Hayat Rehberimiz; Eğitim

5 | Öğretmeyi ve Öğrenmeyi İstemek

10 Mart 2022

Öğretmeyi ve Öğrenmeyi İstemek

 

İndeks

Eğitim Konulu Köşe Yazılarına Giriş | 01
Biz Olmak ve Eğitim | 02
Ben de Kürsüde Oturmak İstiyorum | 03
Güneş Öğretmen İş Başında | 04
Öğretmeyi ve Öğrenmeyi İstemek | 05
Hata Yapmanın Hediyeleri | 06
Anlamayı Anlamak, Öğrenmek ve Bilinç | 07
Öğrencilerle Toplantı | 08
Öğretmenler Kendi Aralarında Neler Konuştular? | 09
Öğrencilerin Bakış Açısıyla “Kopya” | 10
Hepimiz Öğrenci Olduk | 11
Çocuğumla Neden Felsefe Yapmalıyım? | 12
Toplumsal Travmalarımız | 13
Ergenlikte Yaygın Bir Problem: Sigara | 14
Düzensizlik De Bir Düzendir | 15

 
Geçen bölümde Güneş Öğretmen’in çağrısı üzerine birkaç öğretmen arkadaş bir araya gelmişti. Güneş Öğretmen ve arkadaşlarının her biri çalışmaya gönüllü, mesleklerini, öğrencilerini seven kişilerdi. Her biri öğrencileri ile ilgili ayrı ayrı fikir üretiyorlardı fakat bir arada bir proje geliştirmeye de gönüllüydüler. Güneş Öğretmen “Eğitim” konusunda çalışmaları olan Sevim Gündüz Hanımın yazısının bir bölümünü ekip arkadaşlarına e-mail yoluyla gönderdi.

Bu yazıyı şimdi bizler de okuyalım;

Çalıştığım okullarda, öğrencilerle hep yakın olmaya, derslere katılmalarını sağlamaya çalıştım. Ne var ki, dersleri onların hazırladıkları sunumlar olarak yapmamıştık hiçbir zaman. Yöntemi, görevli olduğum eğitim fakültesinde uyguladım. Daha ilk derste öğrencilere, sınıfta tek yetkili olmadığımı, çalışmalarımızı, her yönüyle birlikte yapacağımızı, benim sözümün ve değerlendirmemin onlarınki ile aynı ağırlıkta olduğunu söyledim. Değerlendirme ölçütlerini tartışarak birlikte saptadık.

Gözlemlediğim kadarıyla, öğrenciler böyle bir yöntemle çalışmaktan çok mutluydular. Değerlendirmeleri de abartılı değildi.

Maryland’de Bir Deneyim

Öğrencilerimden birinden aldığım dersi hiç mi hiç unutmadım.

Gönderildiğim okul, Maryland Prince George ilçesinde, ekonomik olarak yoksulla orta halli arasında bir semtte, öğrencilerinin yüzde doksan beşi siyah, kalanı beyaz olan, yalnızca yedinci ve sekizinci sınıfları bulunan epey büyük bir okuldu. İlk dersim bir 7. Sınıf şubesineydi. Kitaptaki problemde verilenleri ve neyin istendiğini öğrencilere de sorarak tahtaya yazdım. Çözüm için soru sormaya hazırlanıyordum ki, siyahi bir kız öğrenci:

“Hey Ma’m” diye seslendi. “İzin verin de biz çözelim çünkü öğrenenler bizleriz.”

Öğrenci haklıydı. Yanlış bile yapsalar, kendilerinin yanlışlarını bulması, doğruya ulaşmaya çalışması gerekiyordu. “Gerçek öğrenmek” yalnızca doğruyu öğrenmek değildir. Öğrenmek, yanlışını, eksiğini fark etmeyi, yanlışı düzeltmeyi, eksiği tamamlamayı öğrenmeyi de içerir. Öğretmen, kestirmeden doğru yanıtı söylemez, uygun sorularla yönlendirir.

Bu okulda o güne değin görmediğim bir uygulama daha vardı. Öğretmen toplantılarına, her sınıftan, arkadaşlarının seçtiği iki öğrenci de gözlemci olarak katılıyordu. Her toplantı için farklı iki öğrenci seçiliyordu. Öğretmen toplantısına temsilci olarak seçilen öğrenciler, seçildikleri için çok onur duyuyorlardı.

Not olarak, çok etkilendiğim bir gözlemimi aktarayım. Okulun kitaplığında, kapıdan girer girmez çerçeveli, altında “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ve İngilizce çevirisi yazılı bir Atatürk resmi karşılıyordu sizi. Müdürden başlamak üzere birçok öğretmen ve öğrenci “sulh” sözcüğünün okunuşunu sormuştu bana.

***

Şimdi de gençleri, -bilinçle olmasa da- becerebilenlerin herhangi bir düzeyde “biricik yetke” olmak isteyen, bunu beceremeyenlerin de arkasından gidecekleri bir “güç-erke” arayan kişiler olarak yetiştiren bir düzeni gözlemleyelim. İnsanın kişiliğini, içine doğduğu ve yaşadığı kültürün biçimlendirdiğini göz önünde tutarak, düşünmeye temelden başlayalım.

Çocuğun eğitimi doğduğu anda başlar. Önceleri gördükleri, sonra işittikleri; daha sonra da bunlara kendi gözlem ve düşünceleri eklenerek çocuğun dünyayı ve yaşamı keşfetmesini, dolayısıyla gelişmesini sağlar. Tek otoritenin yaygın olduğu, feodal toplum yapısındaki gelenek ve göreneklerin tümüyle silinmediği kültürlerde bir çocuğun gelişimi sürecinde olası deneyimlerine bakalım.

Böylesi toplumlarda, çok seyrek görülebilecek değişik durumlar dışında, babanın tek egemen olduğu bir aile yapısı görüyoruz. Bölgedeki toprak ağası neyse, çok baskın bir çoğunlukla, evdeki baba da odur.

Feodal düzenin, toplumun en küçük fakat en temel birimindeki yansımasıdır bu durum.

Çocuk büyürken, “Kızım, uslu ol. Aman, baban duymasın, çok kızar.” sözünü duyar sıklıkla. Evde ağabey varsa, zaman zaman, hele küçük kızları eğitmek için, ‘baba’ yerine, ‘ağabey’ figürü kullanılır. Böylece, neredeyse daha doğar doğmaz, çocuğun beyninde “Güçlü olan kişiye boyun eğmek” davranışı kazınmıştır. Zamanla, evin dışındaki etkenlerle de ekilen tohum filizlenir ve gelişmeye başlar.

Çocuğun anaokuluna başlamasıyla güç göstergesi olarak, “işaret parmağının sallanması” evresi başlar. Anaokulu öğretmeni genelde kadındır ama sonuçta o da “tek güce boyun eğme” kültürüyle yetişmiştir. Kitaplarda farklı davranış biçimleri okumuş olsa da, çocukluğundan beri gördüğü ve görmekte olduğu modeller “tek güç” olanlardır. Çoğunluktan söz ediyorum elbette. Doğru bilinçle ve bilgiyle, insana saygının çocuklara yaparak, yaşatarak, değer vererek ve değer verildiğini GÖSTEREREK öğretilebileceğinin farkında olan öğretmenler de vardır kesinkes. Temel ilkelerden biri “SÖYLEME; GÖSTER” olmalıdır. Her yaşta insan için etkili ve kalıcı öğrenme yöntemi, “yaşayarak öğrenmek”tir.

Böylesi bir toplumda çocuğun ilk ve orta öğretimde karşılaştığı modeller farklı değildir. Örneğin, çocuk bir soru sorar.

Öğretmen, bir nedenle o an sorulan soruya vakit ayırmak istemiyorsa; ya da en iyi niyetiyle “disiplinli öğretmen” olmak adına; ya da derse yeterince hazırlıklı değilse kendisi de o kültürde yetişmiş olduğundan, bilmediğini örtbas etmek için, hiç yapılmaması gereken davranışlarda bulunur.

“Sus, yerine otur, bu da sorulacak soru mu?” Veya “Öyle aptalca soru olur mu? İyi çalış da öyle gel” gibi. Yine yanlış davranış ama daha yumuşak öğretmen, “Bu bilgiye gerek duyduğun zaman öğrenirsin. Şimdi gereği yok!” der.

Bir sınıfta tek çocuğa verilen böylesi yanıtlardan, yalnızca o çocuk değil, diğer çocuklar da etkilenir. Ve “aptal” olarak nitelenmemek için susar, öğretmeni rahatsız etmemek için susmayı öğrenir. Ayrıca öğretmenin davranışı, örtbas etmek, kaçmak, kaçak güreşmek, kolayı seçmek olduğu için öğrenciler de, başları sıkıştığında bu yolları seçmeyi daha küçük yaştan öğrenirler. Bu “disiplinli” öğretmen tipi, benim Maryland’de karşılaştığım olayı yaşasa, büyük bir olasılıkla, “Öğretmen ne yapacağını bilmez mi? Haddini bil!” diye azarlardı öğrenciyi. Oysa öğrencisinin öğrencisi olmayı başaramayan öğretmen bir yerde tıkanır kalır ve çarçabuk tükenir.

Çocukluğunda ya da gençliğinde karşılaştığı yanlış rol model engelini aşan öğretmenlerin de varlığını göz ardı etmemek gerekiyor elbette. Ne var ki, olumsuzu genelleştirirken gösterdiğimiz özeni, olumluyu genelleştirirken de göstermek zorundayız. Ayrıca bir öğretmenin olumsuz davranışının etkisi, çok sayıda öğretmenin olumlu davranışından daha büyük olabilir.

Diyelim Öğretmen şöyle konuşsa:

“Bu sorunun yanıtını bilmiyorum. Falanca saat sana uygun mu? İstersen odama gel, birlikte araştıralım. Kütüphaneye de gidip gerekli kitapları bulabiliriz. Bir dahaki derse, sorunun yanıtını arkadaşlarına anlatırsın. Arkadaşlarından merak eden varsa kendisi araştırabilir ya da bize katılabilir. Derste senin anlattıklarına katkıda bulanabilir.”

Böyle bir davranışın öğrencilere neler kazandıracağını birlikte düşünelim isterseniz. Bir kez, öğretmenin her şeyi bilen tek otorite olmadığını; herkesin her şeyi bilmesi olanaksız olduğuna göre kimsenin bilmediğinden utanmaması gerektiğini; bilmediğini, eksiğini açık yüreklilikle kabul etmeyi; eksiği tamamlamak için araştırma yapmayı; işbirliğini ve dayanışmayı, öğrenci yaşayarak ve örnek görerek öğrenir. Ayrıca, öğrendiklerini sınıf arkadaşlarına aktarmak öğrencinin özgüvenini güçlendirir. Ve de sınıftaki diğer öğrencileri hem soru sorma hem araştırma yapma hem de gerektiğinde yardım isteme konusunda özendirip yüreklendirir.

Okulda öğrencilerle öğretmenler iki ayrı grup olmamalıdır. İki grup, kaynaşmış olarak büyük bir küme oluştururlar. Aile içinde nasıl anne-baba-çocuklar bir bütün oluşturuyorsa, okulda da öğretmen, öğrenci grupları birbirinden ayrık kümeler değildir, olmaması gerekir.

Anlattığımız gibi bir ülkede üniversitede durum ne?

Öğrencilerin yaşları 18’in üstünde; üstelik belirli eğitim aşamalarından başarıyla geçmişler. Öğrencilerin, araştırma görevlilerinden başlayarak hocalarıyla daha arkadaşça bir iletişim içinde olabilecekleri düşünülür değil mi? Ne var ki, üniversitelerde hele hele sınıflar kalabalıksa, hoca sınıfındaki öğrencilerin adını öğrenemiyor. Ne yazık ki, böyle bir istek duymayan öğretmenler ve akademisyenler de olabilir. Adını bilmediği bir öğrenci, hocanın gözünde “bir kişi” değildir. Dolayısıyla öğrenci grubu, onun önünde, birtakım kafalardan oluşan bir “sürü”dür.

Öğrenci de bunun farkındadır, kendini, hocanın değer verdiği bir varlık olarak görmemektedir. Yani o da kendini “sürünün bir teki” konumunda görür. Kendisi pek farkında olmasa da bu durum, onun bilinçaltına böyle yerleşir. Ayrıca, hem böylesi bir alışkanlık yerleşmemiş olduğu için, hem de grup çok kalabalık olduğundan, hoca ortaya bir fikir atıp (ders böyle işlenebilir) öğrencileri gruplaştırıp konunun tartışılmasını sağlayamaz. Yani gençlere kavga etmeden tartışmayı ve doğruya tartışarak, her türlü düşünceyi tartarak, sorgulayarak ulaşmayı yaşatarak, göstererek öğretme ortamını oluşturamaz.

Sonuç: Tek otoritenin, tek kişinin söylediğini doğru kabul etmek zorunluğu. Oysa aşaması ne olursa olsun, eğitimin temel amacı, öğrenciye öğrenmeyi, bilgiye ulaşmayı, bilgiden bilgi üretmeyi, eksiklikler ve yanlışları fark edip onları gidermeyi, engelleri aşmayı, eleştirel düşünmeyi öğretmek değil midir?

Bunlar da öğrenciyi katarak, ona yaşatarak olabilirlik kazanmıyor mu? Çuvala pamuk doldurur gibi onların beyinlerine aktarma bilgi tıkıştırıp sonra da o çuvaldaki bilginin- aktarılan bilginin-bir bölümünün yeniden öğretmene aktarılmasını beklemek ve o aktarılana değer biçerek sınav geçirmek iyi bir eğitim yöntemi olabilir mi?

Bir de bu gençlerin, hocalarının odalarına bir şey sormak için veya bir sorunlarından bunalıp bir büyükle konuşmak gereksiniminden gittiklerinde, hocanın gözlerini bilgisayardan ayırmadan, elinin tersiyle işaret ederek, “Görüyorsun meşgulüm, dörtten sonra gel,” diyebildiğini düşünün… Böyle bir hoca, kendini yalnızca ve yalnızca bir bilgi aktarıcı olarak görüyordur. Bilgi aktaran bir robot gibi…

Yakın zamanda iki emekli Türkçe Edebiyat öğretmeniyle karşılaştım. Eğitimin sorunlarından söz açıldı. Biri, “Nerede bizim hocalarımız, profesörlerimiz? Öyle bir ağırlıkları, saygınlıkları vardı ki yanlarında konuşamazdık bile. O koskoca profesör! O kim, biz kimiz?” dedi özlemle.

Ve yürüyüp gittiler. O profesörlerin bilgisini ben ölçemem. Çok bilgili olabilirler. Verilen adların hiçbir araştırmasını, yapıtını duymadım gerçi. Ne olursa olsun, öğrencilerine, yanlarında konuşma cesareti vermeyen hocalar(!). “Güç bende, yetki bende!” diyen, öğrenciye tepeden bakan tipler.

Bir de şöyle bir söylem olabilir betimlediğimiz bir toplumda, değil mi?

“Falanca, çok iyi öğretmendir. Dersinde çıt çıkmaz. Çok otoriterdir.”

Elbette bir ders vur patlasın, çal oynasın havasında yapılamaz.

İyi bir çalışma ortamını sağlayan kuşkusuz öğretmendir ama bunu öğrencilere, “haddinizi bilin” havası yaratarak değil, iyi bir çalışma ortamının nasıl olması gerektiğini sorgulatarak öğretir. İnsanın insana saygı duymasının ön koşul olduğu sonucuna, yönlendirici sorularla, öğrencilerin varmasını, iyi bir çalışma ortamını öğrencilerin kendilerinin istemesini ve tanımlamasını sağlar. Ayrıca, kendi davranışları, ders olarak okuttuklarına ters düşmemelidir. Bir felsefe hocası, insan haklarını anlattığı sınıfından, kendisinden bir ricada bulunmaya gelen bir grup öğrenciyi, daha onları dinlemeden odasına bile almayıp kovarcasına gerisingeri gönderirse, o gençler böylesi bir hocadan insan hakları adına ne öğrenirler?
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Sevim Gündüz
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan