Uykusuz Klavye

Terazije Üzerinde bir Kafe

29 Kasım 2018

Öykü: Terazije Üzerinde bir Kafe | Karakter: Yazar Mehmet

Size de oluyor mu? Çıktığınız bir yolda, seyahat amacının hiç beklenmedik bir şekilde yaşamınızı sürdürmeniz için gerekli bir araca dönüştüğü? Keyfî bir son beklentisi ile bitirmek istediğiniz yolda, sona yaklaştıkça geri dönüşün içinizde yarattığı o özlem dolu baskıya rağmen; bir yanınızın hercai bir ruh gibi o anda kalmak istediği haller oluyor mu mesela?

Ya da şöyle sorayım: Yolun sonu başlangıca dönmek midir? Yoksa varılan yerdeki mevcudiyetinizin sona ermesi mi?

Kahvesinden bir yudum alıp yazdıklarını okudu tekrar.

“Sorular, sorular…” deyip iç çekti sıkıntıyla.

Bir öyküye başlamak için ne de iç bayan bir yöntemdi soru sormak. Öte yandan bu yolculuğa yazmak için değil, bulmak için çıkmıştı. Bu nedenle de aslında soru sormak duruma ve amacına oldukça uygundu. Yine de yazdıklarının günler geçtikçe, kendi hissettiklerini başkalarının gözüyle de onaylama ihtiyacına dönüştüğünü görmek canını sıkmıştı. O sırada garson kız gülümseyerek yanına yaklaştı. Kahvesine devam edip etmeyeceğini sordu kırık bir İngilizce ile. Bir eliyle fincanın üstünü kapattı sanki bu jest her yerde aynı geçerli anlama geliyormuş gibi. Kız uzaklaştı.

Saatine baktı. Neredeyse öğlen olmak üzereydi. “Bir şeyler yesem iyi olacak” diye düşündü sonra vazgeçti. Cebindeki para suyunu çekmek üzereydi. Öğlenle akşam yemeğini birleştirmeye karar verdi. Belki bir kahve daha içebilirdi. O da ısınmak için. Geldiğinden beri üşüyordu bu şehirde. Ne soğuk bir memleketti burası böyle! Beton kaplı eski demir perde ülkelerinin kalıtımsal çaresizlik mimarisi ile çevrelenmiş şehirlerinde görülen aynı puslu hava. Ana caddelerinin üstüne vuran binaların karanlıkları, kafelerdeki insanların çoklu yalnızlıklarıyla birleşince, yüzlerine vuran güneşin bile silemediği gölgeler yaratıyordu.

Öyle soğuk üşüyorsunuz.

Yıllarca önce gömüldüğü mezardan hortlayan sosyalizmin yoksul görüntüsü bile yenilenen şehrin caddelerini örseliyordu hâlâ. Fakat ayan beyan meydanda olmasına rağmen yoksulluğunu gelen hiçbir turistin yüzüne vurmadan elleriyle anlatıyordu bu şehrin insanı. Sardıkları sigaraların sarımtırak lekeleri, duman altı zihinlerde daha da belirgin hâle geliyordu. Şeker yerine bal, özgüven yerine kuşku, samimiyet yerine tedirgin konuşmaların adabını öğreniyordunuz.

Belgrad’a geleli iki hafta olmuştu. Bu süre içinde Nihal’i bulabilmek ümidiyle Terazije Caddesi üzerindeki bu kafeden başka bir yere gitmemişti. Sabah erkenden kalkıyor ve kafenin açılış saatine kadar otel odasında oyalanıp sonra da soluğu kafede alıyordu. Burası, ana cadde üzerinde ve bir turistin herhangi bir Avrupa kentinde tercih etmeyeceği türden modern bir dekorasyon anlayışı ile dekore edilmiş sıradan bir yerdi. Soğuk iklime rağmen tezatlığın sempatikliğe dönüştürülme çabasıyla konulmuş izlenimi veren bir ismi vardı. Flamingo. Kafenin caddeye bakan dış kısmı yapay palmiyeler ve sarmaşıklarla çevrelenmişti. Demir ayaklı, ahşap tablalı masalara rengarenk plastik sandalyeler eşlik ediyordu. Bazı masaların altına ısıtıcı koymuşlardı. Mehmet, özellikle ısıtıcısı olan masalardan birine oturuyordu çünkü bütün gün Belgrad’ın sinsi soğuğuna karşı alabildiği tek önlem buydu.

Kafe çalışanları artık iyice aşina olmuşlardı ona. Özellikle garson kızlar yakışıklılığı doğu coğrafyalarına ait bu adamın her gün kafelerine gelip, kapanışa kadar orada vakit geçirmesini aralarından birine duyduğu platonik bir ilgiye bağlıyorlardı. Elbette bu doğru bir varsayım değildi. Ancak yakışıklı bir adamın istikrarlı bir şekilde günlerini bu kadar kadının çalıştığı bir yerde geçirmesi, şehvet uyandıran hevesleri beslemeye yeter de artardı bile.

Neyse biz hikâyeye dönelim. Mehmet’e yani.

Onu görebilseydiniz eğer aklınıza hemen Kuzey Ege’nin zeytin ağaçları gelirdi. Çünkü baktığınızda karşılaştığınız ilk şey gözlerine hapsolmuş o mayhoş zeytuni renkti. Yeşil deseniz değil, sarı deseniz elaya kaçacak… Ancak Ege’ye varıp da gören anlatabilir size bu rengi. Yakışıklıydı. Öyle kalemle çizilmiş gibi değil ama. Kalıtımsal bir sürü uyumsuzluğun bir araya gelip de tesadüfi biçimde standartların ötesinde fiziki bir mucize yaratması gibi. Babadan miras hafif yamuk ve basık bir burun, anneden miras çıkık elmacık kemikleriyle bir araya gelince karşı cinste heyecan uyandıran bir bütünlük yaratıyordu. Bir de üzerinde bir kostüm gibi taşıdığı o hırpanilik.

Serseri ve romantik. Arıza ve yakışıklı.

Şakaklarına vuran beyazlardan mı yoksa o zeytuni gözlerinin üzerini örten kaşların sebep olduğu kartal bakışlardan mı bilinmez yüzünde hep keskin bir ifade vardı. Konuşurken utanıp gözlerinizi kaçıracağınız cinsten. Ama Nihal kaçırmamıştı gözlerini. İki ay önce İstanbul’daki kitap fuarında tanıştırıldıklarında Mehmet’in karşı cinste hiç alışkın olmadığı bir umursamazlıkla bakmıştı yüzüne. Alıcısı olmadığı bir nesneye bakar gibi. Yüz yüze geldikleri tek andı. Mehmet, gururla kadın okurlarının kitaplarını imzaladığı anlarda dahi yakalayamamıştı ondan umduğu hayranlık dolu bakışları. Dolayısıyla da hevesi kursağında kalan her erkek gibi o da tek taraflı hatta çocukça sayılabilecek bir aldırmamazlık yarışına girişmişti. Ancak aldırmıyor gibi görünmeye çalıştıkça, Nihal o kadar görünür olmuştu içinde.

Onunla ilk karşılaştığı an hafızasına bir şair mahlası gibi kazınmıştı. Nihal’in arkadan özensizce topladığı kumral saçları, kişiliğini ele verircesine şakaklarından elmacık kemiklerine asice dökülmüştü. Masmavi gözlerinin ardında ve bütün renklerin ötesinde hiçbir ressamın, hiçbir edebiyatçının tanımlayamayacağı bir derinlik vardı. Balkan genlerini açığa vuran kemikli yüzü yaşını olduğundan büyük gösterse de Mehmet onun en fazla yirmilerinin ortasında olduğunu anlamıştı. Yayınevinin düzenlediği yemekten sonra eve geldiğinde düşünebildiği tek şey Nihal olmuştu. Onun ismi bile Mehmet için hiç tükenmeyecek bir sevinçti artık.

Ertesi gün fuara gittiğinde Nihal’le konuşmaya karar verdi.

Aralarında önemli bir yaş farkı olmasına rağmen yine de içinde birbirleri için yaratılmış olduklarına dair sarsılmaz bir inanç vardı. Sadece bir kere görmüştü onu ve o an ona, hayatını geçireceği kadını, ömrü yettiği müddetçe mutlu edeceği ruh eşini vermişti. Hayatında ilk defa tarifini kelimelerle yapamayacağı duygular içindeydi. Bütün gün gözleri girişte onun gelmesini beklerken başka biri geldi. Nihal’in kocası. Yayınevinin önünde esip gürledi herkese. Alkollüydü de epey. Yayınevinin patronu, çalışanlar hatta kitaplarını imzalatmak için sıraya girmiş okurlar zor zapt ettiler adamı. Mehmet bütün bu olanları uzaktan izlemişti. Ortalık durulunca Nihal’in de editörlüğünü yapan Aslı’ya sordu meseleyi.

“Kitabı okumadın mı?” diye, sorusuna soruyla karşılık verdi o da. Sonra cevabını beklemeden standın üzerinden bir tanesini alıp Mehmet’e verdi ve sanki kolaya kaçan öğrencisini terbiye etmek isteyen bir öğretmen gibi sorusunu cevaplamadan oradan uzaklaştı.

Nihal’in kitabı 98-99 yılları arasında yaşanan Kosova Sırbistan savaşının kişisel anılarla bezenmiş bir özeti gibiydi. Babası Kosova’daki paramiliter birliklerinin başında olduğu ve kanlı bir savaşın ortasında oldukları için Nihal güvenlik sebebiyle on beş yaşındayken Bulgaristan’daki akrabalarının yanına gönderilmişti. Nihal’in kocası da o zaman yanlarında kaldığı uzaktan akrabalarının oğluydu. İşte, kocasını delirten ve fuardaki yayınevinin stand alanını basmaya cesaret ettirecek kadar onu delirten bölüm buydu. Nihal, kitabında kocasıyla aslında gerçekten bir karı koca hayatı yaşamadıklarını ve sadece bir zorunluluğun tarafları olarak hayatlarını ayrı ama göze batmayacak şekilde yaşadıklarını bütün detaylarıyla anlatmıştı.

Mehmet kitabın bundan sonraki kısmını okumaya gerek duymadı. Mutluluktan.

O gece gözlerini kaparken, hayatında ilk defa magazinsel haber niteliği taşıyan bir kitabı hayatının en güzel kitabı ilan ettiğini düşündü. Trajik ya da trajikomik. Sonraki günler Nihal’in izini sürmekle geçti. Elbette ilk iş Aslı’yı aradı.

Hayır cep telefonu yoktu. Malum sebeplerden dolayı artık kullanmıyordu. İletişimi sadece e-posta yoluyla sağlıyorlardı.

“Peki ev adresi?” diye sormuştu Mehmet.

İstanbul’daki adresini de bilmiyordu. Esasen artık İstanbul’da olup olmadığından da emin değildi. Fuardayken birkaç gün içinde Belgrad’a gideceğinden bahsetmişti. Bir kuzeninin orada bir kafede çalıştığından bahsetmişti. Adı tropikal bir şeydi.

Hiç vakit kaybetmeden biletini almıştı Mehmet.

Sonra Belgrad’da ne kadar tropikal çağrışım yapan kafe varsa hepsini Internet’ten bulup çıkarmıştı. Neyse ki; Aslı’nın anlatımına uyan sadece iki tane vardı. Terazije caddesi üzerinde bulunan kafeye girdiğinde Aslı’nın kuzeninin kim olduğunu bulmak artık birincil meselesiydi. O da çok uzun sürmedi. Daha kıdemli gibi duran garsonlardan biri cep telefonuyla Türkçe konuşunca; Mehmet adamın Nihal’in kuzeni olabileceğine kanaat getirdi. Hatta dildaş ve dindaş kozunu oynayarak ağzından laf almayı bile başardı.

“Aaa!? Demek yazarsınız. Benim kuzenim de bir kitap yazdı. Hatta geçenlerde bana da gönderdi bir baskısını. Durun hatta içeride olacak. Size göstereyim.” deyip uçar adımlarla kafenin iç tarafına gittiğinde Mehmet bu heyecanlı gencin Nihal’in kuzeni olduğuna emin olmuştu. Ne var ki; yaşı ömür boyu aşk vadedeceği kadının yaşına uygun görülmeyeceği korkusuyla, Belgrad’a geliş nedenini açıklamaktan çekindi. O nedenle Nihal ile ilgili edinebileceği her türlü bilgiyi duyabilmek hatta şans eseri de olsa onu görebilmek için sessiz kalmaya ve o mutlu son gerçekleşene kadar bu kafeye sıradan bir turist gibi gelmeye karar verdi.

İşte tam da o gün, yani Mehmet’in sorularla başlayan hikayesinin tam ortasına bomba gibi düştü Nihal. İlk başta bu kadar hevesle beklediği anın, seyahatinin başında bu yolculuğa dair planladığı sonun bu kadar zahmetsiz, alelade hatta bu denli hayal kırıklığı yaratacak ölçüde sıradan olmasına şaşırmıştı. Düşen bomba, beklentinin bu denli düşük bir potansiyelle gerçekleşmesindendi.

Mehmet, yemek siparişini vermek üzereydi. Garsonu çağırmak için elini kaldırmışken arkadan biri sessizce yaklaşıp gözlerini kapatmıştı. Ava giden avcının av olduğu an.

“Bil bakalım ben kimim?”

‘Nihal’ diyememişti. Sürprizin tabiatına uygun düşen ne kadar jest varsa teker teker usta bir aktör gibi hepsini yapmıştı. Elleriyle, gözlerini kapayan ellere dokunmuştu ilk. Sonra yüzüne dokunmaya çalışmıştı. Oysa nasıl da biliyordu o şakaklara dökülen saçların Nihal’e ait olduğunu.

“Hay Allah! Bilemedim ama kimsiniz?” diye sorarken heyecandan ama en çok da içinde taşan mutluluktan Nihal diye haykırmamak için ne kadar zor tutmuştu kendini.

“Nihal ben. Hatırladınız mı?”

“Nihal! Tabi hatırladım, nasılsın? Nereden çıktın sen böyle?”

“Biraz kafa dinlemeye gelmiştim. Kuzenim burada yaşıyor, hatta bu kafede de çalışıyor. Geçen o hafta o söylemişti. Türkiye’den bir yazar var burada diye. Merak ettim ama ancak bugün uğrayabildim. Neyse ki kaçırmamışım sizi, buradasınız hala. Yalnız biliyor musunuz hiç aklıma gelmezdi ama sizin olduğunuz.”

Siz diye hitap etmesi gücendirmişti Mehmet’i. Olduğundan yaşlı hissettirmişti. Yine de bozuntuya vermedi. Kafenin kapanış saatine kadar oturdular. Belki aşktan, belki şaraptan aradaki mesafeler kısaldı. Mehmet Bey, Mehmet oldu. Nihal ise zaten hep nasılsa öyleydi. Ayrılırken Nihal uzun uzun baktı Mehmet’e. İlk defa. Hayranlıkla. Hatta belki aşk bile vardı o bakışlarda. İlk görüşte aşk.

Şimdi siz diyeceksiniz ki; iyi de ilk defa Terazije üzerindeki kafede görmedi ki Mehmet’i.

Hayır.

İlk orada gördü.

Savunmasız, çıplak ve yalnız…

Beril Erem

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

13 YORUMLAR

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 29 Kasım 2018 at 16:51

    Aşka inançsızlığım doruk yaptığı bu günlerde Mehmet gibi adamlar olabileceğini okumak ne iyi geldi. Bolca oksitosin, dopamin, adrenalin, serotonin, vazopressin kısacası koca bir bardak hormon kokteyli almış gibi mutlu mutlu etrafa sırıtıyorum 🙃
     
    Varsa bi’ Mehmet alayım ben 😉

    • Yanıtla Beril Erem 30 Kasım 2018 at 14:30

      Didem, bu Mehmet’i dünden beri benden çok isteyen oldu valla:))))) Gerçek hayatta olsa aman arıza almayayım deyip geçeriz.
       
      Demek ki ulaşılması zor gibi duran bir adamın aşkı (defolu kişilik özellikleri belirtilmeden yazılan bir öyküde elbette) daha değerli. Oysa gerçek hayatta; güvenilmez, hercai, bir günü bir gününe tutmayan, yerleşik düzen sevmeyen, çapkın, flörtöz der geçeriz.

  • Yanıtla Ahmet Yonca 29 Kasım 2018 at 17:37

    Bitmemeliydi 🙂
     
    Her başlangıcı olan şey biter ama bu sonsuzlaşmalıydı. Okuduğum ultra lüks kalite bir yazı. Zeytin yeşilini sevmenizi de öğrenmiş olduk 🙂 Ahh Aşk…. İnanmak istediğim bir mevzu ama insanoğlu ya evli ya nankör 😁 Ben de kitaplardaki kahramanlara aşık oluyorum 🙂

    • Yanıtla Beril Erem 30 Kasım 2018 at 14:53

      Hahahha:) Teşekkür ederim.

      Ben yazdığım öykülerde hatta çok etkilendiğim romanlarda hikayenin devam ettiğini düşlerim. Zaman zaman aklıma gelir mesela, acaba Ah Müzeyyen!deki Selim’in aklı başına geldi mi, ya da SADE‘deki depresif abla nihayet yeni bir aşk buldu mu, Yeşim ne yaptı? En son kanser teşhisi konmuştu, tedavisi başladı mı?… Terapi‘deki Ayşe, Melike doktorunu ikna edebildi mi şu kendisiyle evlenmek isteme meselesine?
       
      Aşk da öyle… Bir yerde bitiyor ama sedası devam ediyor, ömür boyu.

  • Yanıtla Ilgın Cenkçiler 29 Kasım 2018 at 18:15

    Ahh ah kalp çarpıntısı sen ne güzelsindir✨✨✨

    • Yanıtla Beril Erem 30 Kasım 2018 at 14:54

      Gerçekten öyle 🙂

  • Yanıtla Nurcan Doğan 29 Kasım 2018 at 18:19

    Keyifle okudum. Bitmesin istedim ama bitti her güzel şey gibi. Sevgilerimle 💐

    • Yanıtla Beril Erem 30 Kasım 2018 at 14:54

      Çok teşekkürler sevgili Nurcan 🙂
       
      Benden de kucak dolusu sevgiler..

  • Yanıtla Ayşe Dikmen 30 Kasım 2018 at 08:15

    Çok hoş, sürükleyici, roman tadında bi yazı olmuş. Severek okudum. Genelde kitaptan okumayı sevdiğim için sayfayı çevirecektim ki aaaa o da ne bitmiş 😂
     
    Kim ne derse desin aşk denilen şey, erişilmezliği, gizemi seviyor… Ne zamanki ulaşılır oluyor, bütün büyü kayboluyor. O yüzden de hiç kavusanların hikayesi anlatılmıyor, kavusamayanların ya da kavuşması imkansız olanların hikayesini dinliyoruz dilden dile, nesilden nesile efsaneleşen…

    • Yanıtla Beril Erem 30 Kasım 2018 at 15:01

      “Kim ne derse desin aşk denilen şey, erişilmezliği, gizemi seviyor..”
       
      Okuyucu da öyle:)
       
      Hikayeler eğer mutlu sonla başlasaydı, herhalde dünyada kitap okuyan olmazdı. Bizler de gizemi seviyoruz, çelişki olsun, iyinin karşısında mutlaka bir de kötü olsun istiyoruz.
       
      Sanırım bu, insanoğlunun yaratılışında hamurumuza katılan nadide bir baharat… Karşıtlık. Aşk da hele… Onu güzel yapan bu barındırdığı çelişkiler, ikili delilikler değil mi zaten?
       
      Çok teşekkürler güzel yorumunuz için,

  • Yanıtla Nurdan Yılmaztürk 30 Kasım 2018 at 13:10

    Belgrad. Ruhikizi şehrim. Pamuk şekeri rengi gün batımı ve Sava ve Tuna’ nın birbirine karışan halleri. İlk adım attığım andan, veda ettiğim güne dek bende sokak sokak yer etti. Unutulmaz derecede güzel ve çokça hırpalanmış 1 kadın ruhunu taşıyan bu kente bu hikaye öyle içtenlikle yakışmış ki. Diliyorum Belgrad da layık olduğu değerdeki aşkla 1 gün ödüllendirilir.

    • Yanıtla Beril Erem 30 Kasım 2018 at 15:09

      Ne güzel anlatmışsınız Nurdan:)
      “Pamuk şekeri rengi gün batımı ve Sava ve Tuna’ nın birbirine karışan halleri.”
      🙂
       
      Ben ise hikayede geçen kafede (adı Flamingo değildi sadece) oturup bu öyküyü yazmıştım. Geri kalan zamanımı da Ivo Andric’in 45 basım Drina Köprüsü kitabını arayarak geçirmiştim. Bir gün umarım sizinle aynı şeyleri tecrübe edeceğim bir Belgrad seyahati daha yapabilirim…
       
      Sevgiler,

  • Yanıtla Emel Erem 3 Aralık 2018 at 22:52

    Büyük bir merak ve zevkle okudum öykünü.
     
    Sevgilerimle

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan