Naftalin

Aynı Tanrının Çocukları Nikos & Raife

23 Haziran 2020

Öykü: Aynı Tanrının Çocukları Nikos & Raife | Yazan: Gökçe Çiçek Gönülaçar

Kriti! Ya panda sti kardia!
İse i patrida mu i gliyka.*

* Girit! Hep kalbimdesin!
Tatlı memleketimsin.

Üzümlü kamelyanın altında ela gözlerini batan güneşe kilitlemiş, yaşlı ellerini birbirine kavuşturmuş sessizce oturuyordu büyük babaannem. Dantelli beyaz tülbenti ve siyah elbisesi içinde Yin ve Yang sembolünün vücut bulmuş hali gibi.

Girit’ten geleli beri altmış küsur yıl geçmiş olmasına rağmen, geleneklerine sımsıkı sarılmış inatçı keçim benim. Eşleri öldüğünde saçına kına yakmayı bırakan her Giritli kadın gibi bütün renkli elbiseleri atmış. Hep aynı siyah elbiseyi giydiğini düşündürse de tertemiz lavanta kokan, güldükçe mor-mavi açan çiçeğim benim.

İşte okuduğunuz bu satırlar Raife’nin sandığından çıkarıp ölene kadar elinden bırakmadığı siyah beyaz çok eski bir fotoğrafın öyküsüdür.

Benim nazarımda Raife ölümsüzdür. Hikâyesi de ölümsüz olsun.

O yaz, haberci çalı kuşları cıvıl cıvıl ötüyordu hayat bahçesine girdiğimizde. Yengem yine duramamış, bahçenin açık alanına sermiş sakız beyazlarını. Sardunyalar coşmuş. Begonviller sarmış da sarmıştı bahçe duvar boylarını.

“Hızır gelmiş bahçemize, bu ne güzellik” diyerek attı adımını babam.

Babaanneme seslendi arkasından, “Koca bebeğin geldi. Kaldır mare kendini” diye.

Kuzenim Seda ile sarıldık kapı girişinde. Hasan geldi arkasından. Ev pişmiş süt kokuyordu. En kaymaklısından. Kocaman konağın içinde hiç kavgasız yaşayan, yaz filmimin en sevdiğim kahramanlarıyla kavuşmuştum.

Bir anda doluşuverdiler bahçeye. Kucaklaştık, özlem giderdik. O gürültüye rağmen babaannemden gelen hiçbir tepki yoktu ve bu alışılmışın çok dışındaydı.

Raife’yi dudaklarına kilit takılmış gibi suskun bulduk taraçada.

Ev ahalisi suskunluğunu yaşlanma emarelerinden saysa da ben bir şeylerin değiştiğini hissetmiştim. Yoksa benim bildiğim Raife konuşacak kimse yoksa keçilerle bile dertleşir, ona buna sataşırdı. Para versen susmazdı deyim yerindeyse.

Yaz arkadaşım. Masal kitabım, çocukluğum. Aklı suyun öte yanında kalmış kalbi kırık petunyam. Açılmamış bir mektubun mührü gibi susuyordu işte.

Kuzenlerim benden büyüktü. İstemezlerdi beni yanlarında. Gündüz denize, gece sinemaya giderlerdi. Ben konağın bahçesinde tek arkadaşım Raife ile geçirirdim günlerimi. Cunda’daki konağımızın en büyüğü o, en ufağı ise bendim. Benim görevim onu güldürmek konuşturmaktı. Onun görevi ise bana hikâyeler anlatmaktı. Çok masallar dinledim ondan, dalları yerlere sarkmış hünnap ağacının altında.

“Bak omorfi kopelam (güzel kızım)” diye başlar, araya sığarsa bir kaç küçük Türkçe kelime sığar, bense onun hareketlerinden gözlerinden ne demek istediğini anlardım. İnatla geldiği yerin dilini konuşurdu. Bana da Yunanca öğretmek isterdi hep. Ama dönmezdi benim dilim. Onu taklit etmeye kalktığımda da kahkahalara boğulurdu güzel kandi’m (ninem).

Bu yaz iyi değildi pamuk Raife.

İkimiz de mi büyüyorduk? Hayır; benim boyum uzuyor, o ise küçülüyor, büzüşüyordu. Akşamsefaları bin bir kokuları ile açarken, amcamın onun için yaptığı hasır sandalyesine oturup kendi haline çekiliyor, başını önüne eğiyordu. Kendi kendine madinadesler mırıldanıyor, uyukluyordu. Çok nadir zamanlarda, kaşlarını çatıp annemin kötü söz dediği Rumca kelimelerle denize doğru söyleniyordu.

Dedem, Usta Sefer öleli on yılı geçmişti. Ben büyük dedemi hiç görmesem de Raife’nin anlattıklarından onunla büyümüş kadar olmuştum. Herhalde dedemi özlüyor diye düşündüm önce. ‘Ölenler özlenir’ demişti ya babam, ben bir türlü kabullenememiştim sessizliğini.

Gidip gelip kolunu dürtüp ‘Haydi Rayfoşş mani söyle’,’Haydi, Rayfoşş şarkı söyle’ diye ısrar etsem de yüz vermiyordu artık.

“Sefer Bey öldü. Kayığa bindi Sefer Bey” diyordu ara sıra.

O akşamüstü uzun bir sessizlikten sonra kendi kendine ‘Dhostu pende na milisi çe ikosi ya na sopasi’ -Beş kuruş ver konuştur, yirmi ver ki sussun- diyerek ufak bir kahkaha attı. Konuştu diye çok sevindim. Ama sonra yine sustu. Bana küstü sandım. Derin bir iç çekip yine bulutlara daldı yaşlı gözleri.

Hikâyesi vardı Raife’nin.

Konağın içinde zaman zaman konuşulurdu. Küçücük aklımla kalbindeki yarasını da başka bir hikâyesinin olduğunu da seziyordum. Her hikâyesi, bir diğerini saklardı Raife’nin. Birisi bana anlattığıydı. Diğeri ise gerçek olanmış. Bana anlatılanda büyük bir gemi, hastalıktan kırılan insanlar vardı. Deniz olmayı çok istemiş bir de bebek. Geride kalan mavi kapılı bir Girit evi, evin az yakınındaki mis kokulu fırın. Fırından taze çıkan yıldız kaliçunyalar. Madinades söyleyen genç kızlar ve o güzel masalın sonuna doğru Resmo’dan İzmir’e koskocaman dalgalar.

Öyle güzel anlatırdı ki gözümde canlandırırdım. Ve sorardım merakla:

“Eee sonra ne oldu Pamuk?”

“Ya ne olacak mihrimu? Çiçekleri getirip ekmişiz. Güneşi görmüşler büyümüşler; sen gibi Moshinos kokmuşlar sonra.”

“Ama Rayfoşş” dememe kalmadan bahçede bir iş verir, kovalardı beni başından. Yarım kalırdı anlattıkları.

“Sonu yok, sonrası yok” derdi sakince. Belki de sonu gelmesin istediğinden anlatmazdı.

Raife’nin kendi masalı hep canlıydı.

Sürer giderdi. Hayata bu masalla tutunduğunu çok sonraları anladım. Masalın sonunu getirmediği gibi, hep başka türlü anlatışı da işime gelirdi. Gülümsediğini görürdüm bazen. Sevinirdim o gülünce. Maalesef gülümsemeleri de bitmişti bu yaz. Ben artık üzgündüm.

Aklının gittiğini söyleyen kapı önü arkadaşlarıma da küsmüştüm. Koca konakta o kalabalıkta yalnızdım artık. “Pamuğa ne oldu?” diye sorup duruyordum evdekilere.

“Oraları özlüyor” dedi bir gün amcam.

“Oradaki tarlalarını, bağlarındaki üzümleri bahçelerindeki kayısıların lezzetini özlüyor. Senin İzmir’deki arkadaşlarını özlediğin gibi. Takalarla gidiyor, gemilerle dönüyor babaannen.”

“Babaannem burada amca. Gitmedi ki, işte orada.”

“Aklıyla gidiyor cimcime. Sen de yaparsın ya oyun oynarken.”

“Ama dönmüyor onun aklı. Bana geri gelsin Rayfoş.”

“Resmo’ya gitmiş kızım. Girit’te memleketine.”

“Geri gelsin aklı! Ne olur amca geri gelsin.”

Raife’nin küçük bedeni bahçede durup dururken, aklı ve kalbi ise fırıncının oğlu Nikos’un yanına gidiyormuş o zamanlarda.

Çok bekledim. Çok oyunlar yarattım. Ama bir daha bana geri dönmedi Raife. Çok kıskandım gittiği yeri. Ben de ona Kaliçunyalar yaptım annemle beraber. Onun bana yaptığı gibi. Begonviller koklattım. Zorla koynuna girip kendimi hatırlatmaya zorladım ama olmadı.

Koskoca altmış yıla sığan aşksız evliliği, beş çocuk, altı torun. Duvar ustası Sefer’in bıraktığı mavi kapılı bu güzel konak. Bahçenin en güzel yerindeki begonviller ve lavantalar. Raife’nin en sevdikleri. Memleket dediği yerden gelen nadir güzellikler. Sağ elinde Girit’te çektirdiği yıpranmış fotoğrafı, sol elinde sımsıkı tuttuğu begonvilin çiçeği.

Konağın bahçesinde oyunlar bitmişken, mutsuz ve sıcak bir yaz geçerken, Rayfoş’umu doktora götürdüler bir sabah. Döndüğünde daha da çökkün, hep uyuklar haldeydi. Seksenini deviren babaannemin aklı karıncalanmış. Bana küsmemiş. Hastalanmış azıcık. Öyle dedi Ali amcam.

O yaz akşamı hünnap ağacının altına büyük masayı koydular amcamlar. Beyaz naylon örtünün üstüne koyuldu rakılar. Deniz börülceleri, nuraniyeler. Ezmeler gitti. Salatalar geldi. Üzgündüler. Çeneleri düşer böyle zamanlarda bizimkilerin. Beni uyudu sandılar. İki ağaç arası kurulmuş hamağımın yumuşak minderinde yıldızlara bakarken pamuğumun masalını dinledim. Raife’nin beni oyaladığı masallara hiç benzemiyordu anlatılanlar.

1923 yılının mart ayında bir öğlen vakti sevdiceğine Nikos’una mektup yazarken babası gelmiş eve. ‘Gidiyoruz’ diye bağırmış ağlayarak.

“Çabuk olun gidiyoruz!”

Hiçbir şey almaya fırsatları kalmamış. Kardeşlerini giydirmiş babaannem. Küçücük bir bohça yapabilmiş sadece. Annesi bahçeden alelacele begonvil kökleri almaya çalışırken. Raife de bir koşu fırının önündeki dibek taşına varmış. Bakınmış ama ne fırında ne de sokakta Nikos’unu görememiş. Sadece iki tane olan fotoğraftan bir tanesini her zaman mektuplarını bıraktıkları iki tuğlanın arasına sıkıştırmış.

“Gitmek zorundayız Nikos. Ama bilirim nereye gitsek bulursun sen beni. Sonsuzlukta seviyorum seni” yazmış.

Sırtlarında döşekleriyle evde olan ne varsa yolluk yapıp bohçalarına doluşturmuşlar. Yüzlerce insanın arasından ittirilerek limana varmışlar. En yakın kapı komşularının, babasına ‘defolun’ diye bağırmasını, yüzlerine edilen küfürleri hiç unutmamış Raife. Ve hiç anlamamış, gayet iyi geçinirlerken birden bire bu düşmanlığı. O kargaşada hep arkasına dönüp bakmış Nikos geliyor mu diye. Bir kez görse, en azından bir küçük veda edebilseymiş keşke.

Limanda günlerce bekletilmişler. Gemi gelmek bilmiyormuş. Recep bebek annesinin memesinde hep ama hep ağlıyormuş. Hiç gitmemiş sesi kulaklarından.

Üç gün, üç gece sürmüş bu deniz yolculuğu.

Begonvil köklerine ellerini kenetlemiş. Yıldızlara bakarak hayal kurmuş geceleri. Ancak böyle tutunabilmiş yaşama. Deniz yolculuğunun ikinci gününde Recep bebeğin ağlaması durmuş. Annesinin çığlığına uyanmış Raife. Recep bebek, deniz bebek olmuş artık. Gözleri ile görmüş onu nasıl denize attıklarını. Gemi hastalıktan kırılıyormuş. Nasıl sağ salim çıkabilmişler o sefillikten?

İzmir’e vardıklarında Karantina denilen bir adaya indirilmişler. Uzun günler geçmiş orada da. Annesi sinir krizleri geçirirken, bir damla gözyaşı dökülmemiş Raife’nin gözlerinden. Hep ama hep Nikos’u düşünmüş. Zaten kaçmayı düşünüyorlarmış ya iyi olmuş. Nikos da arkadan gelir diye hep kendini kandırıyormuş Rayfoş’um.

Her gün kapıda Nikos’un gelmesini beklemiş. Gelip onu bulmasını. Alıp Resmo’ya, evlerine geri götürmesini. Ama nafile beklemiş. Ne yazık ki ne gelen olmuş ne gelenlerden geri giden. Birkaç ay sonra babasına bir ev ve bahçe vermişler Ayvalık’tan. Yeni memleket artık burasıymış. Bahçelerinde zeytincilik yapmışlar. Babası Arif, duvar ustası olmuş. Geçinip gitmişler.

Raife artık on yedi yaşına gelmiş. Gelinlik kız olmuş.

Babasından hep korkarmış. Çok ama çok direnmiş. Nikos’un gelemeyeceğini artık anlayınca, Sefer dedemle evlenip senesine babamı doğurmuş. Arkasından amcamlar ve halamlar doğmuş. Sefer dedem, babaannemden on yaş büyükmüş ya. Sevgi ve muhabbet hiç beslememişse de hep saygıyla “Sefer Bey” demiş dedeme.

Girit’te kaybettiği aşkını bu bahçede çocuklarına vermiş Rayfoş’um. Gelin geldiği konağın bahçesini cennete çevirmiş. Kızlarının ve gelinlerinin çeyizlerine danteller, kanaviçeler işlemiş. Nakışlarında hep bir begonvil çiçeği ve süslü bir N harfi varmış.

Zamanla Sefer dedem işlerini büyütmüş. Çocuklarını hep okutmak istemiş. İki amcam Ayvalık’ta zeytinyağı işine girerken, babam İstanbul’da eczacılık okumuş. Fidan halam, amansız hastalığa yenik düşünce pamuk Raife’m aylarca konuşmamış. Ben doğunca çözülmüş dudu dilleri. Raife’nin mucizesi olmuşum ben. Onun bir tanecik Omorfi kopela’sı.

“Nasıl da çözülmüştü dili annemin, Nilüfer doğduğunda. Belki yine olur. Annem konuşmadan duramaz. Bir sebep bulur yine kendine” diyerek ağlamaya başladı babam.

“Artık zor be abi” dedi arkasından Ali amcam.

“Doktor ne dedi hatırlasana. Hastalığı geri döndürülemez ama belki durdurulabilir. Abi bence annem susarak yokluğuna alıştıracak bizi.”

Babamın ağladığını hiç görmemiş duymamıştım. Durum ciddiydi artık. Ölüm denilen şey kayığa binmekti. Raife öyle derdi. Küçücüktüm ama aklım büyüktü. Huzursuzlanmıştım. Yokluğuna alıştırmak da neydi? Raife gidemezdi.

“Raife kayığa binmeyecek. Rayfoş yok olmayacak diye avazım çıktığı kadar bağırarak konağa doğru koşmaya başladım. Rukiye yengem, evin merdivenlerine kadar koştu arkamdan. Ben sadece pamuk babaannemi görmek istiyordum. Odasına çıkacak, onunla uyuyacak ve ölmesine engel olacaktım. Kayıkçı geldiğinde onu bizden alamayacaktı.

Rukiye, deli kadın. Diline yerleşmiş Ege şivesi ile her kavramı küçülten kadın. Annemlere kırk yıllık hatırlı ‘kahvecikler’ pişiren. Bana bir ‘çorbacık’ içirip türlü şaklabanlıklarla beni sakinleştiren can kadın.

Birlikte babaannemin odasına çıktık. Verilen ilaçların etkisiyle huzurla uyuyordu Rayfoş. Girit’in en güzel kızı. Yeri değiştirildiğinde küsüp solan çiçekler gibi, yaşamdan vazgeçiyordu yavaş yavaş. Elini tuttum.

“Gitme pamuğum” dedim.

“Babam, ‘Bir mucize olacak ve Rayfoş geri gelecek dedi'” dedim.

“Babamı yanıltma Rayfoş, sonra onu kimse dinlemez” dedim. Belki Türkçe anlamıyordur diye düşünüp bana söylediği ne kadar Rumca kelime varsa sıraladım. Başını sağdan sola çevirdi sadece. Açmadı gözlerini. O gece sabaha kadar ağladım. Hepimiz ağladık. Gücümüz tükenmişti.

Ağustos ayına varmıştı günler. Birkaç kez daha doktora gittiler, geldiler. Genel durumu iyiyse de bir tek kelime söylemediği için hafızası hakkında yorum bile yapamamıştı doktorlar. Babamın ve benim beklediğim mucizeden de vazgeçmiştik.

Yaz sonu serinliğinde, biz sabah kahvaltısındayken, bahçe kapısı gıcırdadı. Değişik bir aksanla “Günaydın” diyerek içeri girdi Stella. Ne kadar da güzeldi. Sarı saçları omzuna dökülmüş. Yüzü güneş gibi parlıyor ve kocaman gülümsüyordu. Kahvaltıya buyur ettiler bizimkiler.

Elinde sımsıkı sarı bir zarf tutuyordu genç kız.

“Girit’ten gelme Arif’in kızı Raife Yılmaz’ı arıyorum. Ona vermem gereken bir emanetim var” dedi. Belli ki bu cümleleri ezberlemişti. Evde İngilizce bilen yoktu. Anlaşmak gittikçe zorlaşıyordu. Uzun bir süre bizim konaktakiler ve Stella birbirlerine bakıp sadece gülümsediler.

Amcamlar erkenden fabrikaya, babamsa çoktan İzmir’e dönmüştü. Rukiye’nin aklına komşunun yurt dışında okuyan tatile gelmiş oğlu Kaan geldi. Kısa bir süre İngilizce konuştular. Rukiye annemi getirelim dedi.

Onu bir bayram sabahına hazırlar gibi süslemiş Rukiye.

Pamuğum dirense de “Anne bugün siyah yok” demiş. Bugün senin, bugün Beyaz’ın günü. İyiliğin aşkın günü. Bembeyaz dantelli bir elbise ve sandığından sadece düğünlere giderken başına taktığı ipek eşarbı takmış başına.

Bir gelin çiçeği gibiydi, moshinos kokulu petunyam.

Stella beklerken çok sabırlıydı. Bense çok sabırsız. Çok geçmeden konu anlaşıldı. Zarf açıldı. Hayret nidaları arasında zarfın içinden, babaannemin avcunun içine sıkıştırdığı siyah beyaz fotoğrafın aynısı çıktı. Ve Rumca yazılmış uzun bir mektup. Bir de o çok kıskandığım Nikos’un yaşlanmış resmi. Evet, Nikos’un yetmiş sene sonra gelen torununun elindeki mektubu.

Raife’nin Mucizesi.

“Mucize geldi” diye bağırdım.

“Mucizeeee! Mucize! Rayfoş’un mucizesi.”

Ben babama telefon açmaya koşarken, Rayfoş’umu da odasından taraçaya indirdiler. Her zamanki hasır sandalyesine oturttular. Stella ve Raife karşılıklı otururken babaannemde hâlâ bir tepki yoktu. Ta ki Stella elindeki resimleri ona gösterene kadar.

Gözlerini kocaman açtı önce. Bize dönüp baktı. Nefesimizi tutmuştuk. Artık hareketleri iyice yavaşlamıştı. Önce kolunu kaldırıp kızın elinden kendi fotoğrafını aldı. Sonra Nikos’un fotoğrafını. Elleri zangır zangır titriyordu babaannemin. Bir şey olacak diye ödüm patlıyordu. Tam o anda incecik dudağının yanına bir kelebek kondu sanki. Rayfoş gülümsedi.

Sesini duyamasak da eskide olduğu gibi bir Madinades söylemeye başladı.

Ya sena serno vasana
Ya sena serno ponus
Ya sena mesti filaçi.*

* Senin için çektiğim bu dert
Senin için bu acı
Senin için mahpusluğum.

Raife konuşuyordu. Raife Madinades söylüyordu. Yaşlı gözlerinden yağmurlar yağdırarak.

Stella babaannemle Rumca konuşmaya başladı. Elini tuttu, ona sarıldı. Titremesi geçmişti artık. Hiç anlamadığımız bir şarkı söylediler birlikte mırıl mırıl. Bizse dut yemiş bülbüller gibi susup hayretle izliyorduk onları.

Anladık ki; Nikos dibek taşındaki mektubu ve Raife’nin fotoğrafını bulmuş. Kaan’ın çevirisi ile öğrendik ki Nikos da bu aşktan hiç vazgeçmemiş. Raife gibi sonrasında o da evlenmiş. Üç çocuğu olmuş. Stella’ysa en sevdiği torunu imiş ve ondan rica etmiş. “Onu mutlaka bul” diye. Fakat ömrü yetmemiş bunu görmeye. Bir yıl önce kalp krizi geçirip kayıkçının kayığına binmiş.

“Hissetmiş” dedi annem.

Bir sene önce başlamıştı bu kopmalar. Onların ruhen bir bağları varmış. Nikos bu dünyadan ayrılınca Raife de gitmek istedi anlaşılan.

Giritli kadınların anlayamadığım bir inatları vardır. Babaannemde ise inadına ek bir de yaşama gücü. “Ölmeden bir haber alacağım elbet” dermiş Rukiye’ye hep. Hayalini gerçek yaptı. “Beni deniz gören bir yere gömün” de dermiş.

“Görebileyim karşı kıyıyı.”

Pamuk Raife’m bana geri dönmedi. Hiçbir an bile beni tanımadı. Babamı da. Rukiye’yi de. Hiç birimizi hatırlamadı. Sol elinin avucunda sımsıkı ölümsüz aşkının fotoğrafını tuttu. Alamadık elinden. Ömrünün altmış yılında beklediği mektubu ona okuduktan ve Nikos’unu bir fotoğrafta da olsa görebildikten sonra bir ay kadar daha yaşadı. Sadece tek bir şey hatırlayarak ve her sabah Nikos diye gözlerini açarak.

Cunda’nın tepelerinde bir selvi ağacının altında yatar şimdi küçük bedeni. Toprağında mis kokar Girit begonvilleri. Ve mezar taşında şu Madinades yazar Raife’nin. Sadece aşıkları değil iki yakanın dostlarını ayırmayalım bir daha diye.

Tan tis miras mas grafto, emeis na gnoristume.
Na mirastume tus kaymus, tus ponus mas na pume
O idyos Theo’s ma sepepse Turkaça çe Rumya ça
Yafto prepi na agapistusame, San imzstone aderfaça*

* Anlımıza yazılmış bizim tanış olmamız
Dertleri paylaşmamız, acıları sormamız.
Aynı tanrı gönderdi bizleri, Türkçükler ve Rumcuklar
Ondan sevişmeliyiz sanki kardeşmişçesine.

Gökçe Çiçek Gönülaçar

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

12 YORUMLAR

  • Yanıtla Nimet Canbayraktar 23 Haziran 2020 at 19:10

    Çok çok güzeldi. Duygu dolu, inanılmaz. Adeta film tadında okudum, o kadar güzel anlatmışsınız ki.
     
    Böyle büyük aşkları yaşayanlar, bence seçilmiş insanlar.

    • Yanıtla Gökçe Çiçek Gönülaçar 24 Haziran 2020 at 14:20

      Nimet Hanım, size bayılıyorum. 😊
      Okuma aşkınıza ve bizi bu kadar güzel sahiplenmenize…
      Değerli yorumunuz için çok çok teşekkürler.

  • Yanıtla Burak Süalp 24 Haziran 2020 at 11:18

    Kalktım, kahvaltıya oturdum, bir süredir her sabah yaptığım gibi siteyi açıp yazılara bakmaya başladım. Bugün de bu yazı takıldı gözüme. Çok güzel başladı yazı akmaya. Ailemin yazlığı Ayvalık’ta, çok yaz tatilim geçti orada. Olayın oralarda geçtiğini anlayınca ayrı bir sevindim, hah dedim, Çağan Irmak filmi geliyor. Nimet Hanım’ın dediği gibi, film tadında bir yazı. Hikayenin akışında gözyaşlarını tutarak okumayı becerebilen oldu mu bilmiyorum. Ben beceremedim.
     
    Hikaye, olayın yaşanmışlığı, ifadelerinin güzelliği, hepsi harika. Eline sağlık arkadaşım.
     
    Umarım bize de Cunda’ya gidince Raife’yi bulmak, ziyaret etmek kısmet olur. Sevgiyle kal.

  • Yanıtla Gökçe Çiçek Gönülaçar 24 Haziran 2020 at 13:37

    Çok teşekkür ederim Burak.
     
    Kelebek Bahriye, Balıkçı Bahtiyar de Ayvalık’ta yazıldı. Hatta Cunda’da kucağında bebeği ile eşini bekleyen kadın heykeline yazdığım bir öyküydü.
     
    Bu arada Raife, hâlâ Ayvalık’ta yaşayan canımın içi bir arkadaşımın büyük babaannesi.
     
    Aynı kabusu milyonlarca insan yaşamış. Öykülerde isimler farklı sadece. Ben de Batı Trakya Mubadil torunuyum. Selanik Edesa’dan gelme bir ailenin içinde ben de Rumca kelimelerle büyüdüm. Umarım bir gün onları da yazarım.
     
    Beğenmene çok sevindim.

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 24 Haziran 2020 at 13:55

    Sevgili yazarımız Burak’a ve değerli okurumuz Nimet Hanım’a katılıyorum; bir kez daha duygudan duyguya savuran harika bir öykü kaleme almışsın. İlhamını gerçek bir hikayeden alması ve Raife ile Nikos’u ölümsüzleştirmen ise çok çok değerli.
     
    Söylememe gerek yok; ben de hıçkıra hıçkıra bitirdim okumayı 🙈
     
    Tebrik ederim canım 👏🏻💯

    • Yanıtla Gökçe Çiçek Gönülaçar 24 Haziran 2020 at 14:25

      Çok teşekkürler patroniçemizz 😘😘😘👋👋

  • Yanıtla Teoman 24 Haziran 2020 at 18:22

    Dolu gözlerle okumak, muhteşem bir aşkı, aynı şekilde aktarmak…
    Eline sağlık.

  • Yanıtla Sibel Erol 24 Haziran 2020 at 20:53

    Her şeyin madde olduğu günümüzde, duyguyu hissetmeyi hatırlamak ne kadar da güzel! Şaşırtıcı. Tokat gibi vuruyor insanın yüzüne. Efsane gibi. Yok, diyorsun, olmaz böyle bir şey! Mümkün değil. Çünkü yok! Bu alışmışlıkla büyüdük, olmayacağına inandırdılar bizi. Yeniden inanmaya ihtiyacımız var sanki…
     
    İnandırdığın ve umudu yeşerttiğin için teşekkürler Gökçe..

  • Yanıtla Beril Erem 25 Haziran 2020 at 01:47

    Muhteşem… Yedi sekiz yaşlarında bir çocuğun zihnine girip dolandım o bahçede Raife’nin eteklerinde. Asmalarla konuşmalarını, begonvilin köküne gelinler biraz fazla su kaçırdı mı gözlerini belertmesini 😂 babanın, amcanın çaresizliğini ama tüm bunları küçük bir kız çocuğunun aklıyla gördüm, görebildim… Sayende Gökçe’cim ❤ İşte asıl mucize budur bence!
     
    Tebrikler..

  • Yanıtla Gökçe Çiçek Gönülaçar 25 Haziran 2020 at 10:45

    Sizden öğrenecegim çok şey var Beril öğretmenimm. Yorumunun o kadar değerli ki. Belki bir gün ben de yaklaşabilirim sizin muhteşem öykücülüğünüze. Valla tek hayalim bu oldu bu sıra.
     
    Büyüyünce Beril EREM olucam 😂

    • Yanıtla Zeynep Mete 9 Ağustos 2020 at 15:25

      Sevgili Gökçeciğim;
      Muhteşem bir öykü, yüreği kanırtan ama kanamasın diye Girit Begonvillerinden merhem süren, hem ah ulan hem vay be dedirten, hem güldüren hem ağlatan bir öykü. Yani yaşamın ta kendisi öykülerin. Çok yaşa sevgili kardeşim, kalemin hiç kurumasın.
       
      Sevgilerimle…

  • Yanıtla Gökçe Çiçek Gönülaçar 10 Ağustos 2020 at 17:34

    Zeynep Hanımcığım, çok mutlu oldum yorumunuza.
     
    Sevgiler

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan