Çapraz Oyun

Çapraz Oyun | Bölüm 3

22 Haziran 2020

Yazı: 13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 3 | Yazan: Hasan Saraç

 

Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 1
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 2
 
 

“Görünen o ki bir zamanlar değerli olup da kaybedileni tekrar bulabilmek, herkes için sonu olmayan bir düştür.”

– Carolyn Turgeon

 

25 Mart 2009 Çarşamba günü sabahı birbirlerinin peşi sıra iki uçak kalkar İstanbul Atatürk Havaalanı’ndan.

TK1825 sefer sayılı Paris uçağı ve TK1671 sefer sayılı Köln uçağı.

TK1825 sefer sayılı uçağın 12A numaralı koltuğunda oturan psikoloji profesörü Mustafa Yılmaz iki günlük bir konferansa katılmak üzere Paris’e gitmektedir. Uçak piste indiğinde tatlı uykusundan uyanan Mustafa Hoca büyük bir sürprizle karşılaşır.

Uzun yıllardır gördüğü rüya gerçek olmuş ve farklı bir bedene bürünmüştür. Köln’e giden uçağın ekonomi sınıfında yolculuğa çıkmış ve kendisini bir anda Paris’e inen uçağın Business Class koltuğundan otururken bulmuştur.

Aynı gün, yine aynı saatlerde kalkan TK1671 sefer sayılı uçağın Business Class koltuklarından birinde de Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin gizemli patronu Kâmil Bey seyahat etmektedir. Avrupa’nın en büyük turizm şirketinin başkanı ile önemli bir görüşmesi vardır.

Bir gece öncesinde çok geç yattığı için alabildiğine yorgundur. Sırtını rahat koltuğuna yaslanıp dinlenmeye başlar. Uçak piste indiğinde tatlı uykusundan uyanan Kâmil Bey de tıpkı Mustafa Hoca gibi büyük bir sürprizle karşılaşır…

Farklı bir beden içinde uyanmıştır Kâmil Bey ve içinde bulunduğu uçak da Paris’e değil Köln Havaalanına inmiştir biraz önce!
 
 

3. BÖLÜM

 
 
Kâmil ilk şoku atlatır atlatmaz çantasının içine baktı. Sanki kendi çantasının birebir kopyasıydı. Gözünü bile kırpmadan elini atıp pasaportu buldu yerli yerinde. Heyecanla kapağı kaldırdı. Karşısında, elli beş yaşlarında, sakallı, gözlüklü, sakin bakışlı bir adamın fotoğrafı vardı.

Eli gayri ihtiyari tekrar yüzüne gitti. Sakalsa sakal. Gözlükse gözlük. Adı da Mustafa Yılmaz’mış. Doğum tarihi, 28 Haziran 1959. Doğum yeri, İstanbul.

Vay canına, diye geçirdi içinden, benden gençmiş her kimse bu adam. Başında bekleşen ekipse sessizce olan biteni anlamaya çalışıyordu. O her tarafa esip gürleyen adam sanki aniden ortalıktan kaybolmuş, biraz ürkek, biraz kafası karışık bir başka kişilik çıkmıştı ortaya. Yine de risk almaya gerek yoktu. Sakince beklemeye devam ettiler.

Kâmil ikinci hamlede elini bilet bölümüne attı. Orada da yazıcıdan çıkmış bir rezervasyon bilgisi vardı.

Bilet sahibinin adı: Mustafa Yılmaz.
25 Mart 2009, İstanbul-Paris gidiş, 27 Mart 2009, Paris-İstanbul dönüş.

Başında bekleyenlere göstermemeye çalışarak yutkundu oturduğu yerde…

Eğer Kâmil de ipe sapa gelmez bir tuhaflık sonucu gerçekten Mustafa’ya dönüşmüşse söylenecek bir şey kalmamış demekti. Gözleri karardı. Bu kâbus ne zaman bitecek diye söylendi içinden. İki eliyle başını ovuşturdu. Ne de olsa, kendini güçsüz hissettiği anlarda hep böyle yapardı. Beş yıldır oldukça sık tekrarlanan bir sahne… Kafasını toparlamaya çalıştı bir süre.

Peki, şimdi ne olacaktı?

Öncelikle bu tuhaf, gerilim dolu, yüz kızartıcı ortamdan bir an evvel kurtulmak istiyordu, hem de çaresizce. Zor da olsa ne yapacağına bir karar vermeliydi. Kafasını kaldırıp, soran gözlerle kendisine bakan kaptan pilotu ikna edecek, içinde bulunduğu duruma uygun düşecek bir senaryo kurgulamaya koyuldu.

“Sanırım çok zor bir dönemden geçiyorum. Bazen aldığım ilaçların yan etkileri de oluyor. Bir karışıklık çıksın istemem. Sizden ricam, bir yardımcı ayarlayın, pasaport çıkışına kadar bana eşlik etsin. Tamam mı?”

Bütün ekip derinden bir oh çekti. Bu tuhaf adamın gelgitleriyle uğraşmaya ne vakti ne de sabrı vardı hiçbirinin. Zaten inişte hava trafiği yoğunluğu yüzünden yarım saat vakit kaybetmişlerdi. Bir güne daha gecikmeli bir uçuşla başlamak performans istatistiklerine olumsuz yansıyacaktı. Bir an evvel uçağı boşaltıp, dönüş hazırlıklarına başlamaları gerekiyordu.

Kaptan pilot ayaklarının ucuna basarak sessizce oradan ayrıldı. Artık bundan sonrası onu ilgilendirmiyordu. Her yolcunun derdiyle bu kadar yakından ilgilenmeye kalksa arkadaşları hiç sektirmeden “Ne haber, oğlum? Seni yine hosteslik yaparken görmüşler. Tepsileri de iyi taşıyabiliyor musun bakalım?” diye dalga geçmeye başlardı.

Kabin amiri de sesine en uygun nezaket tonlamalarını iliştirip yüzünde anlaşılmaz bir ifadeyle önündeki koltukta oturan yolcusuna eğildi. “Mustafa Bey, sizin için tekerlekli sandalye istemiştik. Şu anda kapıda bekliyor. Dilerseniz oraya kadar birlikte gidelim. Hem bagajınıza da yardım edecekler. Ben de size koltuk değneklerinizi getireyim.”

Birden irkildi oturduğu yerde. Koltuk değnekleri mi? Bu hiç aklına gelmemişti işte! Ne yani şimdi kalkar kalkmaz yürüyemeyecek miydi?
Bu ne biçim işti böyle?

Offff…

Yine de önemli iş toplantılarında takındığı “iletişime kapalı” tavrıyla kontrolü eline almıştı bir şekilde. Kafasından neler geçtiğini, neye kaygılanıp neye üzüldüğünü kimselere göstermeyecekti. Tamam, hiç tanımadığı birileri, belki de ilahi bir güç kendisine çelme takmış, o da bir an için tökezlemişti ama önüne çıkan bu belayla baş etmeyi kafasına koymuştu bir kere.

Ne olacağına ben karar veririm, diye geçirdi içinden.

Bacaklarım tutmuyorsa o da beni ilgilendirir, başka hiç kimseyi değil. İşte bu kadar… Pes etmeye, kendimi başkalarına acındırmaya, ezdirmeye niyetim yok diye söyleniyordu içinden.

“Anlaştık o zaman” dedi. “Siz benim çantamı oraya kadar getirin, sonrasına bakarız.”

Adam koltuk değnekleriyle bu çantayı nasıl taşıyormuş diye düşünmeye başlıyordu ki çantanın arkasındaki sırt kayışlarını gördü…

Anlaşılan kapıda bekleyen görevli bir Türk’tü. Zaten Avrupa’daki bazı havaalanları bizimkiler olmasa anında çalışamaz hale gelir, diye mırıldandı. Bunu söyler söylemez de Köln havaalanı geldi aklına. Şu anda orada olması gerekmiyor muydu?

Seneler önce Galatasaray’ın Monaco’yu elediği maçtan sonra uçağı beklerken o havaalanında yaşadıkları geldi aklına. Hani Galatasaray cezalı olduğu için şu Fransız takımıyla maçı İstanbul’da değil de tarafsız bir sahada oynatmıştı UEFA. Ne tarafsız ama! Almanya’nın göbeği. Tüm stat silme Türk doluydu. Şu Avrupalılar da başlarına aldıkları belanın farkına henüz varamamıştı anlaşılan. Biz bir yere yerleşmeyi kafayı koyduysak işiniz bitmiştir beyler. Sizin kurallarınız bize işlemez. Kapıyı kaparsanız, pencere açıktır. Onu da kapatırsan bacayı kullanırız. Çok gerekirse duvarda delik açar gene geliriz.

Galatasaray’ın Monaco takımını elemesinden bir gün sonra, sabah sabah Köln’de check-in bankolarında görev yapan, bagajları yerleştiren, barlarda çalışan bütün Türklerin ağzı kulaklarındaydı. Sanki Almanya’nın tapusunu almışlar gibi, yüzlerinde sersemce bir mutluluk hali… Çaktırmamaya çalışıyordu ama Kâmil de acayip keyiflenmişti maç bittiğinde, hatta bir gün sonra bile o mutluluğu devam ediyordu. Hele o Cevat Prekazi’nin beş kişilik baraja rağmen sol ayağıyla attığı frikik golü yok muydu? O golden sonra stadı dolduran on binlerce Türk’le birlikte seslerinin en son gittiği yere kadar hiç durmadan bağırdıkları anları nasıl unuturdu?

Köln tarihinde, hatta Almanya tarihinde elli beş bin yabancının kendi bayraklarını havaya sallayarak bir alanda böyle toplandığı görülmüş müydü acaba?

Bunu ne Napolyon becerebilmişti ne Stalin. Ne de Roosevelt.

Bir tek bizim baldırı çıplak cengâverler hariç…
 
 

* * *

 
 
Karşısında bekleyen adamın yaka kartında da inadına Kâmil yazıyordu. Adaşıymış ha! Bu da mı kurgulanmış senaryonun bir parçası diye düşündü aklı karışarak. Senarist her kimse biraz fazla abartmış olmalıydı!

Yanına gelen hizmetli “Mustafa ağabey” diye seslendi. “Geçmiş olsun, uçakta bayılmışsın diye duydum. Ben şimdi sana bir kahve ısmarlarım, bir şeyin kalmaz. Hem sen hiç merak etme, pasaporttaki polis adamımız sayılır. Sana yardımcı olacak.”

Kâmil tekerlekli sandalyeye acemice bir hamleyle, çöker gibi oturdu ve çantasını bacaklarının üstüne yerleştirip sessizce etrafını gözlemeye koyuldu. Bir taraftan da neler yapacağını planlıyordu. Önce şehre inip bir otele yerleşmeli, şu Mustafa denen adamın çantasını iyice bir elden geçirmeliydi. Sonra da sekreteri Zeynep’i arardı elbette. Ona ne söyleyeceğine ise o zaman karar verecekti. Otele vardığımda ilk iş olarak viski içmeliyim, diye düşündü. Ne de olsa, en kötü anında bile insanın kendisini şımartabilmesi başlı başına önemli bir sanattı.

Pasaportu incelemek için yeniden eline aldı.
Hmmm…
Adam bir de profesörmüş… Hem de psikoloji profesörü…

Eh, diye mırıldandı kendi kendine. En azından bir şeyler biliyormuş herifçioğlu. Peki, Paris’e ne halt etmeye gidiyordu acaba? Vize sayfalarını karıştırdı biraz. On yıllık Amerika vizesi. Bir sürü haftalık, on günlük Schengen vizeleri. Bu adamlar geri zekâlı mı, diye söylendi yine. Neden onlar da kendisinin yaptığı gibi beş yıllık vizeler alıp rahat etmiyorlardı? Kafa yoktu ki bu adamlarda… Vay vay vay… Bizim Mustafa, Rusya’ya bile gitmiş. İskandinav ülkeleri falan derken epey turlamış adamcağız.

Fransız polis pasaportu eline alıp şöyle bir baktı. Sonra da tekerlekli sandalyeyi sürüp kendisini bankoya getiren adaşına gülümseyip damgayı bastı. Ulan bunları da kendimize benzetmişiz diye içinden geçirdi Kâmil. Şu kılıksız herife güvenip benim işimi hızlandırıyor.

Şimdi artık bir an evvel buradan kurtulmalıydı. Tekerlekli sandalyesini iten adama seslendi.

“Beni taksi durağına götürsene!”

“Mustafa abi, daha senin bavulu alacağız unuttun mu? Hem bizim bir kahvemizi içmeden seni hayatta bırakmam.”

Çattık, diye geçirdi içinden. İşin yoksa bir de şu adamlarla uğraş dur. Ah Orhan, ah… Yaktın beni. Havaalanına geldiğimizde bana o uyku haplarını vermeyecektin. Gece boyunca yalnızca üç-dört saat uyku, ardından da iki tane hap, olacağı buydu işte!

Şimdi bu adamı terslemenin de bir yararı yok, diye düşündü. Ne acelesi vardı ki? Bütün gün onundu zaten, hatta çok daha fazlası.

Kafaya koymuştu artık! Bu durumuna bir çözüm buluncaya, neler olup bittiğini anlayıncaya kadar farklı türden bir oyun oynayacaktı. Her şeyi belli kurallar çerçevesinde yapmaktan yeterince sıkılmamış mıydı? Sürekli bay mükemmeli oynamak yeterince bezdirici değil miydi? Hayata boş vermenin zamanı gelmemiş miydi?

“Hadi bakalım” dedi. “Getir de içelim şu kahveni.”

Kaşları çatıldı birden. Pasaport tamam da cüzdan neredeydi? Elini tekrar çantaya attı, ilk denemede bulmuştu. Kalitesiz bir deriden yapılmıştı ama cüzdandı işte. İçinde ne var ne yok diye bakındı. Birkaç kredi kartı, üç beş yüz avro para, beş on kartvizit. Hiç fotoğraf yok mu? Elini cüzdana atıp bir yirmi avro kaptı.

Kendisine yardımcı olsun diye yanına verdikleri adam otuz yaşlarında, tıknaz, esmer bir Anadolu gencine benziyordu. Her nedense sürekli sırıtıyordu, yüzünde de yaşadığı hayattan zevk alıyormuşçasına keyifli bir ifade… Ulan herif buralarda sürünüyor yine de umurunda değil, diye mırıldandı. Ne adamlar var şu dünyada… Ne de olsa, uzun yıllardır o ‘güruhtan’ birine hiç bu kadar yaklaşmamıştı.

Şu işe bak! Bir de adı Kâmil’miş! Anlamını biliyor mu acaba?

O sırada bir barın yakınına gelmişlerdi.

“Ne içersin abi?”

Kâmil elindeki yirmi avroyu uzattı hemen. ”Bana bir sütlü filtre kahve yaptır, sen de ne istersen iç bakalım.”

Yardımcısı elinde tuttuğu avroyu görünce hafiften bozulmuştu.

“Abi, senin paran burada geçmez. Kırma kalbimizi.”

İşe bak diye içinden söylendi şaşkınlık içinde, para verdik onu da istemiyor, manyak mıdır nedir?

Çok geçmeden kahvelerle geri dönmüştü tosuncuk. Kâmil adamın kasaya hesap ödediğini de görmemişti. Çok tuhaf… Bu herife her şey bedava mıydı böyle?

“Anlat bakalım Kâmil, sen ne zamandır buralardasın?”

“Abi, ben zaten bura doğumluyum. Bizimkiler aslen Sivas’ın Hafik Tavşanlı Köyü’nden gelme. Zaten artık neredeyse köyde kimse kalmamış. Yarısı burada, geri kalan yarısı da İstanbul’da… Ama köy deyip hor görme garibi. İnternet’e gir, sitesini görsen şaşar kalırsın. 24 saat açık bir kamerası bile var. Özledikçe internetten köyü seyrediyor bizimkiler.”

Bizimki hepten uçuşa geçti, diye düşündü Kâmil. Ama ona ihtiyacı vardı. İkide bir keyfini kaçırıp onunla dalga geçiyor olmak işine gelmezdi.

“Yapma yahu” diye cevap verdi. “Demek sizin Sivas’taki köyün internette sitesi var öyle mi?”

“He ya abi, kim kimin kızını aldı, kim kimle ne zaman evleniyor, haberleri hep ordan alıyoruz işte. Hatta İstanbul’dakiler pikniğe falan gidecekleri zaman ordan haberleşiyor herkes…“

Adam atıyor ama destekli atıyor, diye geçirdi içinden. Kahveler de bitmişti.

“Şu bavulu alsak artık…”

“Tamam abi, hemen oraya gidelim, sen bana tarif edersin, ben bavulu bi’ koşu alıp getiririm.”

Bu da hiç aklına gelmemişti. Mustafa’nın bavulu nasıl bir şeydi acaba?

Nereden bilecek, nasıl tanıyacaktı? Sonra uyandı… Kahve, sohbet derken zaten epey zaman geçmişti. Tüm yolcular çekip gittiğine göre, geriye kalan da Mustafa’nın olmalıydı…

Asansörle bir alt kata indiler. İstanbul uçağına ayrılan karusel bandı semazenler gibi kendi etrafında dönmeye devam ediyordu ağır aksak. Ve üstünde yalnızca iki bavul kalmıştı. Biri siyah bir Samsonite. Diğeri ise kahverengi bir Delsey. İkisi de bizim Mustafa’nın tipine uygun diye düşündü. İyi de hangisini alacaklardı? Birden aklına geldi. Ceketinin cebinden biniş kartının koçanını çıkarıp adama verdi.

“İşte bagaj fişim koçanın arkasında. Bir zahmet getirsene…”

İlk hamleyi o yapmış, Sivaslı’nın soru sormasına fırsat vermemişti. Adam bir an için durakladı, sonra ‘çattık’ der gibi kafasını sallayıp fişte yazılı olan numaraya baktı. Sonra hızlı bir eşleştirmeyle siyah Samsonite’ı kapıp geldi.

“Abi, pek de hafifmiş senin bavul.”

“Zaten iki günlüğüne geldim” diye yanıtladı Kâmil. Bu sefer vereceği cevabı iyi biliyordu. “Bir de taksi ayarlayabilirsen…”

“Mustafa Abi, sen hiç dertlenme, bizimkilerden birini bulurum sana hemencecik, Kuzey Afrikalılar’ın eline düşersen seni oyarlar vallahi.”

İki dakika geçmeden taksiyi ayarlamıştı bile.

“Abi, bu yakınımdır, adı da Hüseyin. Biraz rahatsız olduğunu da söyledim, sen hiç tasalanma.”

Valiz bagaja yerleştirilince Kâmil de tekerlekli sandalyeden acemi hareketlerle kalkıp, arabanın arka koltuğuna geçmek için uzandı.

O çarpık bacağının bir şekilde vücudunu taşıdığını fark edince biraz rahatlamıştı. O ne yapması gerektiğini bilmese de bacakları tecrübeli sayılırdı. Hüseyin el çantasını da bagaja koymaya yeltenince arkaya seslendi.

“O çanta bana lazım, ver yanımda dursun bakayım.”

“Olur abi, sen dertlenme yeter.”

Kâmil, en son kim benimle böyle senli benli konuşmuştu diye düşündü. Hatırlayamadı bile. O her zaman ulaşılmaz iş adamı ünlü Kâmil Bey’di. Normalde bir şeyi istemesine bile gerek kalmazdı. Yanındakiler ne yapılmasını gerektiğini zaten bilirdi.

Vay be, dedi içindeki Kâmil. Dışındaki Mustafa suskundu yine…

Şu işe bak, sıradan bir taksinin arkasında oturuyordu. Bagajda ise bir Samsonite. Neden bu adamlar iki kuruş biriktirmez de en azından bir Hartmann almazlar diye kaç kere geçirmişti aklından. Bu dandik siyah kutulardan hiç hoşlanmıyordu işte. Araba hareket edince genç adam arkaya döndü.

“Abi, seni nereye bırakayım? Kalacağın otel belli mi?”

Bir kez daha bir bilinmezle yüz yüze gelmişti. İyi de hangi otelde kalacaktı Mustafa? Rezervasyon yaptırmış mıydı acaba? Hem zaten ne halt etmeye gelmişti Paris’e? Hepsi bir yana, şu Psikolog Mustafa da kimdi Allah aşkına? İlk kez gördüğü bir sürücüye bunları soracak değildi herhalde!

“Sen yavaştan sür, ben birazdan söylerim.”

Normal zaman olsa ya Louvre Sarayı yakınlarındaki Ritz’de, ya da Champs-Elysées’deki Four Seasons George V otelinde kalırdı. Ama şimdi o kadar emin değildi bundan. Hele bu kıyafetlerle, bu bagajla! Komik olurdu.

Önce şu çantayı iyice bir incelemeliydi!

İçinde birkaç dergi, rapor, bir bilgisayar çıktısı, bir de dosya vardı. Dosyanın içine göz gezdirdi. Bir sürü makale. Çoğu İngilizce, biri de Almanca. Bilgisayar çıktısına geri döndü. Aradığını bulmuştu!

26-27 March 2009
Psychological Science Annual Conference
Sorbonne University, Paris I

Sorbonne Üniversitesi’nin ana binası Saint-Michel Caddesi üzerinde değil miydi? Demek bir konferansa katılmak için Paris’e geliyormuş Mustafa!

Hemen “Beni Saint Germain’e götür” diye seslendi arka koltuktan. Konferans neredeyse oraya yakın bir otelde kalması daha uygun olurdu icabında. Saint Germain, Saint-Michel caddesini ortadan keserdi, Sorbonne’a yakındı, hem de oteller açısından zengin bir bölgeydi.

“Hangi otel abi?”

“Oralarda bildiğin beş yıldızlı bir otel yok mu?”

“Abi, ben bu otellerden, yıldızlardan pek anlamam ama o cadde üzerinde ünlü olan Victoria Oteli var, bir de Lutetia’yı biliyorum. Kaliteli turistleri genelde oraya götürürüm.”

“Tamam, o zaman anlaştık, beni Lutetia’ya götür.”

Şu işe bak diye mırıldandı acı acı gülümserken. Eh, hiç olmazsa “kaliteli turist” kategorisine alınmış, yavaştan sınıf atlamaya başlamıştı!

Aslına bakılırsa bu oteli hep merak etmişti Kâmil. 1900’lerin başında art-deco tarzındaki mimarisiyle ünlenen bu binayı Almanlar ikinci dünya savaşında SS subaylarının gizli servis karargâhı olarak kullanmışlardı. Tabii şimdilerde otelin internet sitesine girseniz bu ilginç bilgileri asla bulamazdınız orada, o başka.

Geçmişte olup biten nahoş şeylerden hazzetmiyorsan, unut gitsin. Hele tarih yazıldığında kalem elindeyse, değiştir gitsin… Zaten sistem hep böyle işliyordu dünya üzerinde. İşine geldiğinde yalan yanlış bilgileri herkesle paylaş, her türlü algı yaratma aracını silah zoruyla ya da parasını ödeyip eline geçir, abart abartabildiğin kadar. İşine gelmeyen gerçekleri de yok say gitsin, aman kimse bilmesin, sakın öğrenmesin…

Medeniyet falan değil, resmen çifte standartlar imparatorluğu…
 
 

* * *

 
 
Kâmil en üst kattaki odasına çıktığında derin bir nefes aldı. Bu kâbus başladığından beri ilk kez yalnız kalıyordu. Önce odasında kol değnekleri ile birkaç tur attı.

İlginç!

Bacakları hiç de öyle korktuğu gibi ağrımıyordu! Yavaş da olsa istediği hareketleri yapabildiğini anlayınca biraz sakinleşmişti. Her an bir koltuk değneğine muhtaç olmanın ne denli ürkütücü bir şey olduğunu düşündü. Daha önce hiç aklına gelmemişti!

İlk yapacağı şey kendine verdiği sözü tutmak olacaktı. Hemen oda servisini aradı ve bir şişe “Blue Label” viski istedi. Karşısındaki kız neden bu kadar cahildi? İngilizce söylüyordu işte. Blue Label… Bir de Fransızca tekrarladı söylediklerini, sonra Ritz’de olmadığını hatırladı. Dört yıldızlı otelde kim bilecekti Blue Label’ın ne olduğunu. Mecburen fikrini değiştirdi.

“Bana bir şişe Black Label viski yollayın yeter” dedi. “Bir kova da buz. Yanında da taze çilek ve bitter çikolata.”

Bu kez anlaşmışlardı. Biraz sakinleşebilmek için kendini koltuğun üzerine bıraktı. Yarım yamalak beş altı saat uyku, kâbus gibi bir havaalanı macerası, bir de Mustafa. Şu anda hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Önce viskisini içmeliydi.

Biraz sonra oda kapısındaki tıklamayı duydu. Bir şişe viskiyi bu saatte kim ister gibilerden etrafına bakınarak içeri giren kızın avucuna acele tarafından bir yirmi avro sıkıştırdı. Mesaj yeterince açıktı. Paranı al ve bir an evvel toz ol, beni de rahat bırak…

Tepside duran viski bardağını alıp, üç parmak Black Label koydu. İçine iki de buz attı. Parmağıyla karıştırdı. Kokusunu derin derin içine çekti. Kocaman bir yudum boğazından geçerken, içinin ısındığını hissetti. Sanki koltuk şimdi biraz daha rahattı.

Birden o adamı gördü karşısındaki aynada. Gözlüklerinin ardından kendisine bakıyordu. Oldukça şaşkın, bir o kadar da muzip bir hali vardı. Sakalları karışık, saçları uzun, hafif derbeder, boş vermiş bir bakış.

Kimsin Sen Be?!

Babası olsa şimdi ne yapardı acaba? Birdenbire öfkesi kabardı yine. Yetmişti ama! Babası olsa ne yapardı, babası olsa ne yapardı… Her şeyi o kadar çok biliyorduysa neden bir zavallı gibi tek başına ölüp gitmişti bir hastane odasında? Karısını çoktan kaybetmişken, geride bıraktığı oğluyla bile doğru dürüst vedalaşamadan. Göz göze bile gelemeden… Korkak, günahkâr ve pişman… Ona mı akıl danışacaktı şimdi!

Aynadaki adam sanki hiçbir şey söylememiş gibi hâlâ ona bakıyordu. Bu sefer görmezden gelmedi. O da gerisin geri kaşlarını çatıp aynadaki yansımasına bakmaya başladı. En sonunda gözler birbirine kitlendi. Hayret diye mırıldandı kendi kendine, şu muzip suratlı adamın bakışları hiç de öyle sandığı gibi gariban falan değildi.

Bir daha inceledi. İrisin arkasındaki derinliklerde gizlenmiş izleri, işaretleri yokladı. Hmmm… Oldukça sakin, sapına kadar güvenli bakışlar… Koltuğunun kenarına tutunup ayağa kalktı, aynaya biraz daha yaklaştı.

Ne diyorsun hemşerim? Dilin yok mu senin?

Son kez babasını düşündü ve öfkesine yenik düşüp elindeki bardağı hışımla aynaya fırlattı. Aynı anda kırılan iki camın sesi birbirine karıştı. “YETTİ ULAN” diye bağırdı var gücüyle. “Kararım karar… Bundan sonra böyle işte… Bu saatten sonra bana ne yapacağımı, ne edeceğimi söyleyemezsin artık. Bundan böyle içimden ne geliyorsa öyle yapacağım. BİTTİ ARTIK!”

Biraz önce oturduğu koltuğa yeniden çöktü. Elleri titriyordu. Bir duş alsam mı, diye mırıldandı. Peki, bu haliyle nasıl olacaktı bu iş? Hemen vazgeçti banyoya gitmekten, son bir gayret yatağa uzandı. Biraz uyumaya karar vermişti aniden.

Belki uyandığında her şey normale dönerdi. Belli mi olur?
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Hasan Saraç

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Nimet Canbayraktar 22 Haziran 2020 at 13:12

    Beklemek kötü, roman aşırı merak yüklü. Kitap olsa, soluksuz ve uykusuz bitireceğime eminim. Ama bu tarzın da ayrı bir zevki var. Bakalım neler olacak.
     
    Kaleminize sağlık. Dilerim kalın bir kitaptır.
     
    Teşekkürler……

    • Yanıtla Hasan Saraç 22 Haziran 2020 at 14:11

      Güzel yorumunuzla bize güç veriyorsunuz Nimet Hanım, çok teşekkür ederim.
       
      Haklısınız, son üç ay içinde romanlarımın Sen ve Ben sitesinde bölüm bölüm yayınlanmasından hoşlanan yedi binden fazla okurumuz oluştu. Siz de hak vereceksinizdir, ne yazık ki Çapraz Oyun adlı eserimin ne kadar kalın olduğunu söyleyemeyeceğim.
       
      Ancak, şu anda son düzeltmelerini yaptığım 4. bölümün giriş bölümünde Çapraz Oyun romanı hakkındaki bazı görüşlerimi paylaşacağım siz değerli okurlarımızla.
       
      13 Saat + 1 Ömür ve Çapraz Oyun basılıp da tükendikten sonra ikinci baskısı henüz yapılmamış olan romanlarım. Biraz da bu sayede onları Sen ve Ben sitesinde rahatça bölümler halinde yayınlayabiliyoruz.

      Öte yandan halen internet sitelerinde satışı devam eden Aynadaki Adam, Turabdine Dönüş ve Kafkas Ateşi (2020) adlı iki romanım ve Yazdıklarıyla Yaşayanlar (2018) ve Yazdıklarıyla Yaşayanlar (2020) adlı iki edebi eserim daha var.
       
      Bir oturuşta ya da bir kaç gün içinde bir romanımı okumak isteyenler bu fırsattan daima istifade edebilirler.
       
      En iyi dileklerime,
      HS

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan