13 Saat + 1 Ömür

13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 9

14 Mayıs 2020

Yazı: 13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 3 | Yazan: Hasan Saraç

 

Romanın birinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 1
Romanın ikinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 2
Romanın üçüncü bölümü için 👉🏻 Bölüm 3
Romanın dördüncü bölümü için 👉🏻 Bölüm 4
Romanın beşinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 5
Romanın altıncı bölümü için 👉🏻 Bölüm 6
Romanın yedinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 7
Romanın sekizinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 8

 
 

“İnsanların tüm eserlerinde yaratıcı hayaller vardır. O halde hayal gücünü küçümsemeye ne hakkımız var?”

– Carl Gustav Jung

 
Paris Review editörü Erol Adoni, ünlü yazar Prof. Moretti ile İtalya’daki bağ evinde bir söyleşi yapmak üzere İstanbul’dan gelmiştir.

Sabah otel odasında uyandığında kendi geçmişini hatırlayamayan Erol, söyleşi bittiğinde kısmi hafıza kaybı yaşadığını anlatır ev sahibine. Bunun üzerine Erol’un rızasını alan Moretti hastasını hipnoz ile kontrol altına alır.

Profesörün asıl merak ettiği konu yakın geçmişte neler olduğudur. Ancak Erol’u hipnoza girer girmez bunaltmamak için çocukluğundan başlatıp gençlik yıllarını anlattırır detaylı bir şekilde.

Şimdi sıra Erol’un Üniversiteyi bitirdikten sonra neler yaptığını öğrenmeye geldi.

Bu arada zaman hızla ilerliyor. Erol’un otel odasında uyanıp geçmişine dair hiçbir şey hatırlamadığı andan bu yana neredeyse on saat geçmiş.

Geriye kaldı yalnızca Üç saat… Ve elbette 1 Ömür…
 
 

9. BÖLÜM

 
 

22 Ağustos 1985, Perşembe

 
Otobüsten Etiler’de inip Boğaziçi Kampüsü’nün Güney kapısına doğru yürümeye başlamıştım. Liseden mezun olduğum günden beri tıraş olmuyor, saçımı da kestirmiyorum. O dağınık halimle tam bir üniversite öğrencisi gibi göründüğümden eminim. İçim pır pır etse de kararlı adımlarla bariyerlerin yanından kayıtsızca yürüyüp geçecektim. Ta ki kapıdaki güvenlik görevlisi, üzerindeki koyu renkli resmi üniformasıyla hafiften kıpırdanıp kuşkucu bakışlarla beni tepeden tırnağa süzmeye başlayıncaya kadar…

Her gece televizyon ekranlarında boy gösterip bizlere neyi yapıp neyi yapamayacağımızı söylemeden hissettiren devletlûları hatırlatıyordu bana. Ne de olsa benim gözümde otoriteyi temsil ediyordu, önümde duran otuz yaşlarındaki adamın o halleri.

Bariyerin yanında dimdik duran bir güvelik görevlisi! Bense, o zavallı beynimde kurguladığım tüm senaryolara rağmen içimden kopartıp atamadığım hükmedilme korkusunun esiri olmuş bir çaylak.

“Öğrenci kimliğin yanında mı?”

“Daha kimliğimi alamadım” diye gevelemeye başladım. Özgüvenimin yerlerde süründüğü o kadar belliydi ki! Kendime nasıl da kızıyordum.

“Ama sınavı kazandım, öğrenciyim yani.”

Hem de bölümümü birincilikle kazandım, burslu okuyacağım bu üniversitede demeyi düşündüm bir an. Sonra da ne olur ne olmaz diye yanımda getirdiğim sınav sonuç belgelerini çıkardım cebimden. Gümrükten geçireceğim bir TIR dolusu kimyasal maddenin laboratuvar sonuçlarını inceler gibi uzun uzadıya baktı kâğıtlara.

“Bu seferlik geç bakalım” diye homurdanıp gönülsüzce kenara çekildi. Yavaşlatılmış film sahneleri gibiydi bu yaşadıklarım. İsviçre sınırındaki o beyaz çizgiden içeri adımını attığında peşindeki SS subaylarından kurtulacak kaçaklara benziyordu halim.

Bir adım.
Bir adım daha…

Oh be, özgürlüğe geçiş yapmış, kurtarılmış bölgeye ilk adımımı atmıştım. Birden ıslık çalmaya başladığımı fark ettim. Ayağımda eskimiş Levi’s Jeans, üzerimde San Remo’dan aldığım bir tişört, ağaçların arasında yürüyorum.

Yemyeşil bir ortam. Alabildiğine sıcak, ışıltılı bir yaz günü. İçimde Boğaz’ın serinliğine karışan bir coşku…

Bir süre yürüdükten sonra tepeden aşağıya, o nefes kesen Boğaz manzarasına bakmaya başlıyorum. Önümde uzanan Bebek Koyu… Karşı kıyıda Küçüksu Kasrı, Anadolu Hisarı…

O yeşil kapılı lisemin kasvetli avlusundan sonra cennetin yolunu bulmuştum sanki.

İlk şaşkınlığı üzerimden atınca, yaz okulu öğrencilerinin yanımdan gelip geçtiğini fark ettim. Hiçbiri de tüm renklerin ele ele tutuşmuş dans ettiği bu olağanüstü tabloya dönüp bakmıyordu bile. İşte o zaman buraya yeni gelen bir yabancı olduğumun ilk bakışta hemen anlaşılacağından korktum. Ben de onlar gibi yapmalı, bu güzelliği kanıksamış gibi kollarımı sallaya sallaya emin adımlarla yürüyüp gitmeliydim bu yoldan.

Bir süre ne yapacağıma karar veremedim. Sonra da onları taklit etmeye başladım. Şimdi düşünüyorum da utanıyorum o zavallı halimden, ezikliğimden, korkaklığımdan… Asfalt yol kıvrılarak aşağıya doğru iniyordu. Bense soldan ilerleyip yukarı tırmandım, önüme bir otopark ve üç katlı dikdörtgen bir bina çıktı. Mühendislik Fakültesinin binasıymış burası. Daha doğrusu öyle olduğunu daha sonra öğrenecektim, toydum daha. O binanın önündeki otoparktan aşağıya indiğimde karşıma bambaşka bir yapı çıktı.

Yapraklarının yarısı sararıp solmuş albümlerde gördüğüm binalara benziyordu dış görünüşü. Kapısında da Fen-Edebiyat Fakültesi yazıyordu. Kalbim hızla atmaya başladı. Demek burası benim yeni yuvam olacak diye düşündüm. Muhteşem! Daha dedem bile doğmadan önce, Robert Kolej’in hazırlık sınıfları için yapılmış bu bina. Adı da Anderson Hall. Tabii bütün bunları da çok sonraları öğrenecektim üst sınıflarda okuyanlardan.

Duvarın üzerine çakılmış bu pirinç levhayı, bu adın bir binaya verilişini garipsemiştim ilk gördüğümde. Yıllar sonra Harvard’a gidince bu geleneğin çok eskilere dayandığını anlayacaktım.

Hollywood yapımı bir filmin dekorlarını andırıyordu her şey… Her yer, her köşe…

Merakla binanın etrafından dolandım. Karşıma bir futbol sahası çıktı bu sefer de. Karşı tarafta ise İtalya’daki şatoları andıran üç heybetli bina dikiliyor uzakta. Her biri dört katlı. Merdivenlerden koşar adım inip futbol sahasını hızla geçtim. En ortadaki bina kare şeklindeydi. Asırlık bir taş yapı. Önündeki tabelayı görünce soluğum kesilmişti bir an. Hamlin Hall’du o binanın adı da, tabelada bir de erkekler yurdu yazıyordu! Yani, dört yılımı geçireceğim ikinci yuvam…

Bir ay sonra kayıt yaptırmak için geldiğimde sosyal etkinlikler binasına yönlendirildim. Elime tutuşturulan kâğıtları doldurup kendi bölümüme gittim. Karşımda güler yüzlü genç bir kadın oturuyordu. Rehberlik yapıyormuş. Bana birinci dönem derslerini, seçenekleri anlattı büyük bir sabırla. Hocaların eğer dilerlerse öğrencilerine gülümseyebileceğini de onlarla şakalaşabileceklerini de böylece öğrenmiş oldum. Sonra öğrenci işlerine gittim, bana üzerinde vesikalık fotoğrafım olan bir kart verdiler.

Artık benim de bir kimliğim vardı.
Yaşasın!
Güvenlikçilerin otoritesini konuşturduğu o kapıdan hiç korkmadan geçebilecektim artık.
 
 

* * *

 

Moretti koltuğuna gömülmüş düşünüyordu.

Gençlik yıllarını böyle hatırlıyordu Erol. Ne çok şifre vardı bu hikâyelerde. Ne çok öfke! 1992 yılı Kasım ayının on biri ise en kritik gündü. Otel odasındaki kitabın kapak içine düşülen notu unutamıyordu Moretti.

“Kızıl saçlı prensesim, bugün tam yirmi yılı doldurduk. Ayrı yürüdüğümüz yolun artık sonuna geldik. Elveda.”

Ne olmuştu da Erol bir gece önce odasında otururken böyle bir not yazma gereğini duymuştu? Ne olmuştu da üstüne üstlük, aynı gece bir de kısmi hafıza kaybına uğramıştı, bir bakıma kimliğini kaybetmişti?

Erol’un üniversiteyi bitirdikten sonra ne yaptığını öğrenmeliydi profesör. Babasının sözünü dinleyip psikoloji okumaya mı devam etmişti karşısındaki koltukta oturan dertli misafiri, yoksa farklı bir yol mu çizmişti hayatında? 11 Kasım 1992 gününe ya da gecesine nasıl gelmişti bu genç adam? Karşısında gözleri kapalı otururken bir yandan da geçmişinde dolaşan Erol’u yavaş yavaş bir önceki akşama hazırlamalı, duvar takviminin yapraklarını üçer beşer koparmaya devam etmeliydi Bruno.

Bir kez daha eğildi ve hipnoz halindeki Erol’un kulağına fısıldadı…

“O anlattıklarının üzerinden bir yıl daha geçti Erol. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki son yılında hocana bundan sonra ne yapman gerektiğini, yoluna nasıl devam etmenin daha doğru olacağını danıştın. O ise özgürlüğün bir hak olduğu kadar da bir sorumluluk olduğunu söyledi sana. Daha başka bir mesaj vermedi. Şimdi ise 1990 yılının ikinci yarısına geldik. Artık Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden mezun oldun. Şimdi bana neler anlatacaksın bu dönemle ilgili? Neredesin Erol? Hâlâ öğrenci misin? Neler yapıyorsun? Anlat bana lütfen…”

Erol’un koltuğunda çözüldüğünü, yüzüne hoş bir gülümsemenin yayıldığını loş ışıkta bile görebiliyordu.

“Yılın son günüydü” diye başladı Erol hafıza kıvrımlarında biriktirdiği anıları anlatmaya.

“Boston’da, Harvard’ın dilbilim bölümünde lisansüstü öğrencisiydim artık. Anlambilim Teorisi dersinden tanıdığım Kosta Rikalı, kafa dengi bir kız arkadaşım vardı. Lisa’ydı adı. O gece, bir arkadaşının evindeki yılbaşı partisine davet etmişti beni. Ben de ‘Olur, gelirim tabii’ kabilinden bir şeyler mırıldanmış, bir bakıma başımdan savmıştım onu. Öyle tanımadığım kişilerin doluştuğu ev partileri artık açmıyordu beni. Tek başıma bir bara takılmayı düşünüyordum. Geç saatte evden çıkıp yürüyerek Harvard Meydanı’na gittim, gençler kaldırımlarda içki içmeye çoktan başlamıştı bile.

Neden bilmem, ayaklarım köşedeki Au Bon Pain’e götürdü beni. Kasadaki uzun kuyruğa aldırmadım, zaten bir acelem yoktu ki! Sıram geldiğinde bir çikolatalı kruvasanla sade bir kahve ısmarladım. Paketimi alıp dışarı çıktım. Öndeki ufak meydanda o hasır şapkalı çilli kovboy yine oturmuş, birisiyle hızlı satranç oynayıp cep harçlığını kazanmakla meşgul. Ben de yanlarına dikilmiş, kovboyun karşısında oturan son kurbanının mecalsiz hamlelerini, acınası çırpınışlarını izliyorum.

Birden Lisa’nın tanıdık sesi çarptı kulağıma.

‘Hani bizimle partiye gelecektin? Neden hâlâ buradasın? Hadi gel bakayım, bu gece bizimlesin’ derken elini koluma çoktan dolamıştı bile. ‘Bu arada sana kız kardeşim Leana’yı da tanıştırayım, o da bir yıllığına buraya taşınıyor.’

Elimde soğumuş sade kahvemle donakalmıştım. Tanrım, kimdi bu kız? Ah evet, Lisa’nın kız kardeşi… Ama aslında kimdi?

Alev kızılı saçlar… Karanlıkta birer zümrüt gibi parlayan gözler… Kalbimi sıkıştıran o gizemli gülüş… Bana doğru uzanan narin, davetkâr bir el… Fırtına öncesi bir sessizlik…

Oracıkta kalakalmıştım. Alessandra mı demişti Lisa? Yoksa… Hayır hayır başka bir ad söylemişti. Neden acaba? Yoksa adını mı değiştirmişti yıllar öncesinin o gizemli kraliçesi, beni Roma’ya götüren uçakta karşıma çıkan o Tanrıça. Leana… Demek artık adı Leana’ymış diye mırıldandım o yarı baygın halimle.

Gözlerimin önünde kelebekler uçuşuyor. Rengarenk kelebekler. Kanatlarından çıkan rüzgâr başımı döndürüyor. Yoksa hayal mi görüyorum?

Ne Au Bon Pain vardı, ne Harvard Square, ne de elimde bir paket. Hiçbir şey yoktu artık bu dünyada. Hiçbir şey. Yalnızca o, yalnızca Leana…”
 
 

* * *

 

Erol’un en son anlattıkları Moretti’yi derinden etkilemişti.

Demek bizim güzeller güzeli Andreana’yı karşısında görünce bayılması bundanmış diye geçirdi içinden. Besbelli çocukluk aşkı, İtalya’ya uçarken kendisine gülümseyen hostes Alessandra’yı, ardından da biraz önce Harvard Meydanı’nda ilk kez nasıl tanıştığı gençlik aşkı Leana’yı görmüştü Erol, Andreana’nın kızıl saçlarında, çekici gülüşünde.

Haksız da sayılmaz, diye düşündü Moretti. Kendisi bile hafta sonları bağ evini paylaştığı kızıl saçlı afetin, yani ona çocukluk yıllarında bakıcılık yapan bağ evi görevlisinin tek kızı olan Andreana’nın büyüsüyle baş etmek de zorlanmıyor muydu?

Şimdi artık hikâyenin geri kalanını öğrenmesi gerekiyordu. Sabırsızlanmaya başlamıştı profesör. Bu gizemli olayı, Erol’un tüm geçmişini bilinçaltına gömme çabasının ardındaki travmayı birinci elden öğrenmesine ramak kalmıştı. Sanki hipnozda olan kendisiymiş gibi ağzı kurumuş, nabzı hızlanmıştı. ‘Sakin ol Bruno’ diye mırıldandı, ‘Kendine hâkim ol, heyecana kapılıp hata yapmanın sırası değil!’

Henüz 11 Kasım 1992 gününe bir yıl, on bir ay ve on bir gün vardı.

Gözlerini yummuş karşısında oturan adama bir daha baktı. Neredeyse altı saattir birlikteydiler ve yüzünde beliren bu çocuksu ifadeyi ile kez görüyordu. Yumuşacık hatlar, uçları hafifçe yukarı kıvrılmış dudaklar…

Moretti bekliyordu. Hiç ses çıkarmadan koltukta oturmaya devam ederken Erol’un âşık olup her şeyi boş verdiği, hayata meydan okuduğu o anın keyfini doyasıya çıkarmasını bekliyordu. Bir süre sonra her zamanki sakin tonuyla sordu.

“Peki, sonra ne oldu Erol, o gece partiye gittin mi?”

“Evet, evet” diye cevap verdi Erol heyecanla, “Başka ne yapabilirdim ki, umurumda mıydı partide kimler olduğu, umurumda mıydı dünya? İlk görüşte âşık olmuştum ben! Yoo hayır, aslında öyle de değil… Yıllar önce âşık olduğum o kraliçeyi bulmuştum yeniden. Artık geri kalan hiçbir şeyin önemi yoktu benim için… Kızıl saçlı Leana’mdan başka.”

“Demek birlikte gittiniz…”

Erol oturduğu koltuğa iyice gömülmüş, heyecanla anlatmaya devam ediyordu.

“Aslında Lisa’nın eli hâlâ kolumda. Gidilecek yeri zaten bir tek o biliyor. Bense çoktan başka diyarlardayım… Daha içmeden sarhoş… Ev kalabalık, sevgililer sarmaş dolaş. Sonrası yok… Sabaha karşı Lisa’nın kaldığı eve birlikte yürüdük üçümüz. Ayrılırken ikisini de yanaklarından öptüm. Leana’nın yanakları alev alev… Bir an incecik elini hissettim yanağımda… Hayal gibi… Rüya gibi…”

Erol gözleri kapalı, bir peri masalı anlatıyor sanki. Moretti ise tılsımı bozmamak için neredeyse nefes bile almadan onu dinliyor.

“O geceden sonra, Lisa ile birlikte aldığımız ortak dersi sabırsızlıkla beklemeye başlamıştım. Dört gün bu kadar mı geçmek bilmez! Kaç defa takvime, kaç defa saate baktım, kaç defa umutlandım, kaç defa cesaretimi kaybettim, kaç defa yeniden yüreklendim.

Nihayet o gün geldi sonunda. Koşar adım amfiye gidip bir köşeye sindim. Lisa’yı bekliyorum. Gelecek ve bana Leana’dan haber getirecek. Bekliyorum, bekliyorum. Yok, yok, yok işte… Hoca gelir gelmez dışarı fırladım! O halde ne ders dinleyebilir ne de not tutabilirim… Evlerine gideyim diyorum. Hayır, sokağın karşısında nöbet tutayım. O da olmaz… En iyisi, Lisa’yı tanıyan bir başka arkadaşa sorayım. Hiç olmadı, telefon numarasını öğrenip evi arayayım… Sonra birden çözülüyorum, soğuk bir ter boşanıyor üzerimden. Gücüm tükenmiş, bacaklarım titriyor. Eve kadar sürünerek gittim. En iyisi yatmak… Yorganı tepeme, bacaklarımı karnıma çekmek, fetüs pozisyonuna dönmek yeniden… Titremenin geçmesini beklemek… Uyumak… uyumak… ve her şeyi unutmak…”

Erol’un gövdesi yana kaymış, omuzları düşmüş, elleri kucağında kenetlenmişti. Moretti sabırla bekliyordu, şimdi araya girmeyecekti. Bir parlayıp bir sönen kıvılcımlara üfleyip ortalığı daha da kızıştırmayacaktı.

“Sonra” diye devam ediyor Erol, “baktım, ev arkadaşım Dimitri kapıma dikilmiş, soruyor hasta mıyım diye. Neredeyse 24 saattir yatıyormuşum. ‘Hayır’ diyorum. ‘Biraz yorgunum galiba.’ Bir sürü aptalca laf işte… Tuhaf tuhaf bakıyor suratıma. ‘Peki o zaman, sonra görüşürüz’ dediğini, kapıyı çekip çıkıp gittiğini hatırlıyorum hayal meyal.

Kaç saat geçmiş bilmiyorum, en ufak bir fikrim dahi yoktu. Bir de baktım saat beş buçuk olmuş. Neredeyse akşam olacak. Artık ne okul umurumda ne dersler ne de aldığım notlar…

Bir gayret kalkıp soğuk bir duş alıyorum. Aç olmam gerek ama hiçbir şey istemiyor canım. Sonunda çarşaf, örtü, atlet, şort, ne varsa dolduruyorum bir torbaya. Doğruca köşedeki çamaşırhaneye… Dalgın dalgın giriyorum içeri, boca ediyorum çamaşırları boş bir makineye… Oturup kalıyorum bir köşede.

Gözlerim kapalı yılbaşını gecesini düşünüyorum. Allah kahretsin beni, neden evin telefonunu almadım? Neden hemen buluşmayı teklif etmedim? Neden sustum pustum kaldım oracıkta şaşkın bir aşık gibi?

Sonra bir ses… Billur gibi… Tanıdık bir ses. Onun sesi!

‘Merhaba Erol, sen de mi buraya geliyorsun?’

Göz kapaklarımı açıyorum umutsuzca. Rüya mı görüyorum yoksa? Hayır, o işte… Tam karşımda duruyor. Leana!
 
 

* * *

 

10 Eylül 1989, Pazar

Frankfurt’tan havalanalı sekiz saat olmuştu. Kuzey kutbunu aşmış, Amerika Kıtası’nın doğu kıyısından güneye doğru süzülüyorduk. Alçalmaya başladığımızda önce göller, şehirler, ardından nehirler, en nihayetinde yollar, yabancı bir filmin açılış jeneriği gibi penceremin altından akıp gidiyor. Koylarda demirlemiş yelkenlileri, çim bahçelerin ortasındaki evlerin çatılarını seyrediyor, hiçbir detayı kaçırmamaya, yüreğimden taşan heyecanı kendimden bile gizlemeye çalışıyorum.

İlk defa Amerika’ya gidiyor, ilk defa ailemden uzak, yepyeni, bilinmezlerle dolu bir hayata adım atıyorum. Babamın tüm itirazlarına rağmen bu sefer kendi kararımı kendim vermiş, hayallerimin peşinden gitmiştim.

“Per aspera ad astra!”

“Zorlukların içinden, yıldızlara doğru…” Latince hocamdan ilk duyduğum günden beri beni heyecanlandıran bir söz bu…

Fırsatlar ve özgürlükler ülkesi Amerika. Bu klişeyi çok kere duymuş, okumuş ve sonunda inanmıştım. Gerçek miydi acaba?

Aslında ilk görüşmemizde Mustafa Hocam bana pek umut vermemiş, özgürlüğün kazanılmasındaki güçlüklerden bahsedip beni hayli ürkütmüştü. Kızmıştım ona. Bunca yıl her türlü sorunumuzla ilgilenen hocamın beni yeterince ciddiye almaması fena halde gücüme gitmişti. Hem de en parlak öğrencisi olmama rağmen… Onca sene bizimle oyun mu oynamıştı yoksa? İnce zekâsı, engin hoşgörüsü ile bizi kendine hayran bırakırken rol yapıyor olabilir miydi? Ama yılmamış, bir hafta sonra Latince kitaplarımı kolumun altına sıkıştırıp bir kez daha kapısını çalmıştım. Anderson Hall’un ikinci katındaki odasında, masasının başında oturmuş, elindeki dosyayı, muhtemelen bir doktora tezini okuyup sayfaların kenarlarına notlar alırken yakalamıştım onu. Her zamanki sakin bakışlarını bana çevirip gülümsedi.

“Hayrola Erol?”

Sanki ‘sen de nereden çıktın’ der gibiydi. Yoksa kendi paranoyam mıydı algılarımı çarpıtan?

“Size bir şeyler göstermeye geldim” dedim.

Müsait olup olmadığını bile sormamıştım.

Kabalığımı yüzüme vurmadı. Odasındaki sandalyeye kararlı bir şekilde oturduğumu görünce elindeki dosyayı masasının üzerine koyup tüm dikkatini bana verdi.

“Anlat bakalım.”

Sanki gözlerinden tuhaf bir parıltı geçti. Belki de bana öyle gelmişti. Yoksa yanılıyor muydum?

“Size dört yıl boyunca neler yaptığımı göstermek istiyorum.”

Ve elimde tuttuğum beş kalın cildi masasının üzerine sıraladım.

“Buyur hocam. İstediğin kitabı, istediğin bölümü seç, ne istersen sor bana.”

Şaşırtmış olabilir miydim?

Bu çok büyük bir başarı olurdu benim için. Hayır, şaşırmamıştı. Yalnızca hepsine birden göz atıp birini eline almış ve karıştırmaya başlamıştı.

“Ben Latince uzmanı olduğumu hiçbir zaman iddia etmedim ki” dedi gülümseyerek.

“Etmediniz hocam. Ama tüm öğrencileriniz derslerinizde verdiğiniz örneklerden Latince’ye ayrı bir ilgi duyduğunuzu bilir. Eminim ki benim seviyemi ölçebilecek düzeyde bilginiz vardır…”

Daha sonraki bir saat boyunca beni epey terletti. Sonunda ne demek istediğimi anlamıştı. Ya da benim kendimi, bilgimi kanıtlama arzumu tatmin etme nezaketini göstermişti. O fırsatı tanımıştı bana!

“Demek bütün bunları kendi başına öğrendin. Öyle mi?”

“Hayır, hocam, bizim lisede Latince seçmeli dersti. Temelini orada öğrendim ama dört yıl boyunca üzerine epey koyduğumu sanıyorum.”

“Orası belli oluyor” dedi. “Peki, bundan nasıl bir sonuç çıkarmamı bekliyorsun?”

“Hocam, geçen hafta da size anlatmıştım. Benim hayalim farklı dillerin arasındaki ilişkileri incelemek. Romen dillerinin belli başlılarını konuşabildiğimi biliyorsunuz. Bir de sekiz yıllık Almanca eğitimimi koyun üzerine. Latincemi de yoluna koydum sayılır. Ama keşfedilmeyi bekleyen daha onlarca dil var önümde. Ufak çapta Rusça öğrenmeye başladım bu sene. O bir başka derya. Peki, Uzak Doğu dillerini ne yapacağız? Hint-İran dillerini? Ya Afrika’nın gizemini, Arapça’nın, Farsça’nın engin geçmişini, diğer diller üzerindeki etkilerini?”

Birden soluksuz konuşmaya başlamıştım.

Mustafa Hoca’ya bir şeyler öğretiyor havalarına girdiğimi fark edince yüzüm kızarmaya başladı. Amma da haddimi aşmıştım! Babamın karşısında bu kadar fütursuzca konuşabilir miydim? Mustafa Hoca’nın hoşgörüsünü istismar ettiğimi düşündüm. Çaresizliğimi göstermek ister gibi ellerimi iki yana açtım.

“Ne demek istediğimi çoktan anladınız hocam. İnsan ruhu ne kadar karmaşıksa, birbirimizi anlamak için yarattığımız diller de öyle. Ben ilkini sizler sayesinde biraz öğrenir gibi oldum. Daha doğrusu o kapıyı azıcık da olsa aralamış gibi hissediyorum kendimi. Asıl merakımsa ikincisi. Ne yazık ki yola nasıl devam etmem gerektiğini bilemiyorum. Size daha önce de bahsettiğim gibi, psikolog olmayı bir yana bırakırsam babam bunun altından kalkamayabilir.”

Bu kez bakışlarında bir sıcaklık belirtisi yoktu. Bir sorgu hâkimi gibi üzerime geldi.

“Nereden biliyorsun?”

Sorusu beynimde adeta yankılanmıştı:

Nereden biliyorsun!
Nereden biliyorsun!
Nereden biliyorsun!

“Çünkü… Çünkü” diye kekeledim. “Senelerdir beni bunun için hazırladı. Ne istediği o kadar belli ki.”

Taviz vermeye niyeti yoktu hocamın.

“Bütün bunlar babanın kendi hayali. Doğal olarak onun, yani kendi zihninde yarattığı hayalin peşinde koşuyor. Ya senin hayalin Erol? Peki, senin hayalin ne, onu da biliyor musun bari?”

Ne cevap vereceğimi kestirememiştim.

“Yani?”

Kızmış mıydı yoksa?

“Yanisi yok” dedi kaşlarını çatarak. “Eğer hayallerinin peşinde koşacak cesaretin yoksa bu senin sorunun. Babanın ya da bir başkasının değil. Benim de değil. İşte o nedenle sana bir şey önermedim geçen hafta. Şu an içinde bulunduğun durum da geçen haftadan farklı değil aslına bakarsan. Şimdi de ne yapman gerektiğine benim karar vermemi mi istiyorsun? Bu da bir kaçış değil mi aslında? Babanın otoritesinden kaçıp bir başka otoriteye sığınmak mı amacın? Peki, nerede kaldı senin kendi iraden, özgürlüğün?”

Hocamı bir kez daha düş kırıklığına mı uğratmıştım yoksa? Şu sünepe halime acımaktan başka hiçbir şey yapamaz olmuş kıvranıyorum oturdum koltuğun üzerinde. ‘Öğretmenim, İsmail oyuncağımı aldı’ diye mızıklanan anaokulu öğrencisinden ne farkım kalmıştı? O an ne yapacağımı bilemedim. İki cümlede beni yere sermişti Mustafa Hocam. Yer yarılsaydı da içinde kaybolsaydım.

Bir süre konuşmadık. Zaten hoca söyleyeceğini söylemişti. Benimse sesim kısılmıştı utancımdan. Kıpkırmızı olmuştu yüzüm, morarmıştı dudaklarım. Sonunda kendimi toparlayıp bir şeyler söyleyebildim. Daha doğrusu mırıldanmaya çalıştım. Ama hocamın o sarsıcı, can alıcı sorularına cevap vermek yerine başka sorular sormanın kolaycılığına sığınıyorum gene.

“Peki, bu konuda eğitimime devam etmeye karar verirsem nasıl bir yol çizmeliyim sizce? Mesela antropolog mu olmam gerek?”

Arkasına yaslanmıştı.

“Olabilir” dedi. “İlk önce bir lisansüstü programına katılıp ne aradığını görmen lazım.”

Sesinin tonu farklıydı bu sefer. Bir yetişkinle konuşur gibiydi.

“Peki, hocam, siz hangi üniversiteyi tavsiye edersiniz?”

“Etmem” demişti. “Buna da senin karar vermen gerek. Araştırmanı yap, hazır olduğunda gel, birlikte değerlendirelim.”

Yine birinci çoğul şahsa dönmüştük! Ama çok önemli bir farkla… Bu sefer üçüncü tekil şahıs birinci tekil şahsın ne istediğini sormuş, düşünme, araştırma sorumluluğunu ona bırakmış ve yalnızca bir danışman rolünü uygun görmüştü kendine…

Vedalaşıp odadan çıkarken son bir ukalalık yaptım Mustafa Hoca’ya, “Iacta alea est” dedim gülümseyerek. O kadarını Sezar’dan biliyordu, “zar atılmış”, geri dönülmez bir yol açılmıştı. Gözlüklerinin ardından muzip bir gülümsemeyle baktı gözlerimin içine.

 
 

* * *

 

Hayatımda ilk kez kendim için uzun vadeli bir plan yapıyordum.

Önce hangi ülkede eğitimime devam etmemin doğru olacağını düşünmeye başladım. Aslında Latince’nin doğduğu yer İtalya değil miydi? Hem babam da lisansüstü eğitimini Roma’da yapıp, annemle orada tanışmamış mıydı?

Birden ayıldım… Ne yapıyordum ben? İlk özgürlük adımımı hayal ederken bile babamdan başlamıştım düşünmeye. ‘Vay canına’ diyorum kendi kendime. ‘Ne güçlü bir etki bu böyle!’ Ne yaparsan yap, bir türlü izi silinmiyor derinden.

Orasına burasına dövme yaptıranlara biraz şaşmıyor muydum ben?
Al sana çok daha beteri… Tenime değil bilinçaltıma yapılmış bir dövme bu.

Hem zaten Roma’da doktora yapmaya kalksam Giorgio dedem beni kolumdan çekip bağlarının başına geçirmez miydi? Sonra Almanya’yı düşündüm. Aslında dünyaya açılırken Almanya’yı seçmek parlak bir fikir gibi gelmemişti bana. Uzak Doğu için ise henüz hazır değildim. Çok uzak, çok yabancı geliyordu bana.

Sanki malumu bilip etrafında dolanıyor gibiydim. Sonunda pes ettim. Bir de şu Amerika’nın ne fırsatlar sunduğuna bakalım dedim kendi kendime. Sanki en baştan beri bunu hayal ettiğimi bilmiyormuşum gibi… Amerika’daki üniversiteleri, tarihçelerini ve eğitim sistemlerini incelemeye başladığımda epey şaşırmıştım. İki yüzyıllık yeni bir dünya değil miydi Amerika? Köklü bir geçmişi olmayan, sormadan görme bir ülke diye burun kıvırdığımız ama yaşam tarzına gelince taklit etmek için adeta birbirimizle yarıştığımız karmakarışık bir kültür.

İlginç bir şekilde o kocaman ülkenin batısına doğru ilerledikçe üniversitelerin kuruluş yılları günümüze yaklaşıyordu.

Amerika kıtasında ilk yerleşim bölgelerinin hep doğu yakasında olduğunu, yıllar sonra batıyı keşfettiklerini hatırladım sonra. Altın ve petrol uğruna, en çok da ucu bucağı olmayan o mümbit toprakları kadim sahipleri Kızılderililer’in elinden amansız bir şiddetle söküp alma uğruna, Vahşi Batı’ya göç etmemiş miydi soluk benizlilerin gözü en kara, eli en kanlı olanları?

Amerika’nın Orta Batı’sındaki ünlü Chicago Üniversitesi bile ancak 1892 yılında kurulabilmişti. Logosuna baktığımda gözlerime inanamamıştım. Amblemin içinde Latince harflerle Crescat Scientia Vita Excolatur yazıyordu: “Bilim gelişsin, yaşam zenginleşsin.”

Önce benim gibi bir Latince manyağı olan biri için hoş bir sürpriz olarak görsem de doğu kıyılarında kurulan üniversiteleri inceledikçe bunun bir tesadüf olmadığını öğrenecektim.

Princeton Üniversitesi on sekizinci yüzyılın ilk yarısında, neredeyse iki yüz altmış yıl önce kurulmuştu. Ve logosunda Dei Sub Numine Viget yazıyordu. Yani “O, Tanrı’nın gücü altında güçlenir.”

Benzer şekilde New York’un ünlü Columbia Üniversitesi’nin mavi logosuna In lumine tuo videbimus lumen mottosu işlenmişti. “Senin ışığında, ışığı göreceğiz” diyerek onlar da oldukça dini bir çağrışım yapmışlardı anlaşılan.

En çok da Pennsylvania Üniversitesi’nin logosundaki özdeyişi beğenmiştim. Romalı efsanevi şair Horatius’un bir sözüydü bu: Leges sine moribus vanae. Ambleminde “Ahlak ilkeleri yoksa kanunlar beyhudedir” yazan bir üniversitede okumak isterdim doğrusu.

Ve son olarak daha 1636 yılında Massachusetts eyaletinde kurulan Harvard Üniversitesi.

Massachusetts… Tıpkı Bee Gees’in o eski şarkısında olduğu gibi:

Feel I’m going back to Massachusetts,
Something’s telling me I must go home.

Aslında ben daha önce Massachusetts eyaletinde yaşamak şöyle dursun, oraya hiç gitmemiştim bile. Ama içimde bir şeyler kıpırdıyor, sanki şarkıdaki sözler gibi beni oraya, “eve” dönmeye çağırıyordu. Harvard’ın Latince mottosunu bir kez daha okudum:

VERITAS

‘Gerçek’ buydu işte. Kader beni oraya çekiyordu…

Kütüphanemizdeki Harvard Üniversitesi kataloğunu incelemeye başladığımda Fen ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nin lisansüstü programındaki Linguistik başlığını görünce müthiş heyecanlanmıştım.

Kararımı çoktan vermiştim bile. Eğitimime dil bilimleri dalında devam etmek istiyordum. Eğer müracaatım kabul edilecek olursa, en önemli sorun işin parasal boyutuydu. Nasıl olur da hem babamın rızası hilafına hareket edip hem de göz göre göre kendisinden maddi destek isteyebilirdim?

Birkaç gün geçmeden yeniden Mustafa Hocamın odasında buldum kendimi. Harvard’daki dilbilimleri lisansüstü programının tüm detaylarını çıkarmış, alacağım dersleri bile seçmiştim. Şimdi ise boynumu bükmüş bu işi nasıl kotaracağımı, nasıl müracaat edip nereden kaynak bulacağımı öğrenmem gerekiyordu.

Ürküyordum elbette.

Yıllarca otoriter bir babanın kanatları altında yaşaya yaşaya kendi kanatlarım kırpılmış gibiydi. Mustafa Hoca beni her zamanki sakin, bir o kadar da ilgili ve dikkatli tavrıyla dinledikten sonra lafı fazla uzatmadan, “Şunlara ben bir göz atayım, sen de hafta başı ofisime bir uğra bakalım” dedi. Hepsi bu kadar mı diye geçirdim içimden. Hani birlikte seçenekleri değerlendirecektik? Hani bana önerilerde bulunacaktı, yeni alternatiflerle aklımı karıştıracaktı?

Nada… Hiçbir şey…

Düş kırıklığı içinde odasından çıktım. İçimde kocaman bir boşluk… Ne yapacağımı bilemeden yürüdüm, yürüdüm… O büyüleyici Boğaz manzarası bile artık hiçbir şey ifade etmiyordu benim için. Beş gün boyunca özsuyu çekilmiş bir fidan gibi sararıp solmuştum. Yurttaki dalgacı tayfa benim yine âşık olduğuma kanaat getirmiş, kızın kim olduğu üzerine bahis oynuyorlardı.

Bir bilseler…

Pazartesi günü kalbim çarparak Anderson Hall’un merdivenlerinden yukarı çıkıyorum. Dört yıldır bütün hocalarımın odalarına elimi kolumu sallaya sallaya girip çıktıktan sonra günün birinde böyle gerileceğim aklıma bile gelmezdi ama başıma gelmişti işte. Mustafa Hoca’nın kapısını usulca tıkırdatıp araladım. Bizim sınıftaki kızlardan biriyle konuştuğunu gördüm içeride. Eliyle dışarıda bekle biraz gibilerden bir işaret yapınca odasına giremeyeceğimi anlamıştım. Koridorda bir aşağı bir yukarı sersem gibi yürürken adımlarımı sayıp gerginliğimi yatıştırmaya çalışıyorum.

Ne kadar zaman geçti, bilmiyorum.
Beş dakika, on dakika, bir koca ömür?

İlknur’un yavaşça kapıdan süzülüp çıktığını, bana bakıp gülümsedikten sonra seke seke merdivenlerden aşağıya indiğini gördüm. Her neyse peşinde koştuğu şey, elde etmişti anlaşılan. Ya benim derdim ya benim sorunum, diye düşündüm fena halde İlknur’u kıskanarak. Ben de sekebilecek miydim böyle merdivenlerde küçük bir çocuk gibi?

Nefesimi tutup kapıyı tıklatıyorum.

Mustafa Hoca önünde duran dosyadaki kâğıtları karıştırıyordu tek eliyle. Yüzündeki ifadenin ne anlama geldiğini çıkaramadım. İçim allak bullak, zihnim sisli havada yolunu arayan umutsuz bir dağcınınki kadar bulanık.

“Otur bakalım Erol, haberler fena sayılmaz” dediğinde yüreğim göğüs kafesimden dışarı fırlayacak diye korktum.

Alt dudağımı ısırıp sandalyeye çöktüm. Ne demem gerekirdi şimdi? Aptal bir soru sorup işi berbat etmekten bile korkuyordum. Benim soluğumu tutup beklediğimi anlayınca kendisi devam etti konuşmaya…

“Geçen gün seni boş yere umutlandırmamak için söylememiştim ama benim Berkeley’de birlikte doktora yaptığım eski bir arkadaşım şu anda Harvard Üniversitesi Fen ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde ders veriyor. Becky zehir gibi bir akademisyendir. Çevresinde sevilen, aktif bir öğretim üyesi. Hemen onu telefonla arayıp senden bahsettim. Ardından da dört yıllık not dökümünü gönderdim…”

Adeta kımıldamaktan ürkerek, Mustafa Hocamın ağzından çıkanları dinliyorum. Yavaşlatılmış bir film şeridi gibiydi her şey. Sesi kulaklarımda uğulduyor, gözlük camlarının ardındaki ser verip sır vermeyen bakışları yüreğimi sıkıştırıyor.

Ellerimi kucağımda kenetlemiş, tüm dikkatimi havaya birer birer asılan o sihirli kelimelere vermiştim.

“Bir an önce hazırlık yapman için doldurulacak formları fakslamış hafta sonunda. Şöyle bir baktım, içlerinde senin burs müracaatına engel olacak bir durum yok. Yabancı dillere olan ilgini, Latince merakını ve şu anda konuştuğun dilleri duyunca Becky bile etkilendi sanırım. Bir gün sonra beni arayıp kendi söyledi. Dilbilimleri bölümü başkanıyla görüşmüş, o da senin müracaatını takip edeceğine söz vermiş. Anlaşılan değerlendirme komitesi müracaatını onaylarsa okula tam burslu kabul edilmen için de bir şansın var. Öyle olmasa bile sana asistanlık gibi bir iş bulup geri kalan parayı kendi başına kazanmanı sağlayacak bir formül önerebilirler. Ben de Berkeley’deki öğrencilik yıllarımda cep harçlığımı hep yaptığım ekstra işlerden sağlardım. Okul parasının ve yurt masraflarının karşılanması bile senin için yeterli olacaktır…”

Kelimeler kulağımın içinde yankılanıyor, bazen heceler arada kaybolup gidiyordu.

Olabilir miydi? Arzu ettiğim yolda ilerlemek, özgür olabilmek bu kadar kolay mıydı gerçekten? Heyecanımı gizleyebilmek için tırnaklarımı etime batırıyor, olabildiğinde canımı acıtıp, yüzüme yayılmak üzere olan şapşal sırıtışı frenlemeye çalışıyorum.

“Müracaat için gerekli evrakların asıllarını kurye ile göndermişler, hafta içinde elimize ulaşır. Bu arada sen şimdiden hazırlıklarını yapmaya başlamalısın. Unutma, aralık ayına kadar yazılı müracaatının ellerine ulaşması gerekiyor. Demek ki hazırlıklarını tamamlamak için önünde bir ay vakit var. Göreceksin, çok detaylı bilgiler isteniyor, hedeflerine, neden bu bölümde okumak istediğine dair kapsamlı bir yazı da hazırlayacaksın. Ayrıca benim dışımda iki hocadan daha referans mektubu alman gerek. Hazır olduğunda son bir defa her şeyi birlikte kontrol eder, kasım ayından önce formları yollarız.

Ondan sonrası beklemeye kalmış… Sabredeceksin artık!
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Hasan Saraç

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

6 YORUMLAR

  • Yanıtla Barış Savaş Tutar 14 Mayıs 2020 at 21:15

    Nefesimi tuttum, gelecek bölümü bekliyorum!

  • Yanıtla Hasan Saraç 15 Mayıs 2020 at 14:00

    Sizin gibi değerli okurlarımız olduğu için çok şanslıyız…

    İlgi ve desteğinize teşekkür ederiz. .. Yarın 10. bölümü site yönetimine göndereceğim.

    ilk kez bir defada 5000 sözcüğün üzerine çıkıyoruz… Ne de olsa anlatacak çok şey var 🙂

    Dilerim keyifle okursunuz… HS

  • Yanıtla Funda Kale 19 Mayıs 2020 at 20:09

    Emeklerinize, kaleminize sağlık.

    • Yanıtla Hasan Saraç 19 Mayıs 2020 at 23:02

      Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim Funda Hanım.
       
      Aslında 10. bölüm de pazartesi sabahı yayınlandı, perşembe günü de 11. bölüm yayınlanacak.
       
      Yeniden buluşmak ümidiyle… En iyi dileklerimle …
       
      HS

  • Yanıtla Funda Kale 19 Mayıs 2020 at 23:16

    Heyecanla bekliyoruz 🙏🏻🧚🏼‍♀️⚡️🦋🦋🍀🍀

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan