13 Saat + 1 Ömür

13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 13

28 Mayıs 2020

Yazı: 13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 3 | Yazan: Hasan Saraç

 

Romanın birinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 1
Romanın ikinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 2
Romanın üçüncü bölümü için 👉🏻 Bölüm 3
Romanın dördüncü bölümü için 👉🏻 Bölüm 4
Romanın beşinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 5
Romanın altıncı bölümü için 👉🏻 Bölüm 6
Romanın yedinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 7
Romanın sekizinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 8
Romanın dokuzuncu bölümü için 👉🏻 Bölüm 9
Romanın onuncu bölümü için 👉🏻 Bölüm 10
Romanın on birinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 11
Romanın on ikinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 12

 
 

“Güzellik gizemli olduğu gibi korkunçtur da. Tanrı ile şeytan savaşır orada ve o savaş meydanı insanın ta kalbidir.”

– Fyodor Dostoyevski

 
Paris Review editörü Erol Adoni, ünlü yazar Prof. Moretti ile İtalya’daki bağ evinde bir söyleşi yapmak üzere İstanbul’dan gelir.

Otel odasında uyandığında kendi geçmişini hatırlayamayan Erol söyleşi bittiğinde hafıza kaybı yaşadığını anlatır ev sahibine. Bunun üzerine Erol’un rızasını alan Moretti hastasını hipnoz ile uyutur. Bir süre sonra da roman kahramanımızın üniversite yılları, içini kemiren o derin aşk acısı, işlediği büyük günah, babasının ölümü, artık her şey geride kalmaya başlar…

Babası ölünce uzun yıllardır yaşadığı New York’u terk eden Erol ailesine geri döner ve kendisine yeni bir hayat kurar.

Bu sırada Erol, Berivan adında genç bir kızla tanışmış ve ilişkileri günbegün geliştikçe hayatında ikinci bir bahar yaşamaya başlamıştır.

Bu bölümde kahramanımızın iş hayatına kısaca bir göz attıktan sonra yeni bir aşka yelken açılacak…

VE…
 
 

13. BÖLÜM

 
 
Yeni yıla yepyeni bir Erol olarak başlıyordum. Yoksa eski Erol yeni bir hayatla mı tanışıyordu? Ona bile razıydım.

Yeni hayat… Vita nova…

Noel öncesi New York’a bir kez daha gitmiş ve Macmillan Palgrave’deki direktörümle görüşmüştüm. Ona özel bir üniversitede ders vermeye başlayacağımı, buna ilaveten editörlük, eleştirmenlik, araştırma gibi konularda serbest zamanlı çalışabileceğimi söyledim. Düşük maliyetli, deneyimli işgücü bulmanın heyecanıyla bana hemen yeni bir sözleşme imzalatmak istedi. Bu olumlu gelişmenin tek mahzuru, imzalayacağım sözleşmenin rakip bir kuruluşla çalışmamı engelliyor olmasıydı.

Bir an için ‘Boş ver gitsin’ diye düşünsem de son anda Mustafa Hocamın tavsiyesini hatırladım. “Farklı alternatiflere kapını kapama” demişti bana.

“Peki, Paris Review bir rakip kuruluş mu sizce” diye sordum eski patronuma.

Kasıntı direktörümüz o en havalı edası, en etkili ses tonuyla “Her yayın kuruluşu bizim için bir rakiptir” diye cevap verdi.

Köklü geçmişiyle, araştırmaları ve özellikle de ünlü yazarlarla yaptığı söyleşilerle dünya edebiyatında önemli bir yeri olan Paris Review dergisinin Macmillan Palgrave gibi kitap basmadığını ve kendileriyle daha önceden prensipte anlaştığımı söyledim ona. Bir an şaşırdı, bocalar gibi oldu. Herhalde benim kendisinden önce bir başka yerle görüşme yapmış olabileceğimi tahmin etmemişti. Gözlüğünün ardından boncuk mavisi soğuk gözleriyle dimdik bakıyordu bana.

“Şaka mı yapıyorsun?”

Kurnazca bir çıkış, bir sindirme harekâtıydı bu. Eskiden olsa hemen pes eder, beni köşeye sıkıştırma manevrasını görmezden gelebilirdim. Ama artık üzerimde oyunlar oynansın istemiyordum. Ben de blöfüne blöfle karşılık verdim.

“Kesinlikle hayır. Onlar için yazar söyleşileri hazırlayacağım. Her ay farklı bir projemiz olacak. Bu alandaki şöhretlerini benden iyi biliyorsunuz.” Bir es verip devam ettim. “Belli mi olur, arada bir sizin yayınladığınız eserler hakkında da yazarlarınızla görüşüp tanıtımınıza katkıda bulunabilirim!”

Bunları söylediğime ben bile şaşıyordum.

Mustafa Hoca bana epey moral yüklemesi yapmış olmalıydı. En azından eski direktörüme onurlu bir çıkış yolu bırakmıştım. Bir an için ne diyeceğine karar verememiş gibi sessiz kaldı, yutkundu ve “Eğer bunca sene bizimle çalışmış olmasaydın” dedi, “bu ayrıcalığı sana tanıyamazdım ama madem durum bu… Öyle olsun bakalım.”

Sonra da protokolun en altına kısa bir madde ekleyiverdi keskinliği ve nobranlığıyla ünlü eski patronum.

Bu kez ben kazanmıştım!
 
 

* * *

 
 

Noel öncesi New York her zamanki gibi ışıl ışıldı.

Şehre gelen turistler Broadway müzikalleri için uzun bilet kuyrukları oluşturuyor, karınca sürüsü gibi bir kalabalık Beşinci Cadde’den Rockefeller Plaza’ya doğru gruplar halinde akıyor, her Noel öncesi dikilen o ışıltılı devasa çam ağacının önünde fotoğraf çektirmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.

Berivan’ı hatırladım sokakta yürürken. Olgunluğunu gizleyen o muzip gülüşü canlandı gözümde…

“New York’u da görmedim, Amerika’ya da hiç gitmedim” demişti ilk buluşmamızda. Acaba davet etsem gelir miydi benimle? Murray Hill’de Standard Jazz’a gitsek, ya da Village’da birlikte bir konser izlesek hoşuna gider miydi acaba? İstanbul’da kendini evinde hissediyor gibiydi ama New York çok mu yabancı gelirdi ona? Her yerde kendisi olabilen, kendini evinde hissedebilen özgür ruhlardan biri miydi o? Derinlerde bir yerde öyle olduğunu hissediyor ya da en azından öyle olmasını umut ediyordum.

İkide bir onu hatırlayıp, benimle şuraya gider mi, bundan hoşlanır mı diye düşünmek ne anlama geliyordu acaba? Yalnızlığımı ancak onunla giderebileceğimi mi düşünüyordum yoksa?

Üçüncü Cadde’deki o meşhur Barnes & Noble’un kitaplarla dolu raflarını, katbekat yükselen ihtişamını, dört katlı büyük bir kütüphane tadındaki mağazasını son bir defa ziyaret ettikten sonra New York’la vedalaşıp memleketime geri dönüyorum…
 
 

24 Nisan 2011 Pazar, İstanbul

 
 
Yeni yılda Corbus Coffee’ye artık gitmez olmuştum. Öte yandan, haftada bir ya da iki akşam farklı mekânlarda Berivan’la buluşmaya devam ediyorduk.

Güz döneminde ilk hocalık deneyimimi yaşamaya, Bilgi Üniversitesi’nde dersler vermeye başlamıştım. Derslerde anlattıklarımı kendisiyle paylaştığım zaman ilgiyle dinlese de Berivan genellikle kendi gerçeklerine kendi aklıyla ulaşmayı tercih ediyordu. Hayatın akışını olduğu gibi kabullenebiliyor ama ne akıntıya kapılıp gidiyor ne de inatla kıyıya tutunuyordu. Kimseye boyun eğmeden, kimseyi de ezmeden, adına hayat dediğimiz muammayla tek başına dans ediyordu.

Saygı duyuyordum ona. Hatta, biraz da kıskanıyordum galiba. Sanırım bu kadar da değildi onun hakkında neler hissettiğim. Yorgun ruhum huzur buluyordu onun yanında. Böylesine yakın görüştüğüm, bağlanmaya başladığım bu genç kızın işyerine ikide bir gitmeye çekiniyordum artık. Eminim o da bunun farkındaydı. Onun mesai saatlerine uygun biçimde akşamları bir yerde buluşuyor, karşılıklı yemek yiyor, her konuda saatlerce konuşuyorduk.

Bir tek konu hariç! O yirmi yıl boyunca ailemle neden görüşmediğimi, İstanbul’a neden hiç dönmediğimi ne Berivan sormuştu bana bir daha, ne de ben o konuyu açma cesareti bulabilmiştim kendimde.

Nisan ayında canlanan doğayla birlikte ilişkimiz de tomurcuklanmaya başlamıştı artık. Yolda yürürken, bazen koluma giriyor, ben de bazı geceler onu evine bırakırken usulca dudaklarından öpüyordum. Sanki ikimiz de ne yaptığımızın farkında değilmişiz gibi davranıp, kaldığımız yerden ilişkimizi sürdürüyorduk.

Erken büyümüş bir genç kızla büyümekte gecikmiş bir yetişkin erkektik biz. Belki de yitirdiğimiz aşkların mateminden yeni bir sevdanın filizlenmesini umut ediyorduk sessizce, içten içe.

24 Nisan 2011 Pazar günü her şey değişti…

Bostancı’dan kalkan öğlen vapuruyla Burgaz Adası’na gitmiştik o gün. Yıllardır görmediğim bu adayı kendi başıma ziyaret etmeye cesaret edememiş, sanki Berivan’ın varlığından medet ummuştum. Uzun süre etrafta amaçsızca dolaştık. Çocukken, gençlik yıllarımda yaz aylarında kaldığım evleri gösterdim ona. Nasıl yüzme yarışlarında kupalar kazandığımı anlattım gururla. Yüzünde o sıcak, anlayışlı gülümsemeyle beni dinliyordu sözümü hiç kesmeden.

Birkaç saat sonra adanın batısına ulaşmıştık. O bölgeden İstanbul’un manzarası bir başka olur. Sarayburnu’ndan Yeşilköy’e tüm Marmara sahilleri uzar gider önünüzde. En sonunda, asırlık ağaçların gölgesindeki bir balık lokantasına gidip oturduk karşılıklı. Önümüzde denize dimdik inen yamaç ve çevremizde yükselen sarp kayalar, oturduğumuz yere masalsı bir hava katıyordu. Yavaştan bir karides güveçle başladım rakımı içmeye. Yanında bol zeytinyağlı ve dereotlu fava, levrek marine, köpoğlu…

Berivan da benimle birlikte rakı içiyordu o gün. Saatler boyu, daldan dala atlayıp her şeyden konuştuk. Güneş İstanbul’un sürekli değişen ama hâlâ aşina siluetinin ardında batmaya hazırlanırken, Boston’dan neden apar topar ayrıldığımı başladım anlatmaya.

İlk otuz beşliği çoktan bitirdiğimizin farkında bile değildim artık. İkinci kadehinden sonra soda içmeye başlayan Berivan ise yine dirseklerini masaya dayamış, o derin kara gözlerini yüzüme dikmiş, sessizce beni dinliyordu. Anlattıkça çözüldüm, çözüldükçe anlattım. Hava kararmış, masamıza konan mumum titrek ışığında eli sımsıkı avucumun içine hapsolmuş, karşılıklı oturuyorduk. Akşam yemeğine gelenler çevremizi kuşattığında ben anlatmaya hâlâ devam ediyordum. Onlar hesabı öderken ben de hikâyemi bitirmiştim en sonunda.

Nefes nefese kalmıştım. Bir yandan sevdiğim kızın karşısında en zayıf yönlerimi, en utanç verici hatalarımı, en gizli korkularımı, kısaca o lanetli geçmişimi apaçık anlattığım için kaygı ve pişmanlık arasında bocalıyor, bir yandan da üstümden muazzam bir yükün kalkmış olmasının ferahlığını hissediyordum.

Bütün bu anlattıklarımdan sonra Berivan ne diyecekti?

Ne düşünecekti benim hakkımda? Bir kere başladıktan sonra duramamış, yaşadıklarımı, yaptıklarımı, çaresizliğimi, pişmanlığımı olanca çıplaklığıyla anlatmıştım ona. Saatlerce beni kesintisiz dinleyen Berivan “Demek onu bir daha hiç görmedin” dedi, sorarmış gibi.

“Evet,” dedim yarı bitkin. “Bir daha hiç görmedim onu. Anlattım ya…”

“Peki, Lisa’ya benden bahsettin mi telefonda?”

Bir kere daha benden önce gerçeği ifşa etmişti Berivan. O halimle bile anlamıştım ne demek istediğini.

“Hayır” dedim. “Senden hiç bahsetmedim Lisa’ya. Hiçbir zaman da etmeyeceğim…”

Mehtap geceyi aydınlatmaya başladığında biz de son vapuru kaçırmıştık. Gecenin sessizliğini bozmaktan ürker gibi fısıldadım:

“Birlikte yürüyelim mi?”

Kalbimin çarpıntısını işitmesinden korkuyordum. Ay ışığında gülümseyip başını eğdiğini gördüm. Anlamıştı… Sorumu sessizce yanıtladığı için minnetle doldu içim. Hesabı ödedim, sokak lambalarının aydınlattığı tenha sokaklarda iskeleye doğru yürümeye başladık. Sanki tüm dünya bizi birbirimize emanet edip derin bir uykuya dalmıştı. İskeleye ulaştığımızda iki katlı şirin bir otelin kapısından içeri girdik. Penceresi batıya bakan bir oda rica ettim güler yüzlü otel sahibinden.

Anahtarı cebime koydum.

El ele merdivenlerden yukarı doğru tırmanmaya başladık sessizce…
 
 

* * *

 
 
Moretti sırtını koltuğa yavaşça yasladı.

“Anlaşıldı” diye söylendi kendi kendine. Erol sevdiği biriyle, kendisini anlayan bir genç kadınla evlenmişti sonunda. Ve şimdi bir de çocukları olacaktı.

Ne yazık, diye geçirdi içinden. Her şey bir şekilde yoluna girmişken 11 Kasım’a, yani bir gece öncesine gelmek zorundaydılar. Erol’un bilinçaltına gömdüğü gerçeği, bir gece önce yaşadığı travmayı gün ışığına çıkarmak zorundaydı Profesör. Kendini bir cerrah gibi hissediyordu Bruno. Habis bir tümörü, kritik bir ameliyatla temizlemek zorunda kalan bir operatör gibi… O riski almasa hasta zaten ‘ölecek’.

Peki, ya hastasını ameliyat masasında kaybederse?

“Şimdi rahatlamanı istiyorum senden… İyice rahatla… Bana son bir şeyi anlatmanı istiyorum. Sonra seni uyandıracağım… Her şeyi hatırlayacaksın… İyi olacaksın… Kendini çok daha iyi hissedeceksin…”

Erol’a baktı. Hiçbir şeyden habersiz bekliyordu koltuğunda. Derinlerde sakladığı o uğursuz gerçek her neyse, birazdan açık edeceğinden, çırılçıplak kalacağından bihaber…

“Şimdi senden bir gece öncesine gitmeni istiyorum. Dün geceye. Yani 11 Kasım 2012 gecesine… Bana otele yerleştikten sonra neler olduğunu anlatmanı istiyorum. O elinde tuttuğun kitaba neler yazdığını, neden yazdığını anlatmanı istiyorum. Konuşmaya başlamadan önce iyice rahatla, tüm dikkatimle seni dinliyorum. Unutma, her şey yoluna girecek, anlattıkça ferahlayacaksın… Şimdi sakin ol…”

Erol başını hafifçe öne eğdi. Daha önce hiç böyle yapmamıştı.

“Evet, otele geldim. Resepsiyondaki kızla biraz sohbet ettik. Seninle bir görüşme yapmak üzere İtalya’ya geldiğimi bile söyledim ona. Keyfim yerinde. Mutluydum açıkçası… Sonra ona arabamın anahtarlarını verdim… O da bana odamın anahtarlarını…

Odama çıkıyorum şimdi. Biraz yorgunum ne de olsa… Soyunuyorum… Eşyalarımı birer birer yerleştiriyorum dolaba…

Cüzdanımı, pasaportumu, yanımda getirdiğim nakit paraları dolabın içindeki kasaya yerleştirip, kapağını kapatıyorum. Her yeni otele giriş yaptığımda yerine getirdiğim ritüeller bunlar. Oldukça sakinim, öyle aman aman bir acelem de yok, laptopumu açıyorum yavaşça. Yeni bir mesaj da yok İstanbul’dan. Biricik sevgilimden, Berivan’dan…

Sonra o kitabı alıyorum elime. Alıp da iki yıldır bir türlü kapağını açamadığım o kitabı…

Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi.

Bugün tam yirmi yıl oldu. Leana… Kötü bir insanım ben. Bencil. Korkak. Hak etmiyordum seni zaten… Veda etme vakti geldi artık, en sonunda. Elime kalemi alıyorum… Kapağı kaldırıp içine yazıyorum.

“Kızıl saçlı prensesim, bugün tam yirmi yıl doldu. Ayrı yürüdüğümüz yolun sonuna geldik artık. Elveda…”

Derin bir nefes alıyorum… Ve başlıyorum kitabı okumaya… Tam o anda telefonum çalıyor. Herhalde Berivan… Yüreğim hopluyor birden. Yoksa bir şey mi oldu? Hayır, o değildi beni arayan… Selin… Sesi telaşlı… Öfkeli…

“Lanet olsun Erol, Berivan hastanede… Hemen atla gel” diye bağırıyor telefonda.

“Neler söylüyorsun sen?”

“Duydun işte, hastanedeyiz hepimiz. Berivan’ı ameliyata aldılar. Hemen buraya gel…”

Bir anda dimağım uyuşuyor, ellerim buz kesiyor… “Ne demek ameliyat, Selin? Ne ameliyatı bu? Doğum mu?”

“Keşke öyle olsa… Kanama geçirmiş, bayılmış… Evde yalnızken. Annem tesadüfen telefonla aramasa… Neyse… Aldık, yetiştirdik işte hastaneye… Doktoru geldi… Çok kan kaybetmiş… Nabzı zayıf… Offff… ‘Umudunuzu kaybetmeyin, şimdi ameliyata alıyoruz’ deyip gitti o da! Bekliyoruz Erol, bekliyoruz…’

Başım dönüyor. Midem bulanıyor dipten, çok derinden. Bir yanardağ gibi patlamak üzere sanki…

‘Peki, nasıl olmuş Selin? Neden? Allah kahretsin, neden?’ diye bağırıyorum telefona… ‘Şimdi olmaz’ diyor… ‘Buraya gel sonra anlatırım.’

‘Şimdi söyle’ diye bağırıyorum. ‘Selin! Yalvarırım söyle bana…’ ‘İlk önce buraya gel’ diyor yine…”

Moretti, Erol’un iyice kontrolden çıktığını hissediyordu.

Bu trajediyi bir an evvel sonlandırmalı, onu uyandırmalıydı. Onca emek… Tamam işte, geldik artık sonuna derken her şey birbirine karışmıştı. Resmen bir bilinmeze doğru sürükleniyordu hipnozdaki adam…

“Erol, her şeyi anladım. Zorlama kendini… Rahatlamaya çalış, şimdi seni uyandıracağım… Yalnızca son bir soru. Selin anlattı mı sana neler olduğunu?”

“Evet, en sonunda anlattı. Tanrım… Ölüp de kurtulayım bu acıdan… Bir mesaj gelmiş çalışma odamdaki faks makinesine. Lisa’dan. Nereden bilsin evlendiğimi, karımın çocuk beklediğini? Haliyle Berivan da okumuş o faksı. Baygın halde yerde yatarken bulduklarında o kâğıt varmış elinde…

Bana yazmış Lisa… Leana bir araba kazası geçirmiş… Offff, ölmüş oracıkta Leana’m…

Ahhh… Bir de, bir de benim hiç duymadığım, hiç bilmediğim, varlığından hiç haberdar olmadığım bir kızım varmış benim… Hem de on dokuz yaşında… Adı da Angela…

Söyleyememiş Lisa bunca yıl bana, Angela’nın varlığını.

Bir türlü söyleyememiş işte, Leana yemin ettirmiş ona. Şimdi Boston’daymışlar… Kızım da beni oraya çağırıyormuş… Babam mutlaka annemin cenazesine gelsin diyormuş… Yoksa bir daha adını asla anmayacağım onun…”

Moretti bile sükûnetini kaybetmişti. Bir süre ne diyeceğini ne yapacağını bilemedi. Acaba bu hipnoz seansını hemen bitirmeli miydi? Bırakmalı mıydı Erol’u kendi haline? Yoksa ilk başta planladığı gibi ona her şeyi hatırlamasını mı söylemeliydi? Erol’a baktı, kamburu çıkmış, gözleri kapalı, yüzü bembeyaz.

İstanbul’daki doktor da kendisi gibi o riski alıp Berivan’ın ameliyatına girmemiş miydi tam da o saatlerde? Şimdi cesur olma zamanıydı. Bruno da öyle yapacaktı…

“Sakin ol Erol. Sakin ol… Şimdi derin bir nefes al, yavaşça kaslarını gevşet. Rahatla… Rahatla… Hepsi geçti… Şimdi seni uyandıracağım. Beşten geriye birer birer sayacağım. ‘Bir’ dediğimde gözlerini açacaksın. Uyandığında anlattıklarının tümünü hatırlamanı istiyorum. Unuttuğunu sandığın her şeyi hatırlayacaksın. Çok üzgünsün, biliyorum! Her şeye rağmen yaşamaya değer hayat. Her şeyin üstesinden geleceksin. İyi olacaksın… Şimdi rahatla… Koltuğunun arkasına yaslan, birazdan uyanacaksın… Ve güçlü olacaksın… Hazır ol, başlıyorum…”

Beş, dört, üç, iki…

Moretti’nin “Bir” demesiyle birlikte Erol da gözlerini açmıştı. Gözleri açıktı ama Moretti’yi göremiyordu sanki. Yeni doğmuş bir bebek gibiydi o koskoca adam. Neye baktığı, nereye baktığı bile belli değil. Belki de ana rahmindeki meçhul geçmişine dikmişti gözlerini.

Karşılıklı oturuyorlardı sessizce, ikisi de ne yapacağını bilemez bir halde. Bir süre sonra Erol’un alnı kırışmaya başladı yavaştan. Dudakları büzülüyor, yüzüne usul usul kan yürüyordu. Parmakları sımsıkı kavramıştı koltuğun kenarlarını. Bakışları derinleşiyor, giderek Moretti’nin yüzüne daha çok odaklanıyor. Hızla yaşlanan bir bebek gibi canlanıyor gözleri.

Tam da o sırada salondaki telefon acı acı çalmaya başlıyor yeniden. Moretti ne yapacağını bilemiyor bir an için. O telefonunun öteki ucunda kimin olduğunu merak ediyor elbette ama odayı terk edecek olursa, Erol yalnız başına kalacaktı geride. Bu aşamada o riski alamazdı profesör. Yok eğer o telefon öylece çalmaya devam ederse, bu kez de sona eren hipnozun etkisi tümüyle dağılabilir, Erol’un üzerindeki kontrolünü kaybedebilirdi. Neyse ki mutfakta oturan Andreana yetişmişti imdadına. Öyle olmalıydı. Zira, telefonun sesi kesilmişti aniden ve onun kısık bir sesle biriyle konuştuğunu duymuştu Moretti.

“Beni duyuyor musun Erol?” diye soruyor Moretti. “Burada mısın?”

“Evet, seni duyabiliyorum Bruno. Tanrım… Gerçek mi bütün bunlar? Ben mi yaşadım hepsini?”

Sesi yorgun… Sesi bezgin…

Yüzü buruşmaya, dudakları titremeye başlamış çoktan. Bir an duruyor öyle. Sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor oturduğu yerde. Hıçkırıklar arasında “Berivan” diye inliyor…

“Tanrım, onu bana bağışla!”

Moretti duygularını denetlemeye çalışıyor, sabırla bekliyor. Bir gözü Erol’un tepkilerinde, bir kulağı da dışarıda, aklı ise biraz önce çalan o telefonda.

Erol’un ağlamaya başlamasıyla birlikte hipnozdan tümüyle çıkıp artık normale döndüğünü yani “uyandığını” anlamıştı. Aslında bir süre ağlaması, deşarj olması, üzerindeki stresi boşaltması iyi de olurdu. Şimdi onu bir süre tek başına bırakıp, Andreana’dan o arada neler olup bittiğini öğrenmeliydi. Koltuğundan kalkıp sessizce odadan dışarı çıkıyor.

Erol çevresinde olan bitenin farkında değil… Yaşadığı şokun ya da artçı şokun etkisi altında, başını elleri arasına almış sarsıla sarsıla ağlamaya devam ediyor. Yirmi dört saat önce, hatta belki de bir ömür boyu yapamadığı ne varsa şimdi hepsini yapıyor…

Tik. Tak. Tik. Tak. Tik. Tak…

Belki beş, belki on, belki otuz dakika… Çalışma odasının kapısı yeniden açılıyor ve Moretti gelip yeniden aynı koltuğuna oturuyor. Erol ise hâlâ içini çekip inlemekte… Ağlayacak gücü, dökecek gözyaşı kalmamış artık.

“Bruno… Bruno, söyle bana, ne yapacağım şimdi ben? Nasıl yaşarım bundan sonra, nasıl bakarım insanların yüzüne?”

Sürekli bir şeyler mırıldanıyor kendi kendine. Kelimeler ağzında birbirine dolanıyor, giderek şiddetlenen şuursuz bir feverana dönüşüyor. Moretti onun hangi dilden konuştuğunu bile anlayamıyor artık. En sonunda profesyonel sorumluluğu ağır basarak idareyi ele almaya karar veriyor ve kollarını öne doğru uzatıp Erol’u omuzlarından kavrıyor.

“Erol, yeter artık. Seninle konuşmamız lazım.”

Hipnozun etkisinde değildi artık, yine de hâlâ öyleymiş gibi bir tepki veriyor Moretti’nin sesine. Sonra toparlanıyor… Yavaş yavaş toparlanıyor… Berrak bir İtalyanca’yla “Konuşacak ne kaldı Bruno, her şey bitti” diyor fısıldar gibi.

“Sakin ol Erol. Sen yalnızca düne kadar olanları biliyorsun. Ya sonra? Öğrenmek istemiyor musun bugün neler olduğunu?”

“Daha fazla acıya dayanamayacağım Bruno. Beni yalnız bırak lütfen…”

Moretti böyle giderse Erol’la kurduğu bağın temelden kopacağını anlamıştı. Yıllarca kendi kendine, başka hiç kimsenin çektiremeyeceği kadar çok acıyı kendine çektirmiş olan bu yorgun adama karşı sonsuz bir merhamet uyanıyor içinde. Onun bir şoka daha ihtiyacı olduğunu düşünüyor ve “Bir oğlun oldu Erol!” diye bağırıyor aniden. “Duydun mu beni?”

Erol’un göz kapakları hızla açılıyor. Duyduklarına inanmaktan adeta korkar gibi. Katlanamayacağı bir acı daha yaşamaktansa hiçbir şey duymak, hiçbir şey öğrenmek istemiyor besbelli.

“Duydun mu beni?” diye bir kere daha bağırıyor Moretti.

“Evet, duydum seni. Benimle oyun oynama artık, yeter! Yorgunum, kafam çok karışık, içim kanıyor, başım ağrıyor.”

Babacan bir gülümsemeyle yüzünü Erol’un yüzüne yaklaştırıyor profesör. Bu kez omuzlarını çok daha sıkı kavrıyor.

“Neden sormuyorsun annesi nasıl diye? Korkuyor musun yoksa sormaya! O zaman ben sana söyleyeyim. Annesi de iyi. İkisi de çok iyi…”

Berivan’ın adını nasıl telaffuz edeceğini kestirememiş, Erol’un aklını büsbütün karıştırmamak için “annesi” demeyi tercih etmişti Bruno.

Erol’un elleri yüzünü örtmüyordu artık. Başını kaldırıp profesöre dik dik bakıyor.

“Nereden biliyorsun?”

“Biraz önce sen hipnozdayken kız kardeşin evi aramış. Andreana konuşmuş onunla. Seni sormuş Selin. Biraz yorgun olduğunu, benimle birlikte bir başka odada oturduğunu öğrense de ısrar etmiş konuşmak için. Andreana da bir saat sonra aramasını söyleyip ‘Bir mesajın var mı?’ diye sormuş.”

Erol kulak kesilmişti.

“Peki, bir mesaj bırakmış mı?”

“Evet, söyledim ya sana biraz önce. Karının ameliyatı iyi geçmiş Erol, bir erkek çocuk dünyaya getirmiş. Öyle demiş kız kardeşin Selin, bizim Andreana’ya…”

Erol sanki yeni bir şoka girmiş gibi, bakışları alabildiğine donuk. Sevinmekten bile korkuyor sanki.

“Ne kadar oluyor arayalı?”

Moretti, Erol’un adım adım çözüldüğünü anlamıştı. Süreci etkilemek yerine kendi akışına bırakmanın daha sağlıklı olacağını biliyordu. Misafiri kendi yaralarını ancak kendi sarabilirdi bundan sonra.

“Yarım saat kadar oluyor.”

Erol’un bakışları biraz güçlense de nefes alışverişleri hâlâ düzensiz. Koltuğunda oturuş şekli bile henüz yeterince ümit vermiyor. Moretti, misafirinin bir süre daha dinlenmeye ihtiyacı olduğunu düşünüp zaman kazanmaya çalışıyor aslında.

“Bak Erol, sana anlattıklarım tümüyle gerçek. Karın sağ ve sağlığı yerinde. Sağlığı yerinde bir de oğlun oldu. Bunları ben söylemiyorum. Evi arayan kız kardeşin Selin söylüyor. Birazdan da seni arayacak. Hatta istersen Selin’le konuştuktan sonra buradan karını bile arayabilirsin.”

Erol, gözlerinde farklı bir ışıltıyla bakıyor Moretti’ye.

“Bir yarım saat daha bekleyemem Bruno. Lütfen bana hemen bir telefon ver. Selin’i derhal aramalıyım.”

Moretti onun yüzündeki aydınlığı görmüş, sözlerinin gücünü, içtenliğini hissetmişti. Masanın üzerinde duran cep telefonunu ona uzatıyor hemen. Erol bir makine gibi ezberinden numaraları tuşlamış, bağlantı kurulmasını bekliyordu. Daha beş saniye geçmeden yüksek sesle konuşmaya başlamıştı bile. Türkçe konuştukları için Erol’un kavga eder gibi neler söylediğini anlamıyor Moretti.

Aradan epey zaman geçiyor. Neler konuşuyorlardı acaba?

Keşke Türkçe bilseydim diye geçiriyor içinden Bruno. Erol’un sesinde bir yumuşama var sanki. Önündeki bloknota bir şeyler karaladıktan bir süre sonra telefonu kapatıyor.

Moretti yeni tanıştığı ama kaderin bir cilvesi birdenbire tüm hayatına, hatta ruhuna girdiği bu tuhaf misafire içini burkan bir şefkatle bakıyordu şimdi. Değerli bir dilbilimci, parlak bir editör, kültürlü bir dünya vatandaşı… Ama en çok da özgürlüğüne sahip çıkamadığı için acı çekmiş, öfkeler, pişmanlıklar yaşamış bir ademoğlu… Erol’un koltuğa oturuşunda, yüz hatlarında belirgin bir çözülme gördüğü için ev sahibi de rahatlamıştı.

“Bruno, dostum. Haklısın, çok şükür Berivan iyiymiş. Dualarım kabul görmüş, sorunsuz dünyaya gelmiş oğlumuz. Selin de bana hastanenin numarasını verdi. Şimdi müsaadenle bir de eşimle konuşmak istiyorum.”

“Benim odadan çıkmamı ister misin?”

“Zaten Berivan’la Türkçe konuşuyoruz biz. Lütfen rahatsız olma.”

Yüz ifadesi her an değişiyordu. Önce dehşeti resmetmişti çizgilerinde. Sonra korku telaşa, telaş meraka dönüşmüştü. Şimdi ise bakışlarında derin bir sevecenlik, biraz da utanç var, telefonun tuşlarına bile okşar gibi hafifçe dokunuyor. Çok geçmeden heyecanla konuşmaya başlıyor yeniden. Sesi titriyor, kâh ağlar kâh güler gibi boğuk hışırtılara dönüşüyor. Ardından, uzun süre fısıldaşıyorlar. Arada bir kendi adının geçtiğini fark ediyor Moretti. Erol’un sesi giderek yumuşuyor, gözlerinde adeta çocuksu bir ışık yanıp sönüyor. En sonunda minnettarlığını hissettiren bir ses tonuyla birkaç kelimeyi tekrar tekrar söyleyip, telefonu kapatıyor.

Şimdi aynı koltukta bambaşka biri oturuyordu sanki.

Ne hafızasını bir süreliğine de olsa kaybetmiş olmanın şaşkınlığı ne de merhamet dilenen acılı bakışlar vardı Erol’un gözlerinde. Hüzünlü ama bir o kadar da ferahlamış bir ifade… Bir süre sessizce karşılıklı oturuyorlar.

“İstanbul’dan ne haberler var dostum? Karınla konuşabildin mi? Yarın sabah İstanbul’a dönecek misin?”

“Berivan sana selam söyledi” diye başlıyor anlatmaya. “Bana gösterdiğin ilgi için, yardımların için sana çok teşekkür ediyor. Sesi çok iyi geliyordu Bruno. Düşünebiliyor musun! Bu öğlen ve akşam, iki kere de yavrumuzu emzirmiş. Annemle kız kardeşim de yanındaymış o saatlerde. Bana telaş etmememi söyledi.”

Bu noktaya geldiğinde Erol’un yüzünde bir teslimiyet ifadesi belirmişti.

“İstanbul’a ne zaman gideceğime gelince… Berivan şu anda orada her şeyin yolunda olduğunu söylüyor. Aniden annesini kaybeden bir genç kızın…”

Birden susuyor, yutkunuyor, sesi yeniden titremeye başlıyor.

“O genç kızın şimdi babasına çok ihtiyaç duyacağını söyledi. Öncelikle Boston’a gitmemi, Angela’ya göz kulak olmamı, sonra da evime ve aileme dönmemi istedi benden.”

Moretti böyle bir sonuç beklemiyordu besbelli. Derinden etkilenmişti.

“Peki, sen ne cevap verdin dostum?”

Erol’un yüzüne ilahi bir ışık vurmuş gibiydi.

“Ne diyebilirdim ki Bruno! Böylesine duyarlı ve yürekli bir eşim olduğu için ne kadar şanslı olduğumu söyledim ona. Tekrar tekrar teşekkür ettim.”

Birden oturduğu yerde irkiliyor yine. Belli ki onu bekleyen bir sonraki sorumluluk yüzünü göstermişti ufuktan…

“Şimdi hemen Lisa’yı aramalıyım” diyor boğuk ama kararlı bir sesle. “Geçmişimle yüzleşmeye, kızımı görmeye, Boston’a gidiyorum…”
 

SON

 
Hasan Saraç
 

Editör Notu:

Sevgili SenVeBen okurları, değerli yazarımızla çıktığınız 13 Saat + 1 Ömür maceramızın sonuna geldik. Önce değerli yazarımıza proje boyunca verdiği emek, harcadığı çokça zaman ve güçlü kalemi için teşekkür ediyorum. Ardından büyük bir bağlılıkla romanın her bölümünü takip eden, yer yer bizi sıkıştırıp bölümlerin daha uzun olması ve yayın aralığını sıklaştırmamız konularında ısrar eden ve bu bunu başaran 😉 siz sevgili okurlarımıza tek tek teşekkürlerimi sunuyorum.

Okurlarımızın bu bağlılığı akışımız konusunda yeni bir karar vermemize neden oldu. Segili yazarımız Hasan Saraç haziran ortası gibi yeni bir romanıyla bizlerle olacak. Biz bu projenin hazırlığı ile meşgulken sizler de arzu ederseniz Hasan Bey’in köşe yazılarını ve yazar biyografilerini sitemizden takip edebilir; dergimizde yer alan öykü, köşe yazıları ve daha birçok köşeyi de takip edebilirsiniz.

Keyifli okumalar dilerim.

Sevgiler,
Didem Çelebi Özkan

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

16 YORUMLAR

  • Yanıtla Nermin Özarslan 28 Mayıs 2020 at 14:12

    Çok güzeldi ama bu kadar çabuk bitmesini beklemiyordum dogrusu, birdenbire kendimi boşlukta hissettim. Şimdi pazartesi günü ben ne okuyacağım?

    • Yanıtla Hasan Saraç 28 Mayıs 2020 at 16:47

      Sevgili Nermin Hanım, samimi duygularınızı bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.
       
      Site yönetimi 13. bölüm sonuna bir açıklama ekledi birkaç saat önce. O açıklamayı okursanız, sizlerden tümüyle ayrılmadığımı göreceksiniz.
       
      Sen ve Ben sitesinde geçmişte yazılarım çıkmıştı, bundan sonra da çıkmaya devam edecek. Sitenin tüm yazarları listelendiği menüsünden tamamına erişebilir, yine bu sitede her gün bazen dört bazen beş kere yayınlanan kısa öykülere, haberlere, farklı konularda yazan diğer yazarların makale ve denemelerine ulaşabilirsiniz…
       
      Beraber geçen günler için bir kez daha teşekkür ediyorum…
       
      Sevgi ve saygılarımla 🙂
       
      HS

    • Yanıtla Kadriye Sarıhan Şener 29 Mayıs 2020 at 07:45

      Güzel bir öykü, bir sonraki bölümü merakla bekledim ve ilgiyle okudum. Hasan Saraç öykülerinin takipçisi olacağım bundan sonra.

      • Yanıtla Hasan Saraç 29 Mayıs 2020 at 12:52

        Bizi her bakımdan mutlu eden yorumunuz için çok teşekkür ederim.
         
        13. bölümün sonunda site yöneticimizin yaptığı açıklamayı okuduysanız bu sitede farklı zamanlarda farklı içeriği olan yazılarımın çıktığını fark etmişsinizdir. Örneğin 1 Haziran Pazartesi günü FRUED’un hayat hikayesi yayınlanacak benim kalemimden….
         
        Ve çok uzak olmayan bir gelecekte yeni bir romanla benzer bir projeyi başlatacağımızı, böylece beraberliğimizi sürdürmeye devam edeceğimizi bilmenizi rica ederim.
         
        Öte yandan daha önceden yayınlanmış bazı roman ve eserlerimin de tanıtımı yapılmaktadır Sen ve Ben sitemizde. Dilerseniz o görselleri tıklayarak daha ayrıntılı bilgi sahibi olabilirsiniz.
         
        Yakında yeniden görüşmek dileğiyle…
         
        En iyi dileklerimle,
         
        HS

  • Yanıtla Barış Savaş Tutar 28 Mayıs 2020 at 14:52

    Çok güzel bir sonuca ulaştı. Okudum ve çok beğendim… Çok duygulandım…

    • Yanıtla Hasan Saraç 28 Mayıs 2020 at 16:19

      Çok teşekkür ederim Barış Bey …
       
      Merak etmeyin, duygulanan bir tek siz değilsiniz… Ben de genellikle sonucu önceden tahmin etsem bile (sonlara yaklaştıkça final sahnelerini değiştirebiliyorum ) son satırları yazarken duygulanıyor, hatta göz yaşları döküyorum…
       
      Ne de olsa roman karakterlerim benim kalbimde yaşamaya devam ediyor ve bir parçam oluyor hayatım boyunca. Bazen de (tıpkı 13 Saat + 1 Ömür’de olduğu gibi) sevdiğim karakterleri sonraki romanlarımda yeniden hayata döndürüp nefes aldırıyorum 🙂
       
      En iyi dileklerimle…
       
      HS

    • Yanıtla Zeynep Öge 29 Mayıs 2020 at 08:37

      Etkilendiğim ve çok severek okuduğum bir roman oldu. Son bölümlerini hasta yatağımda okumak zorunda kalsam da çok güzeldi. Emeğinize yüreğinize sağlık. Yanıbaşımızda kitabın olmadığı, internetin olduğu her yerde kitap okumanın verdiği rahatlık, güzel bir duygu; yürekten teşekkürler.

      • Yanıtla Hasan Saraç 29 Mayıs 2020 at 12:58

        Öncelikle geçmiş olsun diyelim. Umarım şimdi daha iyisinizdir…
         
        Hayatınıza biraz olsun renk katabildiysek ne mutlu bize…
         
        Roman bitti ancak size veda etmedik değerli okurumuz. Farklı konularda kaleme aldığım yazılar sitede yayınlanmaya devam ediyor. Ne zaman dilerseniz sizi de aramızda görmek isteriz.
         
        En iyi dileklerimle 🙂
         
        HS

  • Yanıtla Günay Aydın 28 Mayıs 2020 at 16:28

    Soluksuz, bir çırpıda okudum. Tıpkı Erol’ un uyandıktan sonra şekilden şekle giren yüzüne benzer bir ruh haliyle ya da ona yakın…
    Son olmanın şanına yakışan bir bölümdü. Çok güzeldi. Şu an aklıma geldi de şahane bir film olurdu bu hikayeden.
     
    Çok teşekkürler Sn Saraç… Bu güzel, anlamlı zamanları yarattığınız için.
     
    Saygımla…

    • Yanıtla Hasan Saraç 28 Mayıs 2020 at 16:55

      Günay Hanım, bizi onurlandıran yorumunuz için çok teşekkür ediyorum.
       
      Bildiğiniz gibi son on yılda yedi romanım yayınlandı, iki de Yazdıklarıyla Yaşayanlar 1&2 adında edebi araştırma eserim mevcut. Onların her biri benim için çok değerli, bu romanlarda yaşayan karakterler de benim için aynı şekilde çok değerli. Zaten fark etmiş olduğunuz gibi onları özlüyor, sırf bu yüzden daha sonraki romanlarımda yeniden hayata döndürüyorum bazen 🙂
       
      Değerli site yöneticimizin de ilan ettiği gibi yaklaşık 5-6 hafta sonra yeni bir projeyle (bir başka romanımla..) yeniden birlikte olabileceğiz.
       
      Selam ve saygılarımla…
       
      HS

    • Yanıtla Hayriye Kaya 28 Mayıs 2020 at 17:27

      Bir sonraki bölümü sabırsızlıkla bekledim. Son bölümdede çok duygulandım. Teşekkürler Sn. Hasan Saraç. Haziranda yayınlayacağınız eserinizi sabırsızlıkla bekliyorum. Başarılarınız daim olsun.

      • Yanıtla Hasan Saraç 28 Mayıs 2020 at 18:40

        Bu güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim.
         
        Böylece hazirandaki projeyi bekleyen ilk yorumcumuz oldunuz.. 🙂
         
        İlk olmak daima iyidir, bir ayrıcalık kazandırır. Ben de önümüzdeki haftadan itibaren bu proje için hazırlıklarımı yapmaya başlayacağım.
         
        Bu arada Sen ve Ben sitemizde farklı konularda yazmaya da devam edeceğim. Örneğin yarın site yönetimine Freud’un hayat hikayesini göndereceğim ve pazartesi günü yayınlanacak. Daha önce çıkmış yazar portrelerine de siteden kolaylıkla ulaşabilirsiniz…
         
        En iyi dileklerimle 🙂
         
        HS

  • Yanıtla Nimet Canbayraktar 28 Mayıs 2020 at 22:12

    Çok güzeldi. Yakında bitecek demiştiniz ama bu kadar çabuk biteceğini düşünmemiştim. Daha başka ne olabilir diye düşünürken, sayfayı kaydırdığımda çıkan SON yazısı sürpriz oldu. Mutlu son güzel geldi bu tatsız günlere. Erol da nihayet huzura kavuştu, Ayrıca Leana’dan muhteşem bir de hediye aldı. Teşekkürler.
     
    Yeni proje eminim yine çok güzel olacaktır. Kaleminize sağlık.
    Bekliyoruz.

    • Yanıtla Hasan Saraç 28 Mayıs 2020 at 23:07

      Değerli, sevgili okurumuz Nimet Hanım…
       
      Yedi yıl önce basılan romanın kurgusuna ve genel hatlarına sadık kalarak neredeyse yeniden yazıldı bütün bölümler. Aralara küçük hatırlatmalar eklendi. Zira iki günde bitirilen bir romanı iki aya yaymak zorundaydık.
       
      Daha uzun sürebilirdi elbette. Ancak bir çok meraklı okurumuz bölümlerin çok kısa olduğundan şikayetçi olunca yayınlanacak bölüm sayısını 19 dan on üçe indirdim mecburen.
       
      On dört bölüm de olabilirdi, ancak 13 Saat + 1 Ömür adına yakışsın diye özellikle on üçte bitirdim 🙂
       
      Sonuçta mutlu olduğunuza çok sevindim. Güzel yorumunuz için de ayrıca teşekkür ederim.
       
      Bir sonraki romanımız biraz farklı olacak. Belki de ilk üç bölümü okumadan neler olduğunu kimse anlamayacak. Ama gerisinin yine ilginç bir gerilime sahne olacağını şimdiden söyleyebilirim 🙂
       
      Bir de bu roman sayesinde tanıştığınız psikoloji profesörü Mustafa Hoca’nın baş rolde olduğunu düşünürsek…
       
      HS

  • Yanıtla Münüre Özyalçın 30 Mayıs 2020 at 20:42

    Ne kadar teşekkür etsem azdır. Yüreğinize, kaleminize sağlık, çok keyif aldım. Haziranı merakla bekliyor olacağım. Selamlar.

    • Yanıtla Hasan Saraç 30 Mayıs 2020 at 23:31

      Siz değerli Sen ve Ben sitesi okurlarımız memnun kaldıkça biz de projelerimizi sürdürmenin yollarını aramaya devam ediyoruz.
       
      Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim.
       
      Berlittiğiniz gibi haziran ayının ikinci yarısında yeniden buluşmanın hazırlıkları içindeyiz.
       
      En iyi dileklerimizle…
       
      HS

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan