13 Saat + 1 Ömür

13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 6

4 Mayıs 2020

Yazı: 13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 3 | Yazan: Hasan Saraç

 

Romanın birinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 1
Romanın ikinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 2
Romanın üçüncü bölümü için 👉🏻 Bölüm 3
Romanın dördüncü bölümü için 👉🏻 Bölüm 4
Romanın beşinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 5

 
 

“Bir insan bir yere bakıyorsa orada ilgilendiği bir şeyler vardır. Bir insan bir yere hiç bakmıyorsa orada ilgilendiği bir şey kesinlikle vardır.”

– Sigmund Freud

 
Paris Review editörü Erol Adoni, ünlü yazar Prof. Moretti ile İtalya’daki bağ evinde bir söyleşi yapmak üzere İstanbul’dan gelmiştir.

Sabah otel odasında uyandığında kendi geçmişi ile ilgili hiçbir şey hatırlamayan Erol, söyleşi bitip de söz İstanbul’daki ailesinden açılınca iki kere üst üste bayılır. Ne yapacağını bilemeyen Prof. Moretti kendisini bir gece evinde ağırlamaya karar verir.

Bir süre sonra da başka bir çare kalmayınca, Erol’u hipnoz ile uyutup neden ve nasıl hafıza kaybına uğradığını keşfetmeyi planlar.

Neredeyse dokuz saattir hafıza kaybı yaşamaktadır kahramanımız… Geriye kaldı yalnızca dört saat… Ama biliyorsunuz, 13 saat ile bitmiyor her şey, 1 ömür daha var.

Artık 46 yılında olan Erol acaba nasıl bir çocukluk dönemi geçirmişti?

Biraz da kendi anlatsa, biz de dinlesek fena mı olur?
 
 

6. BÖLÜM

 
 
Evet, Erol’u hipnoz etmeye niyetlenmişti bir kere ama kendisine ne kadar güveniyordu acaba? İşin doğrusu duygusal sağ beyniyle, rasyonel sol yarımküresi arasında seçim yapmakta zorlanıyordu Moretti. Her şeye rağmen üstlendiği sorumluluğu yerine getirmeliydi. Ayağa kalktı, oda kapısını sessizce kapattı, yerine dönerken de rahatlatmak ister gibi Erol’un omzuna yavaşça dokundu.

Hipnoz sırasında görsel efektler kullanmayı sevmiyordu. Masasının üst çekmecesinden çıkardığı CD çalarını yanındaki sehpaya koyup tuşuna bastı. Uzaklardan gelen yaprak hışırtıları, kuş cıvıltıları ve kumsala usulca vuran dalgaların sesi bir anda odayı dolduruvermişti.

“Şimdi rahatça arkana yaslan” dedi Moretti o herkese güven veren yumuşak sesiyle. Sonra da çok ağır bir tempoda devam etti fısıldamaya.

“Gevşe… Bütün kaslarının çözülüp birer birer gevşediğini hisset… Ağır ağır… En tepeden parmak uçlarına kadar… Alnın, şakakların, yanakların… Şimdi de boynun, omuzların, sırtın, kolların, ellerin, parmakların… Ve en nihayet bacakların, ayakların… Gevşe… Tüm vücudun gevşiyor, sanki sıcak suların içinde yüzüyorsun… Şimdi yavaş yavaş göz kapakların ağırlaştığını hissediyorsun… Ağırlaşıyor… Ağırlaşıyor… Artık göz kapakların çok ağır… Açamıyorsun… Göz kapaklarına pranga vurulmuş sanki… İstesen de açamıyorsun…“

Bir süre sustu.

Erol’un trans konumuna gelmesini bekliyordu profesör. Bu aşamayı hızla geçip kaskatı kesilmesinden, donma haline geçmesinden, böyle olursa hastasının üzerindeki hâkimiyetini kaybetmekten korkuyordu. Tam gevşeme haline geçtiğinde Erol’un gerçekleri anlatmak yerine, zihninden olmadık hikâyeler uydurabileceğinin de farkındaydı. Travmaya neden olan anıyı birdenbire çağrıştırmanın risklerinden de çekiniyordu deneyimli hoca. Bu nedenle başlangıçta nispeten güvenli sularda dolaşıp, Erol’u yavaş yavaş bir sonraki aşamaya hazırlamayı planlıyordu. Ancak her şeyden önce, aralarındaki zihinsel bağlantıyı tümüyle kurmalıydı.

“Şimdi rahat mısın Erol?”

“Evet, çok rahatım.”

“Neredesin?”

“Senin evindeyim Bruno, çalışma odandaki koltukta oturuyorum.”

“Şimdi sana bazı sorular soracağım, bunlara cevap vermek istiyor musun?”

“Sence cevap vermeli miyim?”

“Senin geçmişinle ilgili merak ettiğim bazı konular var dostum, eğer sorularıma cevap verirsen çok memnun olurum, bu aşamaya senin tercihinle gelebilirsek daha iyi olur.”

“Madem öyle, biz de doğru olan yoldan ilerleyelim, sen de mutlu ol, ben de…”

“Çok güzel bir karar verdin Erol. Teşekkür ederim… Hazır mısın?”

“Evet Bruno, hazırım” derken karşısında oturan halsiz adamın yüz kaslarının ilk kez rahatladığını görmek Moretti’yi ferahlatmıştı.

“Ne zaman doğdun Erol, hatırlıyor musun acaba?”

“1966 yılında doğdum, 5 Nisan günü…”

“Peki, nerede doğdun?”

“İstanbul’da doğmuşum, pasaportumda da öyle yazıyor zaten.”

Demek Erol gerçek bir İstanbullu diye geçirdi içinden Moretti.

Şimdi çocukluk çağından bir dönem seçmeliydi. Yavaş yavaş, adım adım…

“Şimdi benim söylediklerimi dikkatle dinlemeni istiyorum senden. Farkındasın değil mi? Bak, vücudunun kasları tümüyle gevşemiş durumda. Göz kapakların ise sımsıkı kilitlenmiş, sanki mühürlenmiş. İstesen de açamıyorsun… Artık zihnini, duygularını, belleğindekileri… Tümüyle hepsini benimle paylaşmak istiyorsun. Bunu gerçekten yapmak istiyorsun. Anlatmak ve rahatlamak, daha çok rahatlamak istiyorsun. Ve beni dinliyorsun… Gözlerin kapalı… Şimdi on ikiden başlayıp geriye doğru saymaya başlıyorum. Önünde on iki basamaklı bir merdiven var. Her defasında o merdivenden bir adım aşağıya ineceksin. Her basamakta bana biraz daha yaklaşacaksın. Son basamağı indiğinde geçmişine gitmeye, gördüklerini, duyduklarını bana anlatmaya hazır olacaksın… On bir… On… Sakin sakin, yavaş yavaş, zemine, attığın her adımla birlikte varacağın en son noktaya git gide yaklaşıyorsun… Dokuz… Sekiz… Yedi… Biraz dinlen… Huzur… Zihnini rahat bırak… Altı… Beş… Dört… Çok az kaldı. Kendini iyi hissediyorsun. Çok iyi, çok rahat hissediyorsun. Birazdan buluşacağız… Bunu sen de istiyorsun. Buluştuğumuza çok mutlu olacaksın. Tamam… Şimdi… Üç… İki… Bir…”

Moretti sustu… Erol oturduğu koltukla kaynaşmış gibiydi…

Bir aksilik olmazsa birazdan önemli ya da anlamlı sayılabilecek bilgilere ulaşabileceklerdi. Erol’un hipnoz altında nasıl tepkiler vereceğinden henüz emin değildi Profesör. Eğer sorularını tasarlarken belli kişileri ismen anarsa ve o kişiler hakkında neler hissettiğini öğrenmek isterse, alacağı cevaplarda hata payı yüksek olabilirdi. Yönlendirme yapmadan sorgulamaya geçmesi, en azından başlangıçta kesin tarihler vermek yerine, makul zaman aralıkları belirlemesi gerekiyordu.

“Şimdi, senin yedi yaşındayken nerede yaşadığını öğrenmek istiyorum Erol. O yılı düşündüğünde aklına neler geliyor, neler hatırlıyorsun?”

Erol sakin bir sesle anlatmaya koyulmuştu:

“İstanbul’un Anadolu Yakası’nda oturuyorduk. Evimiz Moda semtindeydi. Tam da Moda burnunun ucundaki dört katlı bir apartmanın ikinci katında oturuyorduk. Bir üst katımızda da babaannem yaşıyordu. İlkokula gidiyordum.”

Erol sustu bir an için. Hafifçe kıpırdandı yerinde.

“Bir gece babam aniden annemi de yanına alıp apar topar evden çıktı, beni de babaanneme bıraktılar. Böyle olacağını babam bana daha önce söylemişti. Yani az buçuk biliyordum neler olacağını ama yine de paniklemiştim işte. Birkaç gün ortalıkta gözükmediler, dönmediler bir daha eve. Annemi çok özlemiştim. Babaannem en güzel yemekleri, en sevdiğim kurabiyeleri yapıyordu ama ben sürekli annemle babamı istiyordum. Neden sonra, en nihayet döndüler eve. Annemin kucağında bir bebek vardı. Kırmızı yüzlü, tüy gibi siyah saçları olan tuhaf bir şey… Onu bir başka odaya koydular, ben de gidip baktım. Süslü bir sepette uyuyordu, annem de yanındaki kanepeye uzanmıştı. O sepetteki bebeği kucağıma almak istedim, bana ‘Şşşşt sakın dokunma kardeşine, Selin uyuyor’ dediklerini hatırlıyorum.

Ağlamak geliyordu içimden. Kızgındım, hem de çok kızgın. Bu Selin çok küçüktü. Çirkin, yaygaracı bir şey… Üstelik de kız! Herkes de ona yaranmaya çalışıyordu. Anlaşılan ben artık babaannemin ‘prensi’ değildim. Annemin ‘canının içi’, babamın ‘aslan oğlu’ da değildim. O gece saatlerce ağladım, ta ki ağlamaktan yorgun düşüp uyuyana kadar…”
 

12 Aralık 1973, İstanbul

 
O gün okul servisinden indiğimde beni kapıda babam karşılamıştı. Biraz ciddi, biraz da şakacı bir hali vardı. Sanki nasıl olması gerektiğine karar verememiş gibi.

“Hadi bakalım, benim ofise gidiyoruz” dedi. Hem sevinmiş hem de çok şaşırmıştım. Babamın ofisi bizim sokağın öteki ucunda, başka bir apartmanın giriş katındaydı. Hafta sonları hariç her gün oraya gider, misafirleriyle buluşurdu. Bir keresinde amcam bizim evde yemek yerken “senin şu hastaların” dediğinde babam kaşlarını çatıp “hayır onlar benim hastalarım değil, misafirlerim” diye düzeltmişti.

Benim bu ofise tek başıma gitmem yasaktı. Babamın ofisine bugüne kadar yalnızca iki kere, annemle birlikte girebilmiştim. Çalışma odasını dikkatle incelemiş, sanki beynimin hafıza kıvrımlarına inceden inceye nakşetmiştim orada gördüklerimi. İçerde fazla eşya yoktu. Karşı duvarın önünde büyücek bir masa, arkasında bir, önünde iki kadife koltuk. Bir duvarı da tavana kadar kitaplarla dolu bir kütüphane. Odanın bir köşesinde de bir divan vardı.

“Bazı misafirlerim buraya uzanır, bazıları da şu koltuğa oturur” demişti bana. Sonra da “Büyüyünce senin de böyle bir ofisin olacak” diye eklemişti.

Heyecanlanmıştım. Böyle havalı bir odam, şık bir ofisim olsun isterdim tabii. Kim istemez!

Şimdi de babamın elinden tutmuş o ofise doğru yürüyordum işte. Öteki elimde de okul çantam vardı. Ağırdı ama babam bana hep “Kendi çantanı kendin taşımalısın, yoksa başkalarına karşı hep başı eğik kalırsın” derdi. Ne demekse. Nasıl yani diye sorardım bazen. O da biraz duralayıp, büyüyünce anlarsın derdi. Acaba ne zaman o kadar büyüyecektim?

“Kurda ensen neden kalın demişler, kendi işimi kendim görürüm demiş” diye anlatırdı bazen de. Halbuki okulda hep birbirinize yardımcı olun der dururdu öğretmen. Hangisi doğruydu acaba?

Paltosunun cebinden çıkardığı anahtarlarla apartmanın kapısını açtı, ardından giriş katındaki ofisinin kapısını.

Hava kararmıştı. Odaya girince masanın üzerinde duran lambanın önündeki zinciri aşağıya çekiverdi. Odayı gizli gizli aydınlatan o yeşil lambayı çok severdim.

“Hadi bakalım, seninle biraz konuşalım” dedi yumuşak bir sesle.

Yüzündeki gülümsemeye rağmen durumda bir tuhaflık vardı. Anlamıştım bunu. Yoksa ben okuldan gelince hemen üçüncü kata çıkıp babaannemin tarçınlı cevizli çöreklerinden yer, sonra aşağı inip anneme giderdim. Annem beni sımsıkı kucaklar, okulu sorardı, ben de anlatırdım çabuk çabuk. Sonra da üstümü değiştirir, ödevlerimin başına otururdum. Oysa şimdi babam beni o yasak ofise getirmiş, bir şeyler konuşmak istiyordu.

“Nasıl geçti bakalım günün?”

Bu soruyu annemin sorması gerekmiyor muydu? Babam bana okulla ilgili soru sormazdı ki hiç. Bir tek okulun ilk günü beni elimden tutup sınıfa götürürdü. O kadar.

“İyiydi işte” dedim yakamı düzelterek. “Murat’la Sinem kavga etti derste, öğretmen de ikisine birden ceza verdi. Bu akşam üç sayfa dolusu ‘özür dilerim’ yazacaklar. Aslında kavgayı Sinem başlattı. Zaten kavgayı hep o başlatır sonra da diğerlerini suçlar sanki kendisi masummuş gibi. Hep birilerine bağırır, hep birilerine yalancı der, hile yaptığını iddia eder.”

“Neden acaba?” diye sordu babam.

Ne bileyim neden!

“Sinirli olduğu için” dedim.

“İyi ya işte, neden hep sinirli, ben de onu sordum” diye üsteledi babam. “Sen de hep sinirli misin?”

“Hayır” dedim, “Neden sinirli olayım?”

“Demek bir nedeni olmalı” dedi. Bakışlarını yüzüme dikmiş beni izliyordu. Canım sıkılmıştı.

“Bunu sormak için mi getirdin beni buraya?” dedim. Gülmeye başladı. “Yok be oğlum, ofisin havasından olsa gerek, seni biraz konuşturmaya çalışıyordum, o kadar. Ben sana asıl annenden bahsedecektim. Biliyorsun, yakında bir kardeşin olacak…”

Evet, onu biliyordum. Bir kardeşim olacaktı. Zaten nasıl bilmem!

Anaokulunu bitirmiş, ilkokula başlamıştım. İlk gün de yeni formamı giyip kasıla kasıla okuluma gitmiştim. O saçma sapan çocuk giysileri yoktu artık üzerimde. Hocamız bile değişmişti. İlk günün sonunda servise binip eve dönerken o kadar heyecanlıydım ki. Elimde çanta, koşa koşa babaannemin katına çıkmıştım, üçüncü kata. Meğerse annem de orada beni beklermiş. Babaannem her zamankinden daha neşeli görünüyordu. Annem de her zamankinden daha çok gülüyor, durup durup bana sarılıyordu. Sütle kurabiyeyi bile unutmuşlardı. “Erolcum, müjde sana bir kardeş geliyor” deyip duruyorlardı.

Müjde mi? Donakalmıştım.

Hani Belgin Hocamın bana neden aferin dediğini anlatacaktım? Kimse sormamıştı ki!

“Bilmez olur muyum baba. Mahallenin çocukları bile biliyor bunu. İkide bir soruyorlar bana, ne zaman diye, ben de nereden bileyim deyip başımdan savıyorum hepsini. Ne meraklı şeyler ya!”

“Peki, sen merak etmiyor musun?”

“Neden edeyim, annem bana hep anlatıyor zaten. Geçen gün elimi tutup karnına koydu, ‘Bak Erol, kardeşin tekmeliyor, duyuyor musun’ dedi, sonra da ‘çok az kaldı’ diye ekledi.”

Az kaldıysa biraz beklese ya, ne diye tekmeleyip duruyor? Diyecektim, demedim… Babam neler düşünüyordu acaba? Bir şey söylemedi, yalnızca gözlerimin içine bakıyordu o da. Tıpkı annemin zaman zaman yaptığı gibi.

“Annen doğru söylemiş oğlum” dedi sonunda. “Biz de bilmiyoruz ne zaman. Bugün yarın, dedi doktor.”

“Peki, sonra ne olacak?” diye sordum.

Babam çok önemli bir sır verecekmiş gibi bana doğru eğildi.

“İşte ben de sana onu anlatacaktım. O gün gelince annenle doktora gideceğiz. Kardeşin doğunca ben birkaç gün annenin yanında kalacağım. Sen de babaannenle kalacaksın. Sonra eve döneceğiz, kocaman bir aile olacağız.”

“Anneannem de gelecek mi İtalya’dan?”

Sanki bu soruyu beklemiyordu. Şaşırmış gibiydi.

“Gelmez olur mu, deden de gelecek. Tabii bizim evimiz onlarınki kadar büyük değil, bir otelde kalacaklar ama her gün anneni, kardeşini görmeye gelirler.”

“Ya beni?” diye düşündüm. Bir şey demedim. Ama konuşunca sesim çatlak çıktı biraz.

“Peki, okul ne olacak? Ben okula gitmeyecek miyim?”

“Öyle şey olur mu?” dedi babam. “Tabii ki gideceksin. Derslerine annen yardım edemese de merak etme, akşamları bakarız birlikte.”

Birden kızmıştım.

“Ben kimseden yardım istemiyorum ki” diye bağırdım. “Hem sen demez misin hep, kendi işini kendin gör diye!”

Aslında bizim evde her şey biraz karışıktı.

Annem benimle hep İtalyanca konuşurdu. Ben de ona bazen İtalyanca, çoğu zaman da Türkçe cevap verirdim. Babaannem benimle Türkçe konuşur, arada bir Fransızca laflar ederdi. Ben de hep Türkçe cevap verirdim. Babam annemle bazen İtalyanca, bazen Ladino konuşurdu. Bir şeye kızdığı zaman da Türkçe cevap verirdi. Babaannem oğluna hep Fransızca seslense de babam ona ya Ladino ya Türkçe karşılık verirdi. Annemin ailesi İtalya’dan geldiğinde ise herkes İtalyanca konuşurdu.

Sokakta oynamaya başlayınca esas dilim Türkçe olmuştu.

Moda’da az sayıda Yahudi olsa bile çok büyük çoğunluk Müslüman’dı. Sokak küfürlerini, evde duymadığım, bilmediğim kelimeleri hep mahalledeki arkadaşlarımdan öğrenmiştim. Hava kararıncaya kadar önümüzdeki boş arsada top koşturur, ağaçların altında misket oynardık. Akşam vakti yemekten sonra etraf büyüklere kalırdı. Kızlı erkekli gençler evlerin önünde buluşur, dondurma yer, pilli radyolarından müzik dinlerlerdi. Ben de pencerenin önüne oturup onları izlerdim. Çocuktum ya, akşamları dışarı çıkmama izin yoktu.

Amcamlar Şişli’de oturduğundan kışın pek gidip gelmezdik. Kuzenim Yusuf benden altı yaş büyüktü. Hep ona özenir, onun gibi olmak isterdim. Uzun boylu, mavi gözlüydü. On üçüncü yaş gününde sinagogda büyük bir tören düzenlenmiş, artık erkekliğe kabul edildiği bar mitzvahında herkes hayranlıkla onu izlemiş, onu kutlamıştı. Akşam olunca da adını bilmediğim büyük bir otelde hep birlikte eğlenmiştik.

Selin doğduktan sonra her şey değişti ne yazık ki. Hele o hastaneden döndükleri günü hiç unutmuyorum. Annem kapıdan girerken kucağında içi görünmeyen beyaz bir bohça vardı. Onun kat kat sarmalanmış bir bebek olduğunu sonradan anladım. Selin.

Geldi gelecek diye haftalardır beni oyaladıkları kız kardeşim. Aslında hiçbir şeye benzemiyordu. Ufacık, kırmızı bir suratı vardı. Sımsıkı kapalı gözler. Yassı bir burun. Bir anda minicik ağzı bir kuyu gibi açıldı ve bir yaygara koptu evde. Annem onu kucağında sallayıp avutmaya çalışıyor, babaannem karnı acıkmıştır diye telaşlanıyor, babam ortalıkta şaşkın şaşkın dolanıyor. Benimse yüzüme bakan bile yoktu! O anda tek bir şey istiyordum: Bu bebek geldiği gibi gitsin ve bir daha asla dönmesin!

Yazları Burgaz adasında möbleli bir ev kiralardık.

Haziran ayı geldi mi eşyalar toplanır, Bostancı’ya kadar bir kamyonetin arkasında taşınırdı. Ben kamyonetin arkasında gitmeyi isterdim, babam da beni hep kucağına alırdı. Adaya taşındığımızda annemin keyfi yerine gelirdi. Annem İtalyandı ya, tüm Sermonetta sülalesi orada yaşadığı için bizim zaten İstanbul’da fazla akrabamız yoktu.

Genellikle amcamlarla aynı sokakta yazlık kiralardık. Akşama doğru Karaköy ya da Bostancı iskelesinden gelen vapurları gözlemeye başlar, babalarımızın adaya dönüşünü beklerdik. Her gece bir evde toplanır, birlikte yemek yerdik. Başka geceler çocukların sokağa çıkıp oynamasına izin verilirdi ama cuma akşamları evden çıkmazdık. Yasaktı!

Yüzmeye ilk olarak bizim Moda’daki evin önündeki Moda Deniz Kulübü’nde başlamıştım. Mayıs ayında bile hava güzel olunca oraya gider, önündeki plajdan denize girerdim. Yüzmeyi doğru dürüst öğrenmek için sekiz yaşını beklemem gerekti. O yıl kuzenim Yusuf beni de kendi gittiği Adalar Su Sporları Kulübü’ne götürmeye başladı. Her gün antrenmanlara birlikte gidiyorduk. Geceleri kendi arkadaşlarıyla vakit geçirse de gündüzleri benim adadaki en yakın arkadaşım hatta sırdaşım olmuştu Yusuf.

Antrenörümüzün dediğine göre vücut yapım yüzmeye çok uygunmuş. Bana yüzme stilimi geliştirecek özel dersler verir, babama benim ilerde çok iyi bir yüzücü olacağımı söylerdi. O zaman gururlanır, babam beni o şımarık Selin’den daha çok sevecek diye ümitlenirdim.

Selin İtalyanca, Fransızca ve Türkçe kelimeleri birbirinden ayırt edip konuşmaya başladığında ben çoktan dördüncü sınıfa geçmiştim bile. Şimdi nedense herkes yeniden benimle ilgilenmeye başlamıştı. Bir sonraki yıl sınavlara girecek ve iyi bir okulu kazanmaya çalışacaktım. Babaannem benim de kuzenim Yusuf gibi bir Fransız okuluna gitmemi istiyor, annem ille de İtalyan Lisesi olsun diye tutturuyordu. Babam ise zaten kendisi gibi bir psikolog olmama çoktan karar vermiş, ünlü psikologların hep Alman ekolünden çıktığını öne sürüp benim Almanca eğitim veren bir liseye gitmemin şart olduğunu iddia ediyordu.

Özetle benim ne istediğimi soran yoktu!

Pek de aldırmıyordum zaten. Yine de, Burgaz’daki arkadaşlarımın çoğu Avrupa yakasında oturduğu için gözüm karşı taraftaydı. Dördüncü sınıftan itibaren özel dersler alıp sınava hazırlandım. Sürekli test çözmekten çok bunalmıştım ama sonuçlar açıklandığında babamın keyfi yerine gelmişti.

Avusturya Lisesi’ni kazanmıştım.
Babam artık benimle gurur duyuyordu.

Galiba artık büyümüştüm…
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Hasan Saraç

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

10 YORUMLAR

  • Yanıtla nimet canbayraktar 4 Mayıs 2020 at 14:22

    Sürpriz. Bugün pazartesi ama öykümüz devam ediyor.
    Teşekkürler, güne anlam katacak bir sebep daha. Üstelik çok ta güzel bir vakit geçirme aracı.

  • Yanıtla Hasan Saraç 4 Mayıs 2020 at 16:07

    Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim Nimet Hanım… Zaten bu haftadan itibaren her Pazartesi ve Perşembe bölümleri yayınlamaya devam edeceğiz. En iyi dileklerimizle 🙂

  • Yanıtla Günay Aydın 4 Mayıs 2020 at 16:42

    Ne güzeldi…
    Kardeş kıskançlığı Erol’u nerelere götürecek bakalım.
    Haftanın iki günü iyi olmuş bu arada.
    Perşembe burda olacağım.
     
    Sağlıklı, mutlu günler ….

  • Yanıtla Hasan Saraç 4 Mayıs 2020 at 18:00

    Sıcak ve değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim Günay Hanım. Sanırım daha epey yolumuz var.
     
    Ve beklenmedik sürprizler 🙂
     
    Örneğin sekizinci bölüm başlamadan önce bir başka sırrımı size açıklasam mı diye düşünmeye başladım bile …
     
    Malum, hınzır yazarların çıkını kalabalık olur, her elinize attığınızda yeni bir şeyler çıkar ortaya.
     
    Sevgiyle …

  • Yanıtla Günay Aydın 4 Mayıs 2020 at 18:44

    Öyle diyorsanız öyledir.
    Sürpriz konularında karar sizin…😊
    Teşekkür ederim.

  • Yanıtla Demet Ersoy 4 Mayıs 2020 at 20:31

    Merhaba! “Pazartesi” benim için de çok hoş bir sürpriz oldu.
     
    Hani çocukken postayla gelmesini beklediğiniz derginiz vardır ya da “Arkası Yarın”, “Radyo Tiyatrosu” gibi programlar… Nasıl heyecanla bekler, kavuşmayı iple çekerdik.
     
    Bu dizi roman da öyle oldu benim için. Korona günlerinde ilaç gibi geldi. Evinizde bulunan herhangi bir kitabı okumaktan çok daha heyecan verici, sıcak duygular yaşatan, nostaljik bir aktivite oldu benim için. Saati her Perşembe 13:00’a kurmuştum, şimdi bir de her Pazartesi 17:00’ı ekleyeceğim demek ki!
     
    Tamamiyle tesadüfi oldu sizi tanımam. Bir Facebook iletisinde dikkatimi çektiniz. Öncelikle “Yazdıklarıyla Yaşayanlar”ı edinmek istiyorum. Fırsat bulduğumda sipariş edeceğim. Umarım tanışıklığımız diğer kitaplarınızla da devam eder.
     
    Verdiğiniz mutluluk için teşekkür ederim!

    • Yanıtla Hasan Saraç 4 Mayıs 2020 at 22:52

      Ne güzel paylaşmışsınız duygularınızı…
       
      Çok teşekkür ederim ilginize ve desteğinize değerli okurumuz Demet Hanım… Bir küçük hatırlatma, Pazartesi günleri 17.00 yi beklemenize gerek olmayacak. Sabah saat yedide yayınlanıyor pazartesi gününün dosyası..
       
      Size mutlu edebilmek bizi de mutlu ediyor… Yoksa neden bir şeyler yazabilmek için o kadar araştırma yapıp ter dökelim ki 🙂
       
      Ben prensip olarak okumaktan hoşlanacağım hikâyelerin peşinde koşuyorum. Takdiri okurlara kalmış… En iyi dileklerimle…

  • Yanıtla Hasan Saraç 4 Mayıs 2020 at 20:51

    Anlayışınız için ayrıca teşekkür ederim Günay Hanım … en iyi dileklerimle 🙂

  • Yanıtla Nermin Özarslan 5 Mayıs 2020 at 00:49

    Bugün 6. bölüm gelince çok sevindim, haftada bir kez az geliyordu ama şımarıp yakında “haftada üç bölüm olsun “dersek şaşırmayın. Teşekkürler zevkle okuyorum.

  • Yanıtla Hasan Saraç 5 Mayıs 2020 at 11:56

    Günaydın Nermin Hanım… şımarmak güzel bir şey aslında, abartıya kaçmamak kaydıyla insanların ara sıra şımartılmaya ihtiyacı olduğuna inanıyorum ben.

    Elimizden geldiğince sizleri şımartmak bizi de mutlu eder. Ancak haftada üç kereye çıkma ihtimalimizi pek göremiyorum ne yazık ki 🙁
    .
    Hatırlar mısınız bilmem, 4. bölümün başlangıç kısmında 13 Saat + 1 Ömür’ün aslında Umberto ECO nun bir romanına gönderme olduğundan bahsetmiş, daha önce kimsenin bilmediği bir sırrı sizlerle paylaşmıştım. Şimdi de, 8. bölümün giriş kısmında gerek bu romanın gerekse yazarlık hayatımın hınzırlıklarından birini daha açıklayacağım sizlere…
    .
    Umarım beklediğinize değer 🙂

    En iyi dileklerimle
    HS

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan