir yandan da dünyaya yeni uyanan bir bebeğin şaşkın bakışlarıyla aynada kendini süzüyordu. Sağlam karın kaslarına, yüzünde beliren hafif kırışıklıklara bakılırsa kırk yaşlarında olmalıydı. Geniş bir alnı, düzgün bir burnu vardı. Kumral saçları kulaklarını örtüyor, dalgaları ensesine kadar iniyordu.

Peki neden çatmıştı kaşlarını öyle? Neden derin bir acı ve hüzün sinmişti o ela gözlerine? Neden ağzından bir şey kaçırmaktan korkar gibi, sımsıkıydı dudakları?

Yeniden odaya dönüp, büyük bir sabırla köşesinde kendisini bekleyen o berjer koltuğa oturdu. Habis bir ur gibi beyin kıvrımlarını teker teker ele geçiren, amipler misali hiç durmaksızın bölünüp dalga dalga içini kaplayan o paniği, o çaresizlik duygusunu görmezden gelmeye takati kalmamıştı artık.

“İyi, tamam anladık” diye mırıldandı kırık bir sesle. “Kaldığın oteli hatırlamıyorsun, peki nasıl geldin buraya? Ya ayın kaçı bugün? Peki, bir önceki gece hangi otelde kalmıştın? O zaman nerelerdeydin bakalım!”

En çok sakındığı soruyu pas geçiyordu sürekli. Sonunda dayanamayıp patladı.

“Diyelim ki, hepsinden vaz geçtik bütün bunların. Peki sen kimsin be adam? Asıl onu söyle bana… kimim ben ha, kimim ben!”

İşte şimdi o kaçınılmaz korkunç gerçekle yüz yüze gelmişti. İlk uyandığı andan itibaren sinsice içine yayılan kaygılar meydanı boş bulur bulmaz ayaklanmış, aman vermeyen hınzır çocuklar gibi koro halinde ondan hesap soruyorlardı.

“Adın ne senin, ya soyadın? Söyle bakalım geri zekâlı… Nereden gelip nereye gidersin sen?”

Başını elleri arasına almış, sessizce oturuyordu orada. Daha önce o renkli desenlerini hiç fark etmediği bir berjer koltuğun üzerinde. Hiç tanımadığı bir otelin, daha önce hiç görmediği bir odasında… Şuursuzca… Ne düşüneceğini ne yapacağını, daha doğrusu, neyi nasıl yapacağını bilmeden… Elleri zangır zangır titrer, baştan aşağı sırılsıklam terlerken.

Tek başınaydı!

Bu tür hikâyeleri çok duymuştu geçmişte kalan hayatında. Hatta ani hafıza kayıpları üzerine yazılmış makaleler bile okumuştu üniversite yıllarında. Ama bu vakalar başkaları için yazılırdı hep. Hem zaten hafızasını neden kaybetsin, öyle değil mi? Hiç mantıklı gelmiyordu bu durum kulağına…

Başını iki elinin arasına alıp öylece düşünedururken “Peki, neden ben?” diye bir altyazı akıp duruyordu zihninde.

“Neden şimdi? Neden burada? Neden bana?”

Yarım saate yakın bir süre o koltuğun üzerinde kıvranıp durmuş, hiç değilse bir ipucu bulabilmek umuduyla belleğini sonuna kadar zorlamıştı. Dönüp dolaşıp başladığı yere geliyordu her defasında. Sorduğu sorulara bir yanıt gelmiyordu kimseden.

Hayır, böyle olmayacaktı.

Bir şekilde toparlanmalı, zihnine çöken bu tekinsiz sis bulutuyla, içini kemiren bu bilinmezlikle her ne pahasına olursa olsun mücadele etmeliydi. Belleği hasar görmüş olabilirdi ama ruhu pes etmemişti daha.

Öyle ya! En büyük kozunu kaybetmemişti ki elinde tutuyordu hâlâ. Kararını vermişti. Tek hamlede oturduğu koltuktan doğruldu. Acınarak geçireceği saatler ona bir şey kazandırmadığı gibi, direncini de zayıflatıyordu. Madem beyninin kıvrımlarına sinmiş asi nöronlar onunla işbirliği yapmayı reddetmişti, o da çareyi başka yerlerde arayacaktı.

Alıcı gözle etrafına bir kez daha bakındı.

Yatağının başucundaki komodinin üzerinde az önce eline aldığı kol saati, ciltli bir kitap ve bir kurşun kalemden gayrı bir şey yoktu. Çalışma masasının üzerindeki dizüstü bilgisayarının kapağını kaldırdı ve açma düğmesine bastı.

Olacağı buydu işte! Bilmediği o şifreyi soruyordu elektronik sırdaşı.

“Onu hatırlasam sana ne gerek var zaten” diye söylendi içinden.

Birden zihninde bir ışık yanar gibi oldu.

“Telefonum, ya cep telefonum nerede benim?”

Feri kaçmış gözleriyle çevreyi taradı.Yok, yok, yok… İçine bir şüphe düştü. Yoksa bir cep telefonu yok muydu? Nihayet gördü onu. Yerde, duvarın dibindeydi işte! O tarafa doğru bir hamle yaptı, yere çömelip eline aldı o yassı, siyah, kaygan nesneyi.

Heyhat, kendi kimliğinin izini sürerken bu kez de kapağı bir yana savrulmuş, ekranı paramparça bir enkazla karşılaşmıştı.
Yutkundu.

Son bir umut, banyonun karşısındaki elbise dolabına yöneldi.

Biri lacivert blazer, diğeri kahve-bej ekose dirsekleri deri yamalı iki ceket asılıydı dolapta. Elleriyle yokladı. Ne bir cüzdan vardı ceplerinde, ne bir kartvizit, ne de kimliğine dair en ufak bir ipucu. Dolapta asılı gömleklerden, pantolonlardan da bir hayır gelemezdi zaten. Yerde duran tekerlekli valizini açtı son bir umut. İçinde yalnızca bilgisayarının çantası vardı, onun yan gözünde de bir şarj aleti.

“Nafile” diye söylendi kendi kendine. En ufak bir ipucu bile yok.

Tam o anda dolabın iç bölümündeki kasa ilişti gözüne.
Aradıkları o kasada olmalıydı!

Peki, ya kasanın şifresi?
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Hasan Saraç

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

12 YORUMLAR

  • Yanıtla Feyza Hepkarşı 6 Nisan 2020 at 10:47

    Çok etkileyici ve çok güzel, merak uyandırıcı bir kitap geliyor sanki 😊

  • Yanıtla Hasan Saraç 6 Nisan 2020 at 18:47

    Böyle düşünmenize çok sevindim. Benden üretmesi, değerlendirmek de sizden. İlginize ve yüreklendirici yorumunuza teşekkür ederim. Perşembe günü görüşmek üzere o zaman … :))

  • Yanıtla Isabel 6 Nisan 2020 at 23:01

    Harika bir kurgu 🙂
    Devamını merakla bekliyorum.
    Daha ilk bölümde sürüklüyor insanı.

  • Yanıtla Hasan Saraç 7 Nisan 2020 at 21:05

    Devamını merakla beklemenize sevindim… Emin olun ben de giriş bölümünü yazdıktan sonra epey merak etmiştim sonrasında neler olacağını… Savaşa giderken ordu yolda düzelir, der eski tarihçiler. Bazı yazarlar da kurguyu böyle geliştirirler zihinlerinde. İkinci bölümde yeniden buluşmak dileğiyle öyleyse… 🙂

  • Yanıtla Gürol Tulunay 9 Nisan 2020 at 13:59

    İkinci bölümü merak ile bekliyorum. Konunun beni etkilediğini söyleyebilirim. Tasvirleriniz havuzu ve arka bahçeyi anlatımınız çok hoş. Teşekkür ediyorum. Kitabınızı çok yönlü incelemeye çalışacağım.

  • Yanıtla Hasan Saraç 9 Nisan 2020 at 15:01

    Güzel yorumunuza teşekkür ederim. Madem öyle, her perşembe yeniden buluşmak dileğiyle selam ve sevgilerimi iletiyorum değerli okuruma…  
    Sağlıcakla kalın…
     
    Aslında ikinci bölüm de biraz önce yayınlandı zaten.. 🙂

  • Yanıtla Zeynep Paftalı 10 Nisan 2020 at 09:44

    Hasan Bey, tebrik ederim. İlk bölümdeki, “O kadar çok seyahat ediyordu ki. Son yıllarda sık sık hiç tanımadığı otellerde uyanıyor, mekânlar birbirine karışıyor, zihninde sürekli dans eden, iç içe geçip birbirine dolanan oda numaraları anlamını gittikçe yitiriyordu.” hissi, sizin de tahmin edeceğiniz gibi, bana çok tanıdık geldi.
     
    Devamını da okuyacağım.
     
    Sevgiler… 🙂

  • Yanıtla Hasan Saraç 10 Nisan 2020 at 12:37

    Merhaba Zeynep Hanım.
     
    Öncelikle yorumunuz için teşekkür ederim…
     
    Edebiyatın büyük ustalarına göre yazarlar, roman kahramanlarını yaratırken kendilerinden, tanıdıklarından, gözlemlerinden, okuduklarından esinlerinmiş.
     
    Erol’un çok seyahat etmesini, başına olmadık işler gelmesini, pes etmeyip yola devam etmesini düşünürsek yukarıdaki tanımlamaya epey uyduğunu söyleyebilirim… 🙂
     
    En iyi dileklerimle,
    HS

  • Yanıtla Murat Pirinççi 24 Mayıs 2020 at 07:37

    Mehaba Hasan Bey,
     
    Romanınızı dün gece facebook üzerinden bir tanıtım reklamı sayesinde okumaya başladım. 1. bölüm bitti. İlgimi çekti birkaç Internet sitesinde hem satın almak hem de okuyucu yorumlarını görmek için dolandım. Ancak satışı yokmuş. Sizden bir ricada bulunacağım. Bana imzalı olarak kitabınızı gönderme imkanınız var mı?
     
    İyi Bayramlar.
     
    Saygılarımla…

    • Yanıtla Hasan Saraç 24 Mayıs 2020 at 11:04

      Merhaba Murat Bey,
       
      Sizin de belirttiğiniz gibi bu kitap basıldıktan sonra tükendi, bir ihtimal bu yıl sonunda yeniden ikinci baskısı yayınlanacak.
       
      İlk bölümü Sen ve Ben sitesinden yaklaşık 5000 kişi okudu Murat Bey, pek çoğu da her yayınlanan yeni bölümü okumaya devam ediyor…
       
      Benim elimde ise acil durumlar için yalnızca 4-5 tane basılı kitap kaldı. Bu durumda size yardımcı olamayacağımı takdir edersiniz diye umuyorum. Ancak satışı devam eden yaklaşık 6 eserim daha var. Konuları farklı ancak her birinin kendine özgü çekiciliği olduğunu düşünüyorum.
       
      Kendi adıma dokuz yıl önce açtığım bir internet sitem var. Daha detaylı bilgiye oradan ulaşabilirsiniz 👉🏻 http://www.hasansarac.net
       
      İyi bayramlar diliyor, ilginize teşekkür ediyorum. Sağlıcakla kalın…
       
      HS

  • Yanıtla Burak Süalp 11 Haziran 2020 at 10:30

    Hasan Bey, çok güzel bir giriş yapmışsınız. Çok seyahat eden bir insan olarak, özellikle karakterin ilk uyanma sahnesine bayıldım. Çok güzel bir duygudur o. Bugün neredeyim ben? Benim için oyuna dönüşmüştü bu durum. Her uyanışta yeni bir mekanda yeni bir hayata başlar gibi. Tabi burada karakterimiz belli ki daha zor bir durumda. Bakalım hayat ona neler getiriyor. Kaleminize sağlık.

    • Yanıtla Hasan Saraç 11 Haziran 2020 at 12:35

      Çok haklısınız Burak Bey. Sık sık seyahat etmek zorunda kalanların ortak anıları bütün bu şaşkınlıklar… Bazen de odanın numarasını unutur insan, manyetik kartta da yazmıyor, bir kat görevlisi de yoksa hadi bir daha in lobiye… 🙂
       
      Ne yazık ki karakterimizi çok daha zorlu saatler bekliyor. Peki bir tesadüf mü bütün bu başına gelenler, yoksa karakterimizin de bir suçu, katkısı var mı bunda?
       
      Hangimiz hata yapmadık ki şu fani dünyada… Ben kendi payıma düşenden fazlasını bile yapmış olabilirim.
       
      Belki de bu yüzden çok kolay geliyor bana kurgu içinde kurgu yapmak, kendimi o karakterlerin yerine koymak…
       
      Elbette son karar her zaman değerli okurlarımıza ait… Umarım okumaya devam edecek vakti ve isteği bulursunuz. En iyi dileklerimle…

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan