13 Saat + 1 Ömür

13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 7

7 Mayıs 2020

Yazı: 13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 3 | Yazan: Hasan Saraç

 

Romanın birinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 1
Romanın ikinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 2
Romanın üçüncü bölümü için 👉🏻 Bölüm 3
Romanın dördüncü bölümü için 👉🏻 Bölüm 4
Romanın beşinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 5
Romanın altıncı bölümü için 👉🏻 Bölüm 6

 
 

“Özgürlük daha iyi olma şansından başka bir şey değildir, oysa esaret kesinlikle en kötü olandır.”

– Albert Camus

 
Paris Review editörü Erol Adoni, ünlü yazar Prof. Moretti ile İtalya’daki bağ evinde bir söyleşi yapmak üzere İstanbul’dan gelmiştir.

Sabah otel odasında uyandığında kendi geçmişini hatırlamayan Erol, söyleşi bitip de söz İstanbul’daki ailesinden açılınca iki kere üst üste bayılır.

Bunun üzerine Erol’un rızasını alan Moretti hastasını hipnoz ile kontrol altına alır. Asıl merak ettiği konu bir önceki gece neler olduğudur. Ancak, yirmi yıl önce neler yaşandığını öğrenmeden dün gece neler olup bittiğini çözümlemenin de hayli zor olacağını düşünmektedir Moretti. Ancak hipnoza girer girmez misafirinin dengesini bir kez daha bozmamak için çocukluğundan başlatır geçmişini anlattırmaya. Kim bilir, belki de ilginç ipuçları çıkacaktır hayata başlangıç yıllarından…

Şimdi sıra gençlik yıllarında. Hipnoz altındaki Erol, Moretti’ye kısa cevaplar verir yalnızca.

  1. bölüm Erol’un hayatında önemli bir rol oynayan Avusturya Lisesi’nin ilk günüyle başlıyor. Bu satırların yazarı da Erol’un gençlik yıllarını biraz daha derinlemesine incelerken bir yandan da gelecekte neler olabileceğinin izini sürüyor…
     
     

7. BÖLÜM

 
 

19 Eylül 1977, Pazartesi

“Hadi oğlum, çabuk ol, vapuru kaçırmayalım!”

“Tamam baba, hazırım ben.”

Aceleyle indim merdivenlerden. Üstümde yeni pantolon ceketim, yakası kolalı beyaz gömleğim, boynumda ilk kravatım…

Hem heyecanlı hem de gururluydum, ne de olsa artık St. Georg Avusturya Lisesi’nin bir öğrencisiydim. Böylece babamın hayallerini gerçekleştirip Almanca öğrenecektim. Vapurdan inince o her zamanki Karaköy kalabalığını yararak Bankalar Caddesi’ne doğru hızlı adımlarla yürümeye başladık. On dakika geçmeden yeşil kapılı eski taş binaya varmıştık bile. Kayıt için geldiğimizde bana biraz soğuk, hata ürkütücü gelmişti burası. O kadar hayalini kurduğum okul bu mu, diye düşünmüştüm.

Ama şimdi cıvıl cıvıldı ortalık. Anneler, babalar, öğretmenler, öğrenciler, rengârenk kıpır kıpır bir kalabalık. Büyük sınıfların öğrencileri yaz tatilinden sonra yeniden birbirlerine kavuşmanın heyecanıyla, bağrış çağrış sağa sola koşturup duruyor. Avaz avaz bir gürültü, biz ise babamla bir kenara çekilmiş neler olacağını bekliyoruz. Zaten çok geçmeden bütün öğrencileri avluda topladılar. Tanımadığımız bir adam Almanca bir konuşma yaptı. Müdürdü herhalde. Ardından hep birlikte milli marşımızı söyledik, tören bitince de sınıflara dağıldık.

Artık babam yoktu yanımda. Herkes birbirine yabancı, biraz tedirginim, belki de korkuyorum. Öte yandan yalnız olmak da hoşuma gidiyor. Ama çok geçmeden burada babamınkinden daha beter, çok sıkı bir disiplin olduğunu öğrenecektim.

Sınıfımız yirmi üç kişiydi. Bütün bir yıl boyunca Almanca öğrenecek, bir sonraki yıl resmen ortaokul öğrencisi olacaktık. Babam konuştuğum dillerin Almanca öğrenirken bir işime yaramayacağını, zira kelimelerin de telaffuzun da gramerin de benim bildiklerimden farklı olduğunu söylemişti. Ne gam… Ben kendime güveniyordum!

Dersler sabahın erken saatlerinde başlayıp öğleden sonra iki olmadan bitiyor. Öğlen tatili bile yok. Ders aralarında bir şeyler atıştırıp son dersten sonra koşarak vapura yetişmeye çalışıyoruz. Hazırlığa başlayan çocuklardan bazıları benimle birlikte her gün Asya-Avrupa arasında gidip geliyor. Aynı yolları gide gele kısa zamanda onlarla iyice kaynaşacaktım. Arkadaşları, evin dışında kendine ait özel bir hayatı olan biriydim artık.

Neden bilmem kız kardeşimi de daha çok sevmeye başlamıştım.

Bizim okulun öğrencileri erkekti. Kızlar okulu ile aramızda kocaman bir duvar var. Hatta giriş çıkış kapılarımız bile ayrı. Aradan birkaç hafta geçince kızları vapurda görüp, tanışmaya başlamıştık bile. Bazen laf atıp onları kızdırıyorduk. Galiba onlarla ilgileniyor olmamız hoşlarına gidiyordu. Ama biraz daha romantik bir biçimde aynı kızlarla ilgilenmeye başladığımızda gözleri hep üst sınıflardaki erkeklerde olduğundan sürekli geri püskürtülecektik.

Hazırlık birinci sınıfı birincilikle bitirince babamdan kocaman bir aferin almıştım. Umduğum bisiklet ise korkarım ortaokul mezuniyetine kalmıştı. Annem hiç ilgi duymadığı ve sevmediği Almanca’nın evde konuşulmasından rahatsız oluyor, nedense babaannem de bu dile burun kıvırıyordu. Yine de o yaz Burgaz Adası’na taşındığımızda oradaki arkadaşlarımın artık beni daha ciddiye aldıklarını görmek yetti de arttı benim için. Hele Su Sporları Kulübü’nün on iki yaş yüzme yarışlarında açık ara birincilikler kazanmaya başladıktan sonra sokakta yürüyüşüm bile değişmişti.

Bir sonraki yıl, okulun havasına iyice alışmış deneyimli öğrenciler olarak ortaokula başlamıştık. Derslerimizin hemen tamamına Avusturyalı hocalar giriyor, yalnızca tarih, coğrafya ve edebiyat derslerimizde Türkçe konuşabiliyorduk. Okul alabildiğine kasvetli, disiplin sıkı, dersler ağırdı ama benim için sorun değildi bütün bunlar. Yeterince iyi çalışırsam her derste başarılı olacağımdan artık emindim.

Nisan ayında on üç yaşıma basacak ve bir sinagoga gidip Tevrat’ı İbranice okuyacaktım. Büyükler İbranice okumayı bilirdi.

Yaşıtlarım içinse durum farklı. Son iki yılda katıldığım bar mitzvahların çoğunda onların Tevrat’ı Latin alfabesinden okuduklarını görmüştüm. Bense kuzenim Yusuf gibi duayı aslından, İbranice harflerinden okumak istiyorum. Bu konuda babamdan çok babaannem heyecanlanıyor, ha bire bana bir şeyler öğretmeye çabalıyor. O hep soğukkanlı kadını hiç bu kadar telaşlı görmemiştim. Oysa oğlu da geçmişti bu kapıdan.

Benim için bu süreç yaşıtlarımdan farklıydı. Daha başarılı olmanın mücadelesini veriyordum. O sene ile defa anlamıştım ki durup dinlenmek bilmeyen, yarışmacı bir ruhum vardı benim. Öteden beri babamın beklentilerini karşılamaya çalışmıştım hep. Ama şimdi, kazanmanın tadını da almıştım. En nihayet o gün geldi.

6 Nisan 1979 Perşembe. On üç yaşıma girdiğim günün hemen ertesi…

Sanki bir günde büyüyüvermiştim!

Üstümde terzi elinden çıkma koyu renk bir takım, beyaz ipek gömlek ve kravat, ayaklarımda siyah rugan ayakkabılar… Bu kıyafet ve yeni saç tıraşımla aynada kendimi tanımayacaktım neredeyse! Yusuf kadar uzun boylu ve yakışıklı değildim ama hiç de fena sayılmazdım. Gerçi “kipa” denen takkeyi ve dua atkısını biraz yadırgıyordum ama sonuçta hepsi geleneklerimizin bir parçasıydı.

Bar mitzvah denen o sihirli kapıdan geçecek ve bir anda tam bir erkek olacaktım. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Amcamın tüm ailesi, kuzenim Yusuf, babaannemin kuzenleri, onların çocukları, Burgaz Adası’ndan tanıdıklarımız… hepsi oradaydı. Anneannem ve dedem de İtalya’dan sırf benim için gelmişlerdi.

Dua sırası geldiğinde kürsüye çıktım. Tören bittikten sonra yüzümde sakin, güvenli bir ifade olduğunu söylediler ama ben inanamadım. Bacaklarım titriyordu, avuçlarım terden sırılsıklamdı. Sanki bütün dünya gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Önüme açılan parşömenden bir bölümü büyük bir dikkatle İbranice okuyup, hiç hata yapmadan bitirmişim.

Daha doğrusu öyle söylediler. Bense hiçbir şey hatırlamıyordum. Evet, artık o sihirli kapıdan geçmiştim artık…

5 Ağustos 1979 Pazar, Havaalanı

Artık tam ön üç yaşında bir delikanlıyım!

Uçağın tekerlekleri yerden kesilirken sırtım koltuğun arkalığına sımsıkı yapıştı. Bu zevki daha önce de birkaç kez yaşamıştım. Ama çok önemli bir farkla. Bu kez uçakta tek başımayım. Daha önce hiç yaşamadığım farklı bir duygu bu. Eskiden anneannemin ve dedemin İstanbul’a gelmediği yazlar ben annemle birlikte onların yanına, San Marino’ya giderdim. Selin doğduktan sonra birkaç kere de üçümüz birlikte gitmiştik. Babam bize pek katılmazdı. Misafirlerimi bırakıp gidemem derdi ama bunun bir bahane olduğunu sonradan anlayacaktım.

İlk heyecan geçtiğinde yanımdaki pencereden etrafı seyretmeye başlıyorum. Cama vuran güneş, o uçsuz bucaksız mavilik, altımızda katmerlenen pamuksu bulutlar. Bu güzellik, bu özgürlük duygusu soluğumu kesiyor adeta. Yarım saat geçmeden kahvaltı servisi de başladı. Boynunda lacivertli yeşilli Alitalia fularıyla, servis arabasının ardından gülümseyerek yaklaşan hostesi görür görmez yüreğim hopladı birden.

Eğer mitolojideki tanrıçalar gerçekse, mutlaka bir tanrıça olmalıydı bu genç kız ya da beyaz atlı yakışıklıyı bekleyen bir prenses… Güneşin vurduğu saçlarındaki kızıl parıltılar, gözlerindeki mavi-yeşil ışıltılar… Aman Tanrım, bir anda şair kesilmiştim! Önce yanımda oturan çifte servis yaptı. Onlarla bir ilişkim olmadığını, tek başıma seyahat ettiğimi anlamıştı galiba, bu kez doğrudan bana bakıyor.

Sıcak, ışıltılı bir gülüş…

“Ne içmek istersin delikanlı?”

Bir an için dilim tutuldu. Ne diyeceğimi bilemedim. Bir tanrıçayla konuşmak hiç de kolay değil, basbayağı yürek istiyor. Önce kem küm ettim, sonra “Portakal suyu alayım lütfen” dediğimi hatırlıyorum.

“Demek İtalyan’sın.”

“Hayır” dedim. “Türk’üm, ama annem İtalyan.”

“Öyle mi” dedi mavi-yeşil gözlerini kocaman açarak. “Adın ne peki?”

“Erol” diye cevap verdim. “Senin adın ne?”

“Alessandra.”

Tanrım, bir ses nasıl bu kadar güzel, bu kadar melodik olabilir!

“Çok hoş bir isim. Masallardaki prensesler gibi…”

Bu kez bembeyaz dişlerini de gösteren bir gülüşle vuruyor beni can evimden.

“Oo, delikanlı ne kadar da nazik!”

Gülümsemiş miydim? Teşekkür mü etmiştim? Yoksa kızarmış mıydım?

Hiçbir şey hatırlamıyorum. Sanırım kahvaltı tepsimi ve portakal suyumu verip arkamızdaki sıraya çevirmişti bakışlarını. Geride kalan iki saat boyunca hep onu bekledim, her fırsatta onu izledim. Hızlı, yine de telaşsız, zarif adımlarla yürüyor, herkese ilgi gösteriyor, o baş döndürücü tebessümünü herkesle paylaşıyordu. Bense bir tek bana gülümsemesini istiyordum. Uçak alçalmaya başladığında kemerlerimizi kontrol etmek için sıramızın başına geldi.

“Roma’ya mı gidiyorsun?”

Yüzüne, saçlarındaki kızıl pırıltılara son bir defa baktım.

“Hayır” dedim. “Dedemler beni karşılayacaklar, sonra San Marino’ya gideceğiz.”

“Çok güzel bir yerdir” dedi. “Benim adıma benzeyen bir şehir var, Alessandria. Orası da San Marino gibidir. Yemyeşil bağlar, bahçeler…”

O iki saat, o meçhul tanrıça, yıllarca hayallerimin değişmez konuğu olacaktı. Daha sonraları yüzlerce kere uçtum. Onun gibisi bir daha hiç çıkmadı karşıma. Yoksa yalnızca bir rüya mıydı?

Belki de ‘ilk aşk’ dedikleri böyle bir şeydi. Belki de ben artık o ben değildim. Kim bilir?

Roma’ya gelmiştim artık. Bavulumu alıp dışarı çıktığımda kalabalığın arasında anneannemi görüp hemen ona doğru seğirtiyorum. Beni kucaklayıp öpüyor. Gülüyor, ağlıyor, durmadan konuşuyor…

“Giorgio dedem nerede?”

“Arabasını park ediyor, birazdan o da gelecek.”

Ha bire nasıl olduğumu, yolculuğumun nasıl geçtiğini soruyordu. Ne cevap verdim acaba? Hatırlamıyorum. Aklımda tek bir şey var. O kızıl saçlı hostes, kraliçe Alessandra…

O geceyi Roma’da geçirdik.

Ara sıra başkente geldiklerinde konakladıkları, balkonundan kıpkırmızı sakız sardunyaların sarktığı üç odalı küçük bir dairesi var dedemin. Şehrin de tam merkezinde.

Dedemin saçlarındaki aklar da çoğalmış galiba. Artık uzun saatler araba kullanmaktan hoşlanmadığını söylüyor bana. Geceyi Roma’daki o güzel dairede geçirip, sabah erkenden yola çıkacağız. Akşam saatlerinde dışarı çıkıp eski bir İtalyan lokantasında lazanya yedik. Annem de İstanbul’da yapardı ama bu çok daha lezzetli geldi bana.

Sabah kalktığımızda güneş ışıl ışıl parlıyordu. Alessandra şimdi neredeydi acaba? Yine gökyüzünde bir tanrıça gibi dolanıyor olmalıydı. Ah, bir bilebilseydim…

Kahvaltıda Alessandria nerede, diye sordum. Onyıllar sonra oraya gideceğimi nereden bilebilirdim? Ya oraya vardığımda onun gibi kızıl saçlı bir afet görüp bayılacağımı, hatta hafızamı kaybedeceğimi? Biraz düşündükten sonra “Cenova ile Milano arasında asude bir yer, daha çok üzüm bağlarının olduğu şirin bir kasaba” dedi dedem.

Neden mi merak etmiştim? Söyler miyim hiç! Uçakta yanımda oturanlar oralıymış diye yalan söyledim. Sardunyalarla bezenmiş o muhteşem balkonda yaptığımız kısa kahvaltıdan sonra yola düzülüyoruz. Perugia’ya kadar gidip orada yemek molası vereceğimizi söyledi dedem. Sonra da yol boyu San Marino’nun hikâyesini anlattı bana. Artık sen büyüdün, geçmişini bilmen lazım demişti arabaya binerken.

Büyüdüğümü ispat etmek için can kulağıyla dinledim onu.

Dedemin anlattıklarına bakılırsa, neredeyse bin yıl kadar önce haksızlıklara karşı dik duran bir duvarcı ustası yaşarmış Roma’da. İmparatorun halkına kötü davranmasından, malını mülkünü elinden almasından, yüreklerine korku salmak için her fırsatta onlara işkence etmesinden bıkıp dağlara kaçmış bir gece. Sonra da Roma’nın kuzeyinde, Adriyatik kıyılarına yakın bir bölgeyi, bugünkü San Marino’yu kendi toprakları ilan etmiş hiç kimselere sormadan, izin bile almadan. O zamanlar bölgede çok az sayıda insan yaşadığından duvarcı ustasına kimse aldırmamış. Bir süre sonra civar köylerde yaşayanlar kanıksamış bu durumu, hatta hoşlarına bile gitmeye başlamış.

Aradan yıllar geçmiş. On üçüncü yüzyıla gelindiğinde San Marino’nun bağımsız idari yapısı şekillenmeye, bölgenin adı duyulmaya, namı yayılmaya başlamış. Vatikan bu durumdan rahatsız olup itiraz etmeye yeltenmiş ama orada yaşayanlar da var güçleriyle direnmişler.

“Vatikan ne karışır bu işe Giorgio?” diye sordum.

Dedem o kimselere benzemeyen gürül gürül sesiyle bir kahkaha patlattı arabasını pür dikkat sürerken, bu lafım çok hoşuna gitmiş olmalıydı. Ben de gülmeye başladım… Sonra kaldığı yerden anlatmaya devam etti Giorgio dedem. Meğer o zamanlar Vatikan da Roma’dan bağımsız bir yapıya sahipmiş. Ama gücünü San Marino gibi özgürlüğünden değil, Hıristiyanların başındaki Papa’dan alıyormuş. Tabii bir de kendisine bağladığı Hıristiyanlardan, daha doğrusu Katoliklerden topladıkları paralardan. Orası da Papa’nın yaşadığı kentmiş.

İncil’i işlerine geldiği gibi yorumlayıp insanları, toplumları, ülkeleri etkileri altına alıp güçlerine güç katmışlar asırlar boyunca. Silah zoruyla da değil, yalnızca dinin gücünü kullanarak becermişler bu işi. Mesela dünyanın düz olduğunu iddia etmişler asırlar boyunca. Bir yandan da yuvarlak olduğunu kanıtlayan bilim adamlarını susturmaya çalışmışlar, yalanları ortaya çıkmasın diye. Hatta kâfir ilan edip zindanlara atmışlar bu adamları, boyun eğmeyenleri ölüme göndermişler. İnsanlara günah çıkarttırıp sırlarını öğrenmişler, saf zenginlere, asalet peşinde koşan sahte soylulara cennetin anahtarlarını bile satmışlar işlerine geldiğinde! Hükmettikleri topraklardaki insanlara farklı dinlere inandıkları için zulmetmişler, işkence etmişler. Tanrı’nın verdiği canı, Tanrı adına insanoğlundan almaktan bir gün olsun çekinmemişler. Öyle diyordu dedem.

“Giorgio” dedim. “Bu Vatikan kısmını pek anlayamadım. Madem öylesine güçlülermiş, neden San Marino’ya da bir şekilde söz geçirememişler?”

Dedem bir yandan da araba kullanıyordu. Herhalde o yüzden, hemen cevap vermedi. Sonra o da bana bir başka soru sordu.

“Belki de” dedi dedem kelimelerini tarta tarta, “San Marino’da kolayca kandırabilecekleri, işbirliği yapabilecekleri bir kral; o topraklarda kendilerine el verecek, menfaat birliği kuracak güçlü bir sınıf bulamadıkları içindir. Ne dersin?”

Ne diyebilirdim ki.

Perugia’da öğle yemeğimizi yedik, iki saat kadar sonra San Marino’ya gelmiştik.

“Şimdi burası başka bir ülke, öyle mi” dedim ve gülmeye başladım. Dedem gülmedi.

“Bak” dedi, “bayrağımız bile farklı.”

O tarafa çevirdim başımı, bir binanın tepesinde daha önce hiç görmediğim bir bayrak dalgalanıyordu.

Ertesi sabah anneannem odama gelip beni uyandırdı.

“Dişlerini fırçala, yüzünü yıka ve doğru bahçeye gel. Birazdan dedenle kahvaltıya başlıyoruz.”

Bahçeye nefis bir kahvaltı sofrası kurulmuştu. Ev işlerinde anneanneme yardımcı olan genç kız koşuşturup duruyordu etrafımızda. İlk kez iki yıl önce geldiğimizde tanışmıştım Sabrina’yla. Ufak tefek esmer bir kızdı. Simsiyah gözlerini yüzüme dikip boncuk boncuk bakar, ağır bir Sicilya aksanıyla nefes almaksızın konuşurdu. Dedemin anlattığına göre Sabrina’nın tüm ailesini mafya öldürmüş, kıza da rahibeler sahip çıkmış. “Ben de Sabrina’yı rahibelerden kurtardım, artık burada bizimle yaşıyor, biraz büyüsün ona bir de koca bulacağım” der, gülerdi.

Sabrina bana yine o çok sevdiğim piadina’dan yapmıştı. Biraz bizim dürüme benziyor işte. Ateşte pişen ince hamuru ikiye katlayıp içine en sevdiğim salamlardan ve peynirlerden koyuyor, yanında da koca bir bardak dolusu taze sıkılmış portakal suyu getiriyordu her sabah. Ben de afiyetle yiyordum.

Ama bu sefer portakal suyunu görür görmez yüreğim hopladı. İşte yine bulutların üstünde uçuyordum ve Alessandra bir tanrıça gibi gülümsüyordu bana…

Kahvaltıdan sonra, “Bugün seninle bizim bağları görmeye gideceğiz” dedi dedem.

“Nonna da bizimle gelecek mi?”

Hayır, der gibi başını iki yana salladı ağır ağır. “Sermonetta ailesinin erkekleri baş başa olacak bu sefer” dedi göğsünü şişirip. Benden mi söz ediyordu acaba?

Annem tek kızları, ben de ilk torunlarıydım.

Babamla da baş başa bağları gezmişler miydi acaba, diye düşündüm. Dedemin Alfa Romeo’suna atlayıp tepelere çıktık. San Marino zaten küçücük bir yer. Üzüm bağları daha çok yörenin doğusunda, Adriyatik kıyılarına yakın, yüksek yerlerdeydi.

Beni elimden tutup asmaların arasında soktu dedem. Bir öğretmen edasıyla, çocuklarıyla gururlanan bir baba şefkatiyle bana teker teker yetiştirdikleri üzüm çeşitlerini anlattı. Ağustosun kaçıncı haftasında üzümleri toplamaya başladıklarını, kurak yazların önemini, yağışların şarap kalitesine olan etkisini, salkımları neden elle topladıklarını…

Dedemin bağlarına ilk kez bu kadar dikkatli bakıyordum. Onu can kulağıyla dinlememi istediği o kadar belliydi ki. Ben de öyle yaptım. Ne zaman sürgünleri budadıklarını, neden asmaların dallarını ince tellerle havaya kaldırdıklarını, hepsini sorup öğrendim. İki saat boyunca dedem konuştu, ben de biraz yorularak ama sabırla dinledim. Sonra bana yeni sulama tekniklerinden bahsetti.

“Su çok mu pahalı burada?” diye sordum.

Bu soru çok hoşuna gitmiş gibi bir kahkaha attı.

“Hayır, Erol’um” dedi. “Gereğinden fazla su üzümün kalitesini bozar da ondan.”

Sonra yürüye yürüye yakındaki mahzene gittik. O mahzenin serinliği, alacakaranlığı içimi ürpertti. Burayı küçüklüğümden beri gizemli ve heyecan verici bulurdum, ama büyükler şarap tatmaya başlayınca beni hep dışarı yollarlardı. Bu sefer beni en dipte duran tahta fıçıların oraya götürdü dedem.

“Bak evlat” dedi. “Bu fıçılar bana dedelerimden miras kaldı. Ata yadigârı senin anlayacağın. Bu şarapları satmak aile geleneğimizde yoktur. Yalnızca biz içeriz. Bir de evimize gelen misafirlere ikram ederiz. Bu şarapların ne zaman şişeleneceğine de ailenin en büyüğü karar vermiştir asırlar boyunca.”

Sonra içini çeker gibi oldu.

“Eğer Silvia gitmeseydi, bu görevi ona devredecektim. Geleneğimizi annen yaşatacaktı ama o da gitti İstanbul’a yerleşti” diyor buruk bir sesle. “Benden sonra bu görevi sen devralacaksın. Her sene buraya gelip son kararı sen vereceksin, sakın unutma.”

Ürpermiştim. Sabah bambino idim. Öğlen olmadan ailenin veliahtı!

“Burada her şeye sen mi karar veriyorsun Giorgio?” diye sordum.

“Evet” dedi kendinden emin, bir o kadar da hoşnut bir tavırla.

“Asırlardır şarabı ailemizin erkekleri üretmiştir. İşçiler daha çok bizim verdiğimiz sıradan görevleri yerine getirirler. Üzümler toplanacağı zaman bu işin uzmanları ile çalışırız mutlaka. Sapların nasıl, ne zaman dallarından koparılacağı çok önemlidir. Burada çalışanların çoğu bu işin inceliklerini doğru dürüst bilmez. Onlar mahzendeki harareti, nemi, ışığın seviyesini her gün kontrol ederler. Sonra da zamanı geldiğinde, bizim gözetimimizde fıçıları doldurup şişelemeyi yapar. Tadımı yine hep bizler yaparız.”

Sonra eline iki şarap kadehi aldı ve önünde durduğumuz asırlık fıçının tahta musluğunu yavaşça açıp kadehleri yarısına kadar doldurdu. Sonra da birini bana uzattı.

“Hadi bakalım genç Sermonetta, şimdi şarap içelim.”

Ne diyeceğimi bilemedim. Başımı kaldırıp dedeme baktım. Gözlerinin içi gülüyordu. Elinde tuttuğu kadehi benimkine yaklaştırıp hafifçe ucunu dokundurduktan sonra havaya kaldırdı ve bir yudum aldı. Neyse ki eskiden şarap tatmışlığım vardı. Yüzümü buruşturmadan dedeme eşlik ettim.

Bir süre konuşmadık.

İlerde ne yapacağıma babam gibi dedem de çoktan karar vermişti. Büyüyünce şarap üreticisi bir psikolog olacaktım. Bir yandan San Marino’daki bağlara bakacaktım, bir yandan da İstanbul’daki “misafirlerime”.

Peki ya “ben” ne olacaktım?
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Hasan Saraç

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

10 YORUMLAR

  • Yanıtla Barış Savaş Tutar 7 Mayıs 2020 at 15:33

    Çok heyecanlı!!! Sabırsızlıkla bekliyorum devamını!!!

    • Yanıtla Günay Aydın 7 Mayıs 2020 at 17:56

      Yüzümde flu bir gülümsemeyle bu bölümün de sonuna geldim. Ne taylıydı… 😊
       
      Unutmadan; dedenin San Marino’nun tarihine dair anlattığı Vatikan ‘ın topluma yönelik manipülatif stratejileri hem hiç yabancı gelmedi hem de Stefan Zweig’ın Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castello Calvin’e kitabında anlattıklarını çağrıştırdı.
       
      Ve… Şunun şurasında ne kaldı pazartesiye 😊

      • Yanıtla Hasan Saraç 7 Mayıs 2020 at 23:59

        Okurken keyif almanız bizi çok mutlu ediyor Günay Hanım. Okurlarımızdan buna benzer güzel yorumlar alamıyorsak yazmanın ne anlamı olabilir?
         
        Yorumunuzda çok takdir ettiğim ve çok sayıda eserini okuduğum Zweig’ın adının geçmesi bile beni mutlu etmeye yetiyor zaten. Evet, ben de pazartesiyi dört gözle bekliyorum. Hem bu kez, dördüncü bölümde olduğu gibi daha önce hiçbir yerde paylaşmadığım (hınzırca) sırlarımdan birini daha açıklayacağım Sen ve Ben sitesinin değerli okurlarına…
         
        Bu arada 2018 yılında yayınlanan Yazdıklarıyla Yaşayanlar kitabımda hikayesini anlattığım 25 usta yazarın arasında Stefan Zweig da yer almıştı. 2020 yılında da Yazdıklarıyla Yaşayanlar 2 çıktı…
         
        İlgi ve desteğinize çok teşekkür ediyorum. En iyi dileklerimle…

  • Yanıtla Hasan Saraç 7 Mayıs 2020 at 17:12

    Böyle düşünmenize çok sevindim… Zira bu bir kaç bölüm kurgunun hızlı temposundan biraz çıktık, kahramanımızın gençlik yıllarında ilerliyoruz. Kim bilir belki tempo daha da artacaktır sonraki bölümlerde 🙂
     
    İlginiz ve desteğiniz için çok teşekkür ediyorum değerli okurumuz Barış Bey…
     
    Pazartesi sekizinci bölümün özet kısmında bir sırrımı daha paylaşacağım Sen ve Ben sitesinin sevgili okurlarıyla.
     
    Yeniden görüşmek dileğiyle…
     
    HS

  • Yanıtla Nimet Canbayraktar 7 Mayıs 2020 at 20:15

    Harika. Nedenini bilemediğim ama aşırı merakım olan, bağlar, şarapçılık, mahzen, bir de bağ bozumu. İnanılmaz güzeldi. Sanki Erol’la birlikte gezdim, hatta tadım yaptım. Üstelik unutmuştum. Bu saatte, bunları okumak çok iyi geldi.
     
    Teşekkürler.

  • Yanıtla Hasan Saraç 7 Mayıs 2020 at 23:49

    Anlamlı yorumunuz için çok teşekkür ederim Nimet Hanım… Benim edebiyat anlayışıma göre roman yazmanın amacı yalnızca insanları eğendirmek, heyecanlandırmak, şiddet dili kullanarak korkutmaktan çok ilgi uyandıracak bir hikâye anlatırken okurları düşündürebilmek, bilgilendirebilmek, anılarını tazeleyebilmek olmalı.
     
    Elbette edebiyatın her türü kabul edilebilmeli, yazarların dilediğini dilediği gibi yazma hak ve özgürlüğü korunabilmeli. Buna saygı duyulabilmeli.Buna karşın her yazarın da kendi hedefleri, roman yazarken amaçları olabilmeli. İşte ben son on yılda yazdığım bütün romanlarda bu dengeyi korumaya gayret ettim. Yedisi yayınlandı, ikisi henüz sırasını bekliyor.
     
    Yazdıklarıyla Yaşayanlar (2018) ve Yazdıklarıyla Yaşayanlar (2020) ise usta yazarların hikayelerini içerdiğinden onları farklı bir kategoride değerlendiriyorum.
     
    Bana bu açıklamayı yapma fırsatı verdiğiniz için size ayrıca teşekkür ederim.
     
    En iyi dileklerimle,
     
    HS

  • Yanıtla Dilek Börü 10 Mayıs 2020 at 01:04

    Tebrik ediyor, yürekten alkışlıyorum sizi Hasan Bey… Sizinle çok yeni tanıştım… Sen ve Ben sitesine üye olduktan sonra ama kelimelerle dansınıza bayıldım. Kitaplarınızın tanıtımı da çok güzel olmuş. Emeğinize, yüreğinize sağlık. Kaleminiz hiç bitmesin diyorum.
     
    Saygılarımla

  • Yanıtla Hasan Saraç 10 Mayıs 2020 at 17:02

    Güzel düşüncelerinizi benimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim Dilek Hanım. Sen ve Ben sitesi yalnızca sizle beni değil, pek çok okuru, yazarı bir araya getiriyor… Çok büyük emeklerle yürütülen bu sitenin kurucusu Didem Çelebi Özkan ‘a ve değerli editörlerine de sayenizde bir kez daha buradan teşekkür ediyorum… En iyi dileklerimle…
     
    13 Saat + 1 Ömür sekizinci bölüm de yarın sabah saat 7.00’da yayınlanacak.
     
    Yeniden görüşmek dileğiyle… 🙂

    • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 10 Mayıs 2020 at 19:35

      Sevgili Hasan Beyciğim, daimi ve sonsuz desteğiniz, takdiriniz için ne kadar teşekkür etsem az. Tek söyleyebileceğim; iyi ki bizimlesiniz. Biz kocaman ve harika bir aileyiz 🙏🏻

      • Yanıtla Hasan Saraç 10 Mayıs 2020 at 21:11

        Ben de öyle düşünüyorum değerli Sen ve Ben sitesi kurucumuz. İyi ki varsınız, iyi ki bizi seven, takip eden değerli okurlarımız var… En iyi dileklerimle ve teşekkürlerimle… 🙂

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan