Tamı tamına yarım asırdır mutlu bir evlilik sürdüren babaannemle; Karadeniz’deki köyümüzde, evliliklerinin 50. yıllarına özel bir röportaj yapmak istedim. Bir insana tam 50 yıl boyunca aynı sevgi ve saygıyı duymak mümkün mü, gelin beraber bakalım. Pınar Sude Genç: İlk olarak, dedemle nasıl tanıştınız? Sevim…
Ana karakterimiz Bergjlot, yıllardır görüşmediği ailesiyle miras durumları sebebiyle yeniden iletişime geçmek zorunda kalan ellili yaşlarında bir kadın. Ailesinden alacağı mirasla ilgili çok fazla sorunla mücadele ediyor karakterimiz. İşte Bergjlot’ın hikâyesi tam da burada özelleşiyor: Yalnızca maddi bir miras değil bu, ailesinden aldığı travmatik…
Yokuş aşağı iniyorum mahallemdeki dar sokaktan. Tam dibimden geçiyor bir araba korna çalmadan, tehlikenin serinliğini o geçtikten sonra hissediyorum. Yüzüme çarpan ayazın soğukluğu buğday tenimi yakıyor, aldırmıyorum. Yavaş yavaş yokuşu çıkmaya çalışan yaşlı bir teyzeyle çarpışıyor bakışlarımız. Kendini kötü hisseder mi diye düşünmüyorum bu…
Sıcak kahvesinden ilk yudumunu alırken yavaşça arkasına yaslandı ve gözleriyle -zekasının bakışlarından okunduğu o gözleriyle- kafedeki her bir insana, masaya ve her bir detaya keyifle dokundu. Zor günlerden geçiyordu. Bileğini sıkan görünmez halatlar biçare vücudunu güçsüz kılıyordu, öyle ki kollarını kaldırmaya bile hâli yoktu.…
“Haklı sitemlere...” diye tekrarladı yüzünde canının yandığını gösteren ve Sude’nin sinirini bozan bir gülümsemeyle. Masaya doğru eğildi ve bir zamanlar aşkla yaptığı gibi Çınar’ın gözlerinin içine baktı. “Çınar benim sana ihtiyacım yok ki ben tek başımayken de mutsuz olabiliyorum. Ben seninle birlikteyken de geceleri…
Hep çok konuşasım var sana. Mesela, yaz mevsimini sevmememi. Kışın bile gidecek kadar yüzmeyi sevdiğimi. En sevdiğim rengin mavi olduğunu ama en çok siyah giyindiğimi. Küçük bi’ çocuk görünce tebessüm ettiğimi, bağıran anneler görünce çok sinirlendiğimi. Gülleri çok klasik bulduğumu aqma bir sürü kaktüsüm…
Selin, başını öne eğdi, ellerini iki yandan kafasına koyup parmaklarını önüne düşen saçlarına geçirdi. “Off. Neyse bakacağım ya, merak ediyorum gerçekten.” Ayağa kalktı, titreyen elini sırtına doğru götürdü ve nihayet baş parmağını ensesinde bulunan çip sinyaline okuttu. Karşısında açılan mavi ışıklı hologram gözlerini kamaştırdığı…
Sevgili Gökkuşağı’m, Size böyle hitap edeceğim çünkü bendeniz Derin ne kadar gökkuşağına doğru ilerlersem ilerleyeyim, yakınlaştığımı sansam bile ona asla ulaşamıyorum. Siz de böylesiniz benim için. Bazen sanrı olduğunuza inanıyorum, evet, yoksunuz. Bazense avucumun içindeki çizgiler kadar gerçek ve yakınsınız bana. Burada mısınız, değil…
Dokuz yıl olmuştu o, hayatı terk edeli ve mezarına bir kez bile gidememişti. Yokluğunu kabul etmenin canını ne kadar acıtacağını kestiremiyordu çünkü. Öldüğünü düşünmeyip sadece çok uzak bir ülkede yaşadığına kendini inandırmayı başarmıştı yıllarca ve bu düşünce bile canını yakmaya fazlasıyla yetiyordu. Onunla yemek…
Çok kalabalık bir yerde hiç hareket etmeseniz bile arkadan gelenler sizi ittirir ve istemeseniz bile ilerlemek zorunda kalırsınız. Yahut sağınızdan veya solunuzdan geçen biri size omuz atar, belki varlığını bile unuttuğunuz omzunuzu hatırlatır size. İşte İstanbul da tam olarak bu işlevi görüyor benim hayatımda.…