Aklımdan Geçenler

Turabdin’e Dönüş | Bir Romanın Hikâyesi

15 Temmuz 2020

Yazı: Turabdin’e Dönüş | Bir Romanın Hikâyesi | Yazan: Hasan Saraç

Merhaba, Sen ve Ben Dergisi‘nin değerli okurları;

İlk kez “Usta Yazarlar Uzaydan mı Geldi?” başlıklı denemem ile 9 Ekim 2019 günü buluşmuştuk sizlerle. Önceleri aylık Aklımdan Geçenler yazılarımla çıktım yola. Ardından “Yazdıklarıyla Yaşayanlar” (2018) ve “Yazdıklarıyla Yaşayanlar 2” (2020) adlı eserlerimde yer alan usta yazarlara ait hayat hikâyelerinden bazıları yayınlanmaya başlandı sitemizde.

2020 yılının mart ayıyla birlikte yeni bir kapı açıldı önümüzde. Daha önce yayınlanmış olan romanlarım bölüm bölüm yer almaya başladı bu güzel ortamda. İlk önce 13 Saat + 1 Ömür romanını ele alıp bitirdik. Şu günlerde de Çapraz Oyun adlı romanımın bölümleri yayınlanıyor sitemizde.

Öncelikle bu süreçte bize destek olan, değerli yorumlarıyla çalışmalarımıza güç katan okurlarımıza teşekkür ederek başlamak istiyorum yazıma.

Elbette düşünmüşsünüzdür okuduğunuz bunca romanı kimler nasıl hayal etmiştir diye…

Öyle ya, bir yazar nereden esinlenir de yazmaya başlar romanlarını? Çalışma masasının başında otururken ya da bir şezlonga uzanmış düşünürken mi gelir bu ilham? Hadi bir ilham geldi diyelim, o kurguyu nasıl şekillendirir zihninde, yol boyunca kaç kere fikir değiştirir, karakterlerini nereden bulup buluşturur, finale yaklaşırken değişiklikler yapar mı, işte bütün bu soruların cevaplarını çoğu kez merak etmiştir okurlar. Yazmaya başlamadan önce geçen yaklaşık yarım asırlık okuma sürecimde ben de bu soruları sık sık sordum kendi kendime, özellikle de ilginç bulduğum bir romanı okurken…

Bu düşünceden yola çıkarak, 2016 yılında yayınlanmış olan Turabdin’e Dönüş adlı romanımın hikâyesini, aklımdan ve içimden geçenlerle harmanlayıp anlatacağım sizlere.

Turabdin’e Dönüş

Yanılmıyorsam 2013 yılının mart ayıydı. Çalışma odama kapanmış 13 Saat + 1 Ömür adlı üçüncü romanımın son düzeltmelerini yapıyordum ki çok sevdiğim bir arkadaşımın babasını kaybettiğini öğrendik ve eşimle birlikte hemen evlerine gittik.

Gecenin geç bir saatiydi ve etrafta pek kimse kalmamıştı.

Ataları Kafkaslar’dan gelen arkadaşımız ve onun akrabalarıyla sohbet ederken, sanki meçhule uğurlanan babanın ardında kalan boşluğu anılar, duygular ve düşüncelerle doldurmaya çalışıyorduk. Kafkas toplumlarının kadim bir geçmişe dayanan töreleri, sürekli yeni bir roman yolculuğuna çıkmayı hayal ettiğim için özellikle ilginç geliyordu bana. Töreler hem toplumların, hem de bireylerin tüm hayatını, kaderini etkileyecek kadar güçlü olabiliyordu.

O baş sağlığı ziyaretinin üstünden bir yıl geçmişti.

Ben de o arada Mardin ve Midyat’a gitmiş, tarihi mekânların güzelliğine, Süryani mimarisinin dokusuna, ince işçiliğine hayran kalmıştım. Gezdiğim Süryani kiliseleri, Batı’da gördüğüm Katolik örneklerinden daha çok ilgimi çekmiş, dört bin yıldır Mezopotamya topraklarında yaşayan Arami ırkının günümüzdeki temsilcileriyle ilk defa bu şekilde tanışmıştım.

Kuzey Mezopotamya’da birbiri ardına kurulmuş olan on altı asırlık Hristiyan Manastırları ve oralarda yaşayan din görevlileri nedeniyle bu bölgeye Turabdin, yani “Tanrı Hizmetkârları Dağı” adı verildiğini ise çok sonra öğrenecektim. Burada edindiğim yeni dostlarla da o coğrafyada yaşayan insanların gelenek ve göreneklerinden söz ediyorduk. Beni büyüleyen, zihnimi sık sık meşgul eden “töre” konusu yine çıkmıştı karşıma.

Kararımı vermiştim…

Merkezinde bir töre hikâyesi olan bir roman yazacaktım. Ama aynı zamanda, en az iki bin yıldır bu topraklarda yaşamış olan Süryaniler’in ülkemizdeki yaşamlarını, son bir asırda pek çoğunun neden yurt dışına göç etmek zorunda kaldığını, kendilerine has âdetlerini, ritüellerini, hatta belki damak zevklerini bile arka planda okurlarımla paylaşacağım bir roman olmalıydı bu.

Bir yandan zihnimde hayal meyal bir kurgunun ilk ışıkları belirirken, bir yandan da konuya ilişkin kapsamlı bir kaynak arayışına girdim.

Birkaç hafta iz sürdükten sonra da İstanbul’da yaşayan ve şehrimizdeki Süryaniler’e bir nevi önderlik eden bir iş adamından randevu alıp kendisiyle görüşmeye gittim. Beni kardeşiyle birlikte çok iyi karşıladılar ve ellerindeki yirmi kadar kitabı hiç çekinmeden bana geçici olarak teslim ettiler. Bir yandan bu eşi bulunmaz eserleri okuyup notlar çıkarırken bir yandan da kurguyu yavaş yavaş geliştiriyor, hatta roman kahramanlarımın yaşlarına, nerede doğup, nereye gideceklerine ve neler yapacaklarına karar vermeye çalışıyordum.

Örneğin, romanın başkahramanı olan Meryem 1961 yılında Nusaybin’in Marbobo köyünde doğmuştu bile…

Meryem’in atalarının uzun yıllar yaşadığı kırk beş, elli hanelik bu Süryani köyünün nüfusu günümüzde yarıya inmiş durumda. Kurgu öyle gerektirdiğinden değil, ülkemizin gerçekleri neden olmuştu bu göçe. Zaten köyün adını da Günyurdu olarak değiştirmişti devletimiz yıllar önce. Bu küçük köyü Meryem’in doğduğu yer olarak seçmeden önce haritalar üzerinde saatlerce çalışıp, Google Earth uygulaması ile neredeyse iki gün boyunca bölge coğrafyasını taramıştım.

Bir başka köy de seçebilirdim elbette, bu da yazar olmanın getirdiği bir özgürlük…

Kurgu aşamalarında aldığınız bu tür kritik kararlar genelde sorgulanmaz. Deneyimli bir okur bu tercihlerin bir nedeni olduğunu bilerek okur yazdıklarımızı. Nitekim Meryem ile erkek ikiz kardeşi de lise çağlarına geldiklerinde babaları artık Marbobo’da yaşamalarının uygun olmadığına karar verip ailesiyle birlikte Midyat’a göçer kurgu gereği.

Kaynak kitaplarımı okurken daha önce iki kez ziyaret ettiğim Mardin’deki ünlü Kırklar Kilisesi’nin papazının da yine o yıllarda Midyat’ta yaşadığını öğrenince üçüncü ve son Mardin-Midyat ziyaretime oradan başladım. Sağ olsunlar eşleriyle birlikte beni çok güzel ağırladılar, sofralarını paylaştılar. Bu sayede epey bilgi topladım, o yıllardaki ortam ve Süryaniler hakkında zihnimde oluşan soruların peşinde koşarken ilk elden bilgi edindim.

Sıra Midyat’ı ziyaret etmeye gelmişti.

Önce bir otelde yer ayırtıp sonra da bir araç kiralayarak Midyat’a gittim. Turabdin adında yeni bir otel açıldığını öğrenmiştim internet sayesinde. Tam da Midyat’ın çıkışında, “Eski Midyat” diyebileceğim bir yerde inşa edilmişti bu zarif butik otel.

Turabdin Oteli’ne giriş işlemlerimi yaptırdıktan sonra otel odalarının hepsine ayrı bir isim verildiğini fark ettim. İşin güzel tarafı, bir tanesinin üzerinde Marbobo yazıyordu… Bu benim için çok hoş bir sürpriz oldu. Meryem’in doğum yeri için günlerce uygun bir alternatif ararken bu kadar şanslı olacağımı nereden bilebilirdim ki?

Aynı gün için alınmış bir randevum vardı, hemen arabaya atlayıp on altı asırlık Mor Gabriel Manastırı’na gittim. Orada yaşayan Süryani bir rehber gezdirdi beni. Turistik amaçla gelen ziyaretçilerin giremediği yerleri gezdik, kutsal saydıkları odalarda dolaştık, bu sayede yeni şeyler öğrendim, epeyce de not aldım sonradan kullanılmak üzere.

Dönüşte hava iyice kararmıştı.

Odama çıkmadan önce otelin lobisinde oturan bir beyle tanıştım.

Daha doğrusu elli yaşlarında nazik bir adam kendisini otelin sahibi olarak tanıttı bana. Anlattığına göre daha on yedi yaşındayken o bölgeden İstanbul’a göçüp Süryani takı ustalarının yanında çırak olarak çalışmış. Mücevherler konusunda uzmanlığı artınca da İsviçre’ye gitmiş, uzun yıllar orada çalışıp, kurduğu iş yerinde yeterince para kazandıktan sonra da atalarından miras kalan memleketine dönüp bu oteli inşa etmiş…

“Daha önce Midyat’a gelmiş miydiniz?” diye sordu.

“Evet” dedim, “Eşimle birlikte iki kez günübirliğine gelmiştik. İlkinde turistik bir rehber eşliğinde gezdik eski Midyat’ı, ikincisinde kızımız da katıldı bizlere, arabayla geldik ama burada uzun süre duraklayamadan yolumuza devam ettik.”

“Şimdi de tek başınıza geldiniz öyle mi?”

“Evet bu defa tek başıma yapıyorum bu geziyi, önce Mardin’de kaldım uzunca bir süre, şimdi de buradayım işte.”

“Kaç gün kalmayı düşünüyorsunuz otelimizde?”

“Yalnızca bir gün ne yazık ki” diye cevap verdim otelin sahibine. “Bugün Mor Gabriel Manastırı’nı ziyaret ettim, yarın sabah da yola çıkmadan önce eski Midyat’ın sokaklarında dolaşacağım bir süre.”

“Peki, nasıl buldunuz bakalım manastırımızı. Biliyorsunuz bu coğrafyada daha pek çok manastırımız var. Ama haklısınız, içlerinde en eskisi ve ünlüsü Mor Gabriel gerçekten de. Peki, “Mor” kelimesinin “kutsal” anlamına geldiğini biliyor muydunuz?”

“Elbette” dedim. “Süryaniler üzerine bir düzineden fazla kitap okudum bu ziyareti yapmadan önce.”

Karşımda oturan adamın bakışları birden değişmişti.

Elini havaya kaldırıp ileride birisiyle konuşan karısını çağırdı yanımıza. Böylece onunla da tanışmış oldum.

“Peki, buraya gelmekteki amacınız neydi sorabilir miyim?”

“Pek tabii ki, öyle gizli saklı bir nedeni yok zaten. Ana karakteri Meryem adında bir kadın olan, arka planında da Süryanilerin geçmişini ve bugününü anlatan bir roman üzerinde çalışıyorum uzunca bir süredir. Neredeyse sonlarına geldim sayılır. Bazı soruların cevabını bulmak, bu toprakların tarihini ve geçmişten bugüne kadar devam eden geleneklerini son bir kez yerinde öğrenmekti amacım.”

“Gerçekten mi? Bu çok ilginç… Demek bilgi toplamaya, bir nevi not tutmaya geldiniz buralara.”

“Evet” dedim. “Otelinizde kaldığım için de çok şanslıyım. Zira romanımda Meryem’in Marbobo köyünde doğmasını planlamıştım. Buraya gelince de odalardan birine o köyün adını koyduğunuzu görüp çok sevindim.”

“Marbobo mu dediniz?”

“Evet, yoksa yanlış mı telaffuz ettim?”

Karşımdaki otel sahibinin bir anda gözleri büyümüş gibiydi.

“Peki” dedi yüzünde koskocaman bir gülümsemeyle… “Benim de Marbobo köyünde doğmuş olduğunu söylesem…”

Resmen elektrik çarpmış gibi olmuştum oturduğum yerde. İstanbul’un Kalamış semtinde aylarca duvara bakan bir çalışma masasında ter döküp uğraştıktan sonra hayalimde canlandırmaya çalıştığım o küçücük köyde doğup büyümüş birisi oturuyordu karşımda!

“Eşim Marbobo’lu değil ama o da yakın bir köyde doğup büyümüş benim gibi.”

Çok yorgun bir günün sonunda muhteşem bir sürpriz yaşamış olmanın tarifsiz coşkusuyla odama döndüm o gece.

Sabah olunca da kahvaltıya not defterimle indim. Tahmin ettiğim gibi otel sahibinin eşi de oradaydı. Çocuklarıyla birlikte kahvaltı ediyorlardı on metre uzağımda. Serbest kaldığını görünce kendisini masama davet ettim. Sonra da tam iki saat boyunca doğup büyüdükleri yörede hangi türden ağaçlar olduğundan, topraklarına neler ektiklerine, çocukluklarında oynadıkları oyunlardan tepsi şarabını nasıl ürettiklerine kadar aklıma ne gelirse sorup not aldım.

İstanbul’a döndüğümde romanın pek çok sahnesinde kullanabileceğim materyal artık hazırdı. Ancak bir başka sorunla karşılaşmıştım, zira hayalimde kurguladığım final sahnesi orada edindiğim izlenimlerle uyuşmuyordu.

Geri dönüp son üç bölümü yeniden yazdım ve arkama yaslanıp bütün bu olup bitenlerin bir hayal olup olmadığına sordum kendime.
Hayır, bütün bu anlattıklarımın hiçbiri hayal ürünü değildi ve gerçekten yaşanmıştı 😊

Hasan Saraç

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 15 Temmuz 2020 at 10:50

    Romanlarınızda gerçekçiliğe, tarihsel ve coğrafi dokuya verdiğiniz öneme, en ufak ayrıntı için yaptığınız onlarca araştırmaya hayran olmamak elde değil.
     
    Gerçekten okur çoğu zaman, akan hikayenin arka planında olanları da bilmek istiyor. “Turabdin’e Dönüş” nasıl ortaya çıkmış artık haberdarız ☺️ Çoğu kitabınızı okumuş olmama rağmen “Turabdin’e Dönüş” okuduklarım arasında değildi. Sanırım sizden bir sonra okuyacağım romanı buldum 😁
     
    Hep söylüyor, yazıyorum, bunu söylemekten de asla vazgeçemeyeceğim sanırım; iyi ki buradasınız, iyi ki SenVeBen’de yazıyorsunuz 🙏🏻
     
    Kucak dolusu sevgiler 🤗

    • Yanıtla Hasan Saraç 15 Temmuz 2020 at 11:24

      Bu güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim.
       
      Ben de hep söylüyor ve yazıyorum; eğer Didem Çelebi Özkan olmasaydı bu site olmazdı. O zaman da ne ben olurdum burada ne de bu siteyi okumaktan zevk alan on binlerce okurumuz…
       
      Her gün sitenin en ince detaylarıyla ilgilenen, grafik tasarımlarını yapan, yazıları önce edit edip sonra yayına hazırlayan size ve Sen ve Ben ekibinin değerli editörleri Beril Erem ve Nurdan Yılmaztürk‘e en içten selam ve sevgilerimi yolluyorum.
       
      Sizler de iyi ki varsınız ;))
       
      HS

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan