Hepimiz zamanın öğrettiklerinden muzdarip, bazı yönlerden eksik, biraz anormal, ufaktan deli, dertliyiz. Bunu biliyoruz. Bunu aynalarda görüyoruz. Aynalar bazen yalan söylese de fondötenin de desteğiyle üzeri örtülmüş kusurlara sahibiz. Bu büyük bir sorun değil, merak etmeyin çünkü bu şiirin şairi de kusurlu, okuru gibi.…
Bir manyaklık olduğunu bile bile, göz göre göre, sen olduğunu bilerek geçtim ben bu kopuşun en alevli yerinden senin adını seslenerek. Bilmiyordun, korkuyordun. Bilmeden benim gücümü döndün gittin. Yeşil, en sevdiğin. Yeşil, en nefret ettiğim. Bir kadının eteklerinde, bir arzunun peşinde, bir saatin tiktaklarında.…
Daha dün görüşmüş gibi verir, yıllar sonra selamını. Bin yıldır görmemiş gibi de özlemle, sımsıkı sarar. Sizin dahi hatırlamadığınız sizi hatırlar, hatırlatır ve zaten yüzünüze gülücüğü, yüreğinize güneşi dostlukların hafızası getirir.…
Hep çok konuşasım var sana. Mesela, yaz mevsimini sevmememi. Kışın bile gidecek kadar yüzmeyi sevdiğimi. En sevdiğim rengin mavi olduğunu ama en çok siyah giyindiğimi. Küçük bi’ çocuk görünce tebessüm ettiğimi, bağıran anneler görünce çok sinirlendiğimi. Gülleri çok klasik bulduğumu aqma bir sürü kaktüsüm…
Sisli, puslu bir aralık gecesine denk gelmiş dünyaya ilk selâmım. Sabaha karşı, bir düğünün ertesinde, şehirlerin sultanı, şiirlerin efendisi, yüreğin kıymetlisi İstanbul’ da açmışım gözlerimi hayata. Hayat zamanlar geçtikçe ne olduğunu göstermiş bana. Yürümeye çalışırken emeklemenin, boy uzadıkça daha fazlasına erişmeye çalışmanın, bir şeyleri…
Başa sarsa zaman, baştan başlasa hikâye… Diyorlar ya; şimdiki aklım olsa yynı hataları yapmazdım. Evet, insan ders alır. Evet, insan anlar ve kendini tanır. Evet evet, insan -bazısı biraz daha zor olsa da- uslanır. Ama baştan başlasa hikâye yani başa sarsa zaman, aynı hataları…
Çarpa çarpa puslu buğulu pencerelere kırılıyor bakışlarımın ışığı. Beni, hislerimi yansıtmıyor. Üstelik buluşamıyor güneşle ve büyük patlama gerçekleşmiyor. Gerçekleşse dünya mı kurtulacak? O, o kadar kolay değil elbet ama dünyam kendi karanlığından çıkacak. Kalbimde saklı olan umutlar, o umutlara tutunan sevgiler, o sevgileri büyük…
Bir arabanın tekerleğinde dönüyorum biteviye ve döndüğümü bilmek istiyorum. Tozlu yollar, taşlı tarlaların kenarında ilerleyen bir arabanın lastiğinde, siyah ve toza bulanmış bir hâlde dönüyorum. Durmaksızın yol alıyor yuvarlak bedenim. Yolun üzerinde eziyor, eziliyorum. Ne kadar daha gideceğim? Dönmekten kolay ne var bilmiyorum.…
Gülüyor bazısı, ağız dolusu. Gözler eşlik etmiyor, gülüş replika. Ahval açık olmasın diye korkusu. Görünüş tamam ama gülüş replika. Renkler dans ediyor kıyafetinde. Dili neşe saçıyor hemen her yerde. Lâkin bütün bu durum aslında perde. Gözlerinden belli gülüş replika.…
Dönme! Dönme! Dönme! Git! Sus! Arama! Pis, bitsin her şey, hazır bitmişken. Pis, bitsin! Sakın dönme, sakın! Sus! Bakma öyle. Öldün sen, öldüm. Gittim gittiğinde, gömdüğümde seni. Öldün sessizce. Bakma, konuşma. Sus! Çığlıkla saklanan çıplaklığın. Damlalarda saklanan öfkem. Sus! Sus! Git! Bırak beni. Git!…
Nasip olsun isterim; ülke ülke gezmek, başka tür bakışlar görüp oksijenin başka renklerini çekip içime, başka başka tepelerde şarkılar söylemek. Gitmeden önce helalleşmek herkes ile, nasip olsun isterim. Bilmeden fazla yem verip sonuna sebep olduğum japon balığıyla meselâ. Meselâ, beğenmeyip yırtıp attığım şiir dolu…
Henüz ağarmadan tan yeri soğuk suyla buluştu yüzüm. Gece boyunca otuz dokuzdu ateşi yavrucağın. Otuz sekizi görünce, ana kucağına bırakıp yavrucağı biraz uyuyuverdim. Malûmunuz dünya beni bekliyordu. Dünya dediysem, dünya kadar iş yani. Patron nettir. Vaktinde gelmeyen, patronun nazarında işçi mişçi değildir.…
Sadece sev, gerisini bırak, yolla, sal gitsin. Tuşlarında, dostum, bir piyanonun; tellerinde seyreyleyen bir kuşun, adını duyuyorum. Sesin kulaklarımda, sıcak sımsıcak tenin, ellerin ellerimde. Dolanmışım boynuna. Sev. Korkma. Sorgusuz. Yel değirmenlerini boşver, sal, sal kendini. Su akar yatağını bulur. Benim bulduğum sen misin?…