Karşı Duvarın Yazıcısı

Tank | 1

15 Mayıs 2023

Öykü: Tank | 1 | Yazan: M. Gökhan Üvez

 

İndeks

Tank | Bölüm 1
Tank | Bölüm 2
Tank | Bölüm 3
Tank | Bölüm 4
Tank | Bölüm 5
Tank | Bölüm 6
Tank | Bölüm 7

 
Kafayı dağıtalım dedik, bastık Hacı Derman Efendi dergâhına gittik. Dergâh dediğim bir apartmanın bodrum katı. Ortalık harman adam dolu. Mahallenin ve civar semtlerin ne kadar tinercisi, balicisi, ıvırı zıvırı varsa doluşmuş. Herkes zil. Para na mümkün. 50 metre kare salon içinde üst üste binmiş yüz sakallı adam. Keskin bir ter, ayak ve insanî ifrazat kokusu. Bu kokuyu on beş yaşındayken ilk ve son kez gidip dedemle karşılaştığım genelev sokağının helâsında hissetmiştim.

Midem bulanıyor ama kusamıyorum. Derken efendi hazretleri dedikleri Hacı Derman, salona açılan bir odadan teşrif ediyor. Bağımlı bağımlıyı on metreden tanır. Herifin gözlerini gözbebeklerine kadar seçebiliyorum. En az iki üçlü kırmış. Kafa Nirvana. Müritlerinden bazıları o salona girince oluşan hareketlenmeyi kayda alıyor. En harmanlar en önde. Esrarın kokusunu alanlar derman efendinin ayağına yatıyorlar. Derken içeri bir buhurdanlık geliyor. Elden ele geçip salonun ortasına asılıyor. Toplu kafa bulma seansı.

Hoca efendinin yanında biri kimsenin anlamadığı bir dilde bir şarkı mırıldanıyor. Çocukken gittiğim kuran kursundan tanıdık geliyor nameler. Nameler bittiğinde buhurdanlıktan sızan dumanla yükselmeye başlayan cemaati görüyorum. Salonda milletin üzerine basa basa elinde bendirlerle sazende ekibi giriyor. İnce ince başlıyorlar çalıp söylemeye. Bendirin her vuruluşunda onar yıl geri gidiyoruz resmen. Son darbede Mekke’yi buluyor cemaat. Ritim yavaş yavaş hareketleniyor. Harmanlar da aynen…

Tinercilerle birlikte kâh Bedir’e gidiyoruz kâh Uhud’a. Bambaşka bir kafa yaşıyoruz. Kafamda Manowar, Battle Hymn’i çığırıyor.

…Ten thousand side by side…

İç içe geçmiş kalabalık yükseldikçe delirmişçesine birbirinin üzerine atlıyor. “Mordor’a savaşa gidiyoruz” deseler, “Rohanlılar! Hazırlayın atları” diyeceğiz. Çıldırma duvarları aşılmış çoktan.

Son hatırladığım, kendini kaybedenlerin arasında başını saat yönünün tersinde çevirerek head bang yapan Derman oluyor. Bir de naylon torbasını içine çeken kırmızı gözlü balici. Sonrası karanlık.

Geceden arta kalan, üzerime sinen, cami önlerindeki aksakallı amcaların sattığı hacı yağı kokularıyla bezeli, ağır migren bir sabah. Eve nasıl geldiğimle ilgili en ufak bir fikrim yok. Yanımda sarışın bir kadın yatıyor. Kim olduğuyla ilgili de bir fikrim yok. Üzerimizdeki battaniyeyi kaldırıp bakıyorum. Vücudu ateşlenmeye hazır fişek gibi. Kendime bir aferin çekmeyi çok istiyorum ama bir şey hatırlamadığım için sessiz kalıyorum. Kalkıp bir Alka çakıyorum iyi gelir umuduyla. Sonra tekrar dönüp yatıyorum. Sabah ezanı okunuyor. Banyoya koşuyorum. Suyla birlikte üzerimden akan günahlarıma bakarken bir yandan utanıyor, bir yandan huzur buluyorum. O şevkle sağlam bir osuruk salıyorum banyoya. Aradığım huzura kavuşuyorum nihayet.

Banyodan sonra kahvaltıya dalıyorum. Sarışın hâlâ yatakta. Arada bir boğazlanan bir danadan çıkabilecek sesler geliyor boğazından. Sanırım horluyor. İşte insanlığın en büyük sorunu. Kahvaltıyı hazırlarken bir bira açıyorum. Fazla ayık gezme fikri ürkütüyor beni. İki gece öncesinden kalma bir sömek bulup omlete katma fikri cazip geliyor. On dakika sonra her şey hazır. Oturup ziftlenmeden önce sarışını tepikliyorum kalkması için. Yüzünü bana doğru çevirdiğinde şoka giriyorum. Güzellik de bir yere kadar, bu kadarı fazla geliyor bünyeme. Ayık olmasam tribe girdim sanırdım. Kalkması için zorluyorum, işe yaramıyor. Kıçını dönüp yatıyor. Kalçasını ve sırtındaki kadınsı kavisi görüp gaza geliyorum. Kahvaltı öncesi son bir kez daha hızlıca işimi görüp doğruluyorum. O ise ısrarla uyumaya devam ediyor. Gidip soğumaya başlayan omletimi yiyip bir kere daha banyoya gidiyor ve günahlarımdan arınıyorum ya da bana öyle geliyor.

Banyodan çıkmak için kapıyı açtığımda sarışınla burun buruna geliyoruz. Kapının önünde bir zombi gibi durmuş, beni beklemiş manyak. Yer değiştiriyoruz. Giyinmek için odama geçiyorum. Beş dakika sonra sarışın zombi kapımda can alıcı soruyu soruyor:

“Kimsin sen?” sesinde soğukkanlı bir katilin sükûneti gizli. Kıllanıyorum ama çaktırmamaya çalışarak “Tank. Adım Tank” diyorum.

“Elbiselerim nerde Tank? Geceyi pek hatırlamıyorum. Uyandığım yerde de göremedim, belki biliyorsundur.”

Cümlesinin bitmesi ve sokak kapısının çalınması arasındaki zaman farkı bir kaç salise. Durumu kavrayıp tepki vermem iki buçuk saniye. Yine yavaşım.

“Odaya geç. Kapıya bakmam gerek.”

Kapıyı açıyorum. Bu sefer de Ömer’le burun burunayız. Güne en berbat başlama hâli karşımda. Uzun kanca bir burun beni itip içeri dalıyor.

“Kanka naaber? Hatun nerde?”

“Müsait değilim sonra gel.”

“Bırak şimdi, yeme beni. Gece resmen olaydın.”

“Ne olayı?”

“Hatırlamıyorum deme oğlum. Gece, içeri çıplak sarışın bir manitayla girdin. Benimki delirdi resmen.”

Sağa sola merakla bakınan Ömer’i kolundan tutup dışarı sürüklüyorum, direniyor. Üsteliyorum, “Ömer s.ktr git sabah sabah uğraştırma beni.”

“Gidiyorum ama geri geleceğim. Her ayrıntıyı istiyorum, hepsini.”

“Verecem eline ayrıntıyı o olacak” ardından sağlam bir tehdit; “Karınla konuşmama son iki dakika.”

“Tamam tamam, gittim.”

Ömer kapıyı kapatıyor. Koridorda, uzaklaşan adımlarını duyuyorum. Kızın yanına gidiyorum. Masanın üzerindeki birayı köklüyorum. Kafam düzelmeye başlar birazdan. Sakin olmam gerek. Odanın kapısını açıyorum. Kız içerde benim donlarımdan ve tişörtlerimden birini giymiş. Lânet olsun ki yine güzel. Sert çıkamıyorum.

“Duydun mu? Gece eve çıplak gelmişsin. Şimdi sıra sende, sen kimsin?”

Duraksıyor. Gözlerinin hareketlerinden bir şeyler hatırlamaya çalıştığını anlıyorum. Uzunca geçen birkaç saniyenin sonunda, pembe dudakları aralanıyor. Gelen cevaba şaşıramıyorum.

“Bilmiyorum.”

Anlam vermeye çalışıyorum bu cevaba. Buzdolabına gidip bir bira daha açıyorum.

“Bu biraz tuhaf bir isim. Sence de öyle değil mi?”

Kesik kesik konuşuyor. “Sadece bilmiyorum. Adımı yani… Hatırlayamıyorum. Aynada kendimi görünce hatırlayacağımı düşündüm ama hatırlayamadım. Sen sıcak geldin bana. Sanki geçmişe yönelik bir anı gibi ama bunun dışında bir şey yok.”

Hafıza perte çıkmış, silâh gibi sarışın bir zombi. Geçmişi yok, gelecekse meçhul. Sadece şimdiyi yaşıyor. Ulan benim yıllardır ulaşmaya çalıştığım kafa bu. Şaşırmak istiyorum ama şaşırmamı engelleyen bir şeyler var içimde, ne olduğunu bilemiyorum.

“Dün gece peki?” diyorum.

“Hayır” diye başını iki yana sallıyor.

“Kahvaltı yapmadın belki de ondandır.”

Arada saçmalama hakkımı kullanırım bazen. Ne düşünmem gerektiğine dair en ufak bir nöron hareketlenmesi yok içerde. Kafamın içi yeni yıkanmış çarşaf gibi. Bira tek başına kesecek gibi görünmüyor. Bir üçlü hayali sarıyor benliğimi.

“Affedersin” diyorum. “Ama istersen önce üzerine düzgün bir şeyler giy. Dolapta bir şeyler olacak eski kız arkadaşlarımdan kalan. Yalnız dolabı dikkatli aç, her şey üst üste. Üzerine yıkılmasın birden. Ben de bu arada neler yapabiliriz ona bakarım.”

“Olur” diyor “Nasıl istersen.”

Mutedil olmaya çalışıyor ya da cidden öyle.

“Bu arada kaç yaşında olduğunu hatırlıyor musun?” diye soruyorum. Boş gözlerle bakıp omuzlarını silkiyor.

“Anlıyorum…” odadan çıkıyorum.

Beş – on dakika sonra kapı tekrar çalınıyor. Sarışın odada hâlâ… Kapıyı açıyorum. Karşımda iki gün önce şutladığım Hande. Yanında remorasıyla beraber. Asıl adı Remziye. Köpekbalıklarına yapışıp av artıklarıyla beslenen balıklardır remoralar. Her güzel kızın bir remorası vardır genelde. Aralarındaki mutualist bağ bazen bir ömür, eğer öğrenciyse mezuniyete kadar sürer. Alan razı satan razı hesabı güzel kızın güzelliği belirginleşir, remorası da güzel kızın sevgililerin arkadaşlarıyla takılır.
“Merak etme çok kalmayacağım. Sadece eşyalarımı alıp çıkacağım” diyor.

İçimden “hastir” diyorum. O sırada sarışın kız Hande’nin slopetiyle teşrif buyuruyor. Bir tokat hissediyorum yanağımda. Elimdeki bira önemli, sıkıca tutuyorum düşmesin diye.

“Allah belânı versin Tank!” diyor Hande ağlamaklı. “Yatağım yetmedi, sürtüklere elbiselerimi mi veriyorsun artık?”

“Hande iki ayda toplam iki kere geldin evime. Birinde annene kızıp evi terk ettin diye, diğerinde de homo bir arkadaşınla. Bir kere bile öpüşmedik senle. Bu elbiseyi de en nefret ettiğin sevgilinin hediyesi diye buraya atmıştın. Ne saçmalıyorsun?”

“Öküz” diyor.

İki aylık saçma ilişkimizi noktalarken de bu sözü söylediğini hatırlıyorum. Remorasının elini tutup içeri giriyor, içeriden bir kalpli yastık bir de makyaj malzemesini aldığını görüyorum. Son olarak saçlarına bağladığı bandanasını da alarak tüm eşyalarını toplamış oluyor. Götüm, bu yaşananlara oldukça gülüyor, bense götüme kızıyorum “Gülme lan!” diye kıkırdarken. Adı Bilmiyorum olan sarışın, başka bir evrende zaten. Remora, Hande’yle kapıdan çıkarken Bilmiyorum’a doğru bakıp “Sürtük” diyor. Hande’yle kurduğu geleceğe kocaman bir sadakat nişanesi bu, çılgınca bir anı; baş başa kaldıklarında “Nasıl da ‘sürtük’ dedim ama orospuya” diye gaz vermek için.

Zararsız delilik bunlarınki ama bu boktan dünyada kim akıllı ki zaten? Yine de her şeye rağmen Bilmiyorum’un yanında kaldım. Hande kapıyı arkasından kapayıp çıktığında rahat bir nefes aldım. Bilmiyorum’un gözleri, olanlara anlam vermeye çalışıyor.

“Eski sevgilin sanıyorum.”

“Olabilseydik öyle olacaktı ama gösterip vermeyenlerden bu.”

“Nasıl yani?”

Kahretsin! Erkek muhabbeti jargonuyla bir kadınla asla konuşmamak gerek kuralını ihlâl.

“Sevgiliden ziyade iki samimî arkadaş desek daha doğru olur. Biz hiç birlikte olmadık. İsterdim ama olmadı.”

Sıvama faslını bitirmek için debelendikçe, kendi bokunda boğulan Osmanlı mahkûmu gibi hissediyordum.

“Her neyse bırakalım bunları da sabah kahvaltı yapmadın, sana bir şeyler hazırlamamı ister misin?”

“Olur” diyor can alıcı bir ses tonu bu, çocuksu bir şirinlik.

Buzdolabına gidip altılıların arasında yiyecek bir şeyler arıyorum. Yumurta… karga burnu… İngiliz anahtarı… Joint poşeti… Bir çift çorap ve ne olur ne olmaz diye aldığım kaşar var dolapta. Yarı sıvı yarı gaz hayatın eksikliği.

“Ekmek yok, gidip ekmek alayım” diyorum. “Sen de o sıra da çayı demle istersen” diye ekliyorum. Boş boş bakıyor.

“Çay” diyorum “dolapta var” mutfağı işaret ediyorum. Hâlâ bakıyor. Sanırım çayı da unutmuş ismi gibi.

“S.ktret, hadi ben çıktım.”

Ayakkabılarımı giyip, dışarı çıkıyorum. Bakkala ulaşma sürem iki yüz saniye. Önceki güne göre beş saniye yavaş. Yavaşlamışım. Bir dahaki sefere beş saniye veresiyeye yazıyorum. Ekmek dolabına giderken bakkal arkamdan sesleniyor:

“Hoş geldin Tank!”

Kızgın bakkal Tarık’ın sesi kulağıma vuruyor, kaçamıyorum. Ekmekler elime bir karış mesafede bana bakıyor. Bakkala dönüyorum.

“Tarık diye bakkal adı mı olur lan?” diye soruyorum kendime. Kereste dile geliyor:

“Oğlum geçen aydan bi ton borcun var. Gelip gelip gidiyorsun. Ha bugün ha yarın bekliyorum ama bekle bekle nereye kadar? Bu aldıklarından sonra veresiyeyi kesiyorum haberin olsun.”

Elimi öylesine cebime atıyorum. Tuhaf bir sıcaklık, para sıcaklığı. Hemen tanıyorum. Cebimden bir tomar para çıkıyor. Yukarıdakine kızıyorum. Şakanın sırası mı şimdi?

“Hah” diyor Tarık, “İşte böyle gel, canımı ye. Ne istersin çay söyleyeyim mi?”

Keresteye orada borcumu ödüyorum. Bin iki yüz lira. Şaşkınım hâlâ. Ekmeklerle birlikte iki paket de sigara alıp geri dönüyorum. Kafamda aynı sorular. Para nerden geldi? Hacı Derman’ın orada ne halt ettim? Yükseldikten sonrasına dair hatırladığım en ufak bi şey yok. Başımı yeni yükselen güneşe doğru çeviriyorum. Yüzüme çarpan sıcaklık dalgasıyla sakinleşiyorum. Paketi açıp bi’ sigara yakıyorum. Yavaş yavaş binaya girip eve çıkıyorum. Kapı açık. Merak ve tedirginlikle giriyorum içeri.

Salondan gelen konuşmalar duyuyorum. Tanımadığım bir erkek sesi. Değişik bir aksan. Salona girdiğimde kelimelerin sıkletini tarif edemeyeceği bir adamın Bilmiyorum’un üzerine yürüdüğünü görüyorum. İçgüdüsel bir bir hareketle adamın üzerine atlıyorum. Bir seksen boyunda doksan kiloyum. Adam beni sırtından alıp bir kediymişim gibi duvara fırlatıyor. Çocuksu yüzünü ilk o zaman görüyorum. Üzerime gelip kaldırıyor ve buzdolabına doğru fırlatıyor bu defa. Yerde kalmamı söylüyor. İyi dövüşemediğimi biliyorum, yenilgi kaçınılmaz. Tekrar saldırıyorum. Kahraman olma niyetinde değilim ama elemanın benimle oynamasına gıcık olmuş durumdayım. Yine savurup atıyor. Masanın üzerine düşüyorum. Masa iki parça… Sinirlenmeye başlıyorum. “Canını yakmak istemiyorum orada kal” diyor. Sesi, bluğa ermiş bir çocuğun sesi gibi çatallı. “Nasıl bir tipsin lan sen?” diyorum. “Kimsin, ne istiyorsun?”

“Adım Ebabil. Kızı almaya geldim. Eğer sakin olursan bir sıkıntı olmaz. Çekip gideriz.”

“Ebabil diye isim mi olur lan?” diye geçiriyorum içimden ve Bilmiyorum’un korkudan titrediğini görüyorum.

“Tanıyor musun?” diye soruyorum Bilmiyorum’a. Başını hayır anlamında iki yana sallıyor. Buzdolabına gidip bir Bomonti kapıyorum. Ebabil, kızı sırtlamış götürürken zıplayıp kafasına indiriyorum Bomonti’yi. Şişe paramparça oluyor, her yere kutsal arpa suyu yayılıyor. Temizlemesi bir ömür. Kızı ebabil’in omzundan alıyorum. Ebabil’in alnından, yüzüne kan süzülüyor. Kafası yarılmış. Elime sağlık diyorum içimden. Dev bir sakoya gibi devriliyor eleman.

Kulağına eğilip “Benim adım da Tank duydun mu?” diye gürlüyorum. Havam yerine geliyor ama masadaki yumurta yalan olmuş. Yeniden yapmak gerek.

Bilmiyorum, öylece titriyor korkudan. Daha önce şiddetle karşılaşmayanların genel sorunu. Buzdolabından bir bira daha çıkarıp ona uzatıyorum. Biraz olsun yatışması gerek. Hayır demeden alıyor birayı. Bir yandan da yerde boylu boyunca uzanan adamı kolluyoruz. El altında bulunması için hazırladığım tekliyi koyduğum yerden çıkarıp yakıyorum. Kafa dumanlandıkça gözlerimdeki perde yavaş yavaş kalkıyor. Ebabil’i kontrol ediyorum. Yaşıyor. En azından şimdilik. Bünye öküz. Arada cüzdan kimlik arıyorum, cepleri boş. Ayılınca konuşturabileceğimi düşünüyorum. Kendine gelmeden önce bağlamam gerek. Gidip her taşındığımda kullanmak için sürekli stokladığım koli bantlarını getiriyorum. Teklinin bitmesini beklemeden dalıyorum Ebabil’e. Böyle bir bedeni tek başına sucuk yapmak zor olacağından ellerini ve ayaklarını sağlam bağlamaya gayret ediyorum.

Pür dikkat beni seyreden Bilmiyorum biraz daha yatışmış görünse de belirsizliğin ve az önce yaşadığı travmanın etkisinde, bozuk televizyonun karşısındaki koltukta bacaklarını karnına toplamış oturuyor. Yanına gidip birasına bakıyorum yarılamış. Aferin diyorum içimden. Tekliden iki nefes çekmesi için uzatıyorum. Köklemeye çalışıyor. Bir iki öksürüğün ardından toparlıyor durumu. Gözlerine bakıyorum. Kayma başlamış. Sarhoşluk göstergesi. Bu arada arkamda bir kıpırdanma başladığını fark ediyorum. Ebabil yavaş yavaş kendine geliyor olmalı. Gidip kırılan masayı ve dağılan ortalığı toparlamaya çalışıyorum. Masa paramparça. Kırılan bir bacağını elime alıp Ebabil’i dürtüklemeye başlıyorum. Elleri ve ayaklarındaki bantlar zorlanıyor. Bir an ‘İnce mi sardım’ diye düşünüyorum. Başındaki yaradan, eli belinde desenli kilime bulaşan kanı görüyorum. Eski sevgililerimden biriyle bir köy gezisi sırasında almıştık. Halıyı ören kızın emeğine kıyamadığım için verdiğim paraya acımamıştım. Eski sevgilimin adını bile hatırlamıyorum şimdi. Yüzü silinmeye yüz tutmuş bir fotoğraf gibi. Yaşadığımız onca şey -iki yıl sürmüştü ilişkimiz- şimdi rüzgârda dağılan sigara dumanı gibi hafızamda. Koskoca bir boşluk. Önümde yatan Ebabil’in yüzünü daha iyi görebilmek için gidip bir bez arıyorum. Mutfakta bir ara kullanırım diye sakladığım bir temizleme bezini suyla ıslatıp dönüyorum.

Ebabil’in yüzünü daha iyi görebilmek için kanını temizlemem gerek. Bir bez arıyorum. Mutfakta bir ara kullanırım diye sakladığım bir temizleme bezini suyla ıslatıp dönüyorum. Suratındaki kanlar yer yer kurumuş bile. Kanın bu kadar çabuk kuruduğunu unutmuşum. Başında açtığım yara saçlarının arasından görülebiliyor ama korkulacak bir şey yok. Kafası yeterince kalın. Yaranın olduğu yer şişmiş sadece. Ebabil kendine geldiğinde ilk fark edeceği şey keskin bir ağrı olacak.

Kıpırdanmalar artıyor ve nihayet gözlerini açıyor. Bir iki debelenmenin ardından kurtulamayacağını anlıyor.

“Sakin ol kocaoğlan. Gerçek dünyaya geri döndün.”

“Kim olduğunu bilmiyorum ama beni çözmelisin. Gitmemiz gerek.”

“Acelen ne Ebabil? Evime gelip, misafirimi kaçırmaya kalkıyorsun. Hiç hoş değil bu yaptığın.”

“Kaçırmak mı? Ne kaçırması o benim kuzenim.”

Bilmiyorum’la göz göze geliyoruz. Başını iki yana sallıyor. Elimdeki masa bacağıyla koca göbeğini dürterek konuşuyorum. Doğru söyleyip söylemediğini anlamak zor olacağa benziyor. Bilmiyorum’dan teklimi geri alıyorum. Zıvanaya dayanmış neredeyse. Bir fırt daha çekip Ebabil’in suratına üflüyorum.

“Ebabil bak, iyi çocuğa benziyorsun ama sana inanmıyorum. Üzerinde kimlik falan da yok hem kız da bir şey hatırlamıyor. Üstelik kızı evimden kaçırmaya çalışırken omzundan alıyorum. Sonra beni silkeliyorsun. Sana inanmam için bir neden söylesene?”

Elimdeki kırık masa bacağını gösterip burnuna dayıyorum. “Bunu Pinokyo’nun burnu olarak kabul et. Birazdan donunu indirip bu Pinokyo’nun burnunu o koca götünden içeri sokacağım. Bana her yalan söylediğinde içine doğru biraz daha uzayacak bu bacak. Eminim hoşuna gitmeyecek ama yalan söylemenin kötü bir şey olduğunu öğrenmen gerek.”

“Yanlış yapıyorsun ağabey, çok büyük bir yanlış hem de. Kiminle uğraştığını bilmiyorsun” gibi bir şeyler geveliyor. Kızsa gözlerini dikmiş blöf yapıp yapmadığımı anlamaya çalışıyor. Mundar olmuş cıgaramı yere atıyorum. Halı zaten kana boyanmış. Ebabil’in altında şalvar gibi bir şey var. Güçlükle indiriyorum. Kendini sağa sola yuvarlamaya çalışıyor. Pinokyo’nun burnuyla kafasına bir tane daha vuruyorum. Canının acıdığı her halinden belli. Korku tüm bedenini sarmış durumda. Çözülüp çözülmemek konusunda bir iç muhasebenin eşiğinde. Yüzüstü döndüğünde ensesine çöküyorum. Götü tabak gibi ortaya çıkıyor.

Erkek götünden eskiden beri tiksinirim. Kuru, kaba ve kıllı olmalarından değil. Estetik olmadıkları için. Görebildiğim kadarıyla kendiminki de dâhildir buna. Bir keresinde eski sevgilililerimden biri sevişirken yanında getirdiği dildoyu sokmaya çalışmıştı bana. Üstelik tam da işin sonuna gelmişken. O sunî penisi elinden zorla alıp, kafasına kafasına vurduğumu hatırlıyorum şimdi. Dildoyla dövülen kadın olarak tarihe geçmiş olmalıydı. Dayağın ardından, bugüne kadar tüm erkek arkadaşlarına bu dildoyu soktuğunu söylemişti.

Bu arada Ebabil kurtulamayacağını anlayınca pes ediyor. Sokaklarda gezen binlerce delinmiş erkekten biri olmak istemiyor. Oysa çok yaklaşmıştı onlardan biri olmaya.

“Tamam tamam, bildiğim kadarını anlatacağım bırak beni. Kalk üstümden!”

Kalkmadan önce ne olur ne olmaz donunu ve pantolonunu yukarı çekiyorum. Ardından kollarının altından tutup sırtını duvara yaslıyorum.

“Sırayla başlayalım Ebabil. Sen kimsin?”

“Dedim ya ismim Ebabil. Dedem koymuş bu ismi bana…”

“Ebabil, dedeni sikeyim. Bunu mu sordum sana? Kim gönderdi seni buraya?”

“Hamdi abi… Bizim cemaatin belleticilerinden. Bu evin adresini verdi bana. Oradaki kızı al getir, dedi. Gelmezse at sırtına getir, dedi. Soran olursa kuzenim dersin, diye söyledi.”

“Hamdi abi kim oğlum? Cemaat ne? Hangi kafayı yaşıyorsunuz siz? Sıralamana sokayım Ebabil. Kafa karıştırmayı bırak.”

“Şahbaz Hoca Efendi cemaati bizimki. Ona bağlı yurtlarda okudum ben. Yurtlarda eskiden öğretmen derlermiş şimdi belletici dediğimiz ağabeylerimiz var. Okulunu bitiren her talebe önce ağabey olur. Yurtlarda işini bitirdikten sonra cemaatin şirketlerinde bir yerlerde çalışır. Hamdi ağabey de belleticilerden biri. O söyledi bana.”

“Hepsi bu kadar mı?”

“Ben yurtta getir götür yaparım ağabey. Başka iş bilmem. Ben çocukken çok fakirdik. Babam on yaşındayken getirdi beni yurda. Okursa okusun, okumazsa da çalıştırın diye bıraktı beni. Dokuz yıl geçti, okuyamadım. Fazla anlamam ben okumaktan falan. Söyleneni yaparım sadece. Getir derler getiririm, götür derler götürürüm, hepsi o kadar. Hem Allah fazla soru soranı da sevmez zaten.”

Ebabil’e alıcı gözüyle bakıyorum. Yalan söylemiyor. Yüzündeki çocuksu masumiyetin izleri olduğu gibi duruyor. Eğer bu kadar saf olmasaydı muhtemelen bu iki metreye varan boyu ve kürek gibi elleriyle boynumu çoktan kırmış olurdu, diye düşünüyorum. Bilmiyorum’sa, gözlerini bana dikip, “Ne yapacağız?” diye soruyor.

“Ben Ebabil’le Hamdi’yi ziyarete gideceğim şimdi. Sen burada kal, kapıyı kilitle ve her ne olursa olsun, her kim gelirse gelsin açma kapıyı. İş biraz karışık.”

Başını olur anlamında tedirgince yukarı aşağı sallıyor.

“Hadi Ebabil. Biz çıkıyoruz. Hamdi ağabeyinle tanışma zamanı.”

Ebabil, korku ve suçluluk hissiyle ezilmiş ve küçülmeye başlamış gibi. Hatta giderek benim boyuma yaklaşıyor. Elli santim civarlarına kadar küçüldükten sonra elleri ayakları bantların içinden kendiliğinden çıkıyor. Birlikte kalktığımızda Ebabil çocuk… İçimden: “Of ulan mal şahaneymiş diyorum” son tekli için.

“Ebabil, bekle koçum. Abin bi’ tekli daha hazırlasın” deyip bi cigaralık hazırlıyorum. Tamamı kelle. Çarşaf elimde yuvarlanırken zıvanasını titrek ellerimle sokuşturuyorum. Gidip buzdolabından bi’ yolluk daha fondipliyorum. Bilmiyorum ve Ebabil’in gözleri açılıyor. Olmaya başlayan günün devamı hayırlara vesile olsun bakalım.
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 16 Mayıs 2023 at 14:55

    Dergâh, zikir vb kafasını hep merak etmiştim, aydınlandı durum benim için 😂🙈
     
    Halkımızı yönetmenin yolu din ve libido, ona da karar verdim.
     
    Harika bir girişti, devamını ben biliyorum 😁 Okurlarımız da çok sevecek eminim 👌🏻
     
    Kalemine, ruhuna sağlık canım 🤗

  • Yanıtla M. Gökhan Üvez 23 Mayıs 2023 at 12:39

    Editöründen güzel sözler duyan yazar mahcubiyetiyle başımı öne eğiyor, yerde bir şeyler arar gibi sıkıntıyla bakınıp teşekkür ediyorum. İyi ki varsın Didem. Senin takımda olmak çok güzel bir deneyim benim için. 🙏🏻🙏🏻

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan