Karşı Duvarın Yazıcısı

Tank | 4

5 Haziran 2023

Öykü: Tank | 4 | Yazan: M. Gökhan Üvez

 

İndeks

Tank | Bölüm 1
Tank | Bölüm 2
Tank | Bölüm 3
Tank | Bölüm 4
Tank | Bölüm 5
Tank | Bölüm 6
Tank | Bölüm 7

 
Duraksamadan yaklaşıyorum. Evrenin sonu gelse umurumda değil artık. Boğazıma kadar bokun içindeyim. Sağ ya da ölü, bu hikâyenin bir noktasıyım artık. İnsanoğlunun içini kemirip duran, milyonlarca ışık yılını bir bok bulma ümidiyle gidebilecek bilim adamlarının içindeki duygunun ta kendisi bu: MERAK! Öğrenmeme ramak kaldığına inanıyorum. Gözlerini gözlerimin içine saplıyor. İki maviye odaklanıyorum. Bakışlarımı çeviremiyorum. Tavandan damlayan suların tıpırtısının yankısını zihnimin içine bir nakış gibi işlemeye başlıyor. Gözlerinden bana doğru akmaya başlayan enerjiyi, vücudumun her zerresini kapladıkça daha net hissediyorum. Soluğum soluğuna dokunacak kadar yaklaştığımda, eliyle dudaklarımı tutup: “Gözlerini kapat” diyor.

Emri koşulsuzca kabul ediyorum. Dudaklarının nemini hissediyorum. Daha önce hiç yaşamadığım bir şekilde irkilip geri çekiliyorum. Bir çeşit elektrik akımı gibi bu his. Ardından cesaretimi toplayıp tekrar yaklaşıyorum. Dudakları ılık, dili nemli ve sıcak. Dilimi, dilinde gezdirmeye başladığım an değişik bir şey oluyor. Gözlerim kapalı olmasına rağmen görebiliyorum.

Bir arabanın içindeyim. Vıcık vıcık sıcak bir yaz günü. Tatile giden bir aileyle beraberim. Ellerime bakıyorum önce, sonra ayaklarıma, hepsi yerlerinde ama hissedemiyorum onları. Yedi boyutlu bir filmin içinde gibiyim. Baba direksiyonda şarkı söylüyor, anne arkada küçük bir kızla ilgileniyor. Orada olmasam da oradayım. Annenin ilgilendiği kızın tam yanında. Bir tünele giriyoruz, tünelin sarı ışıkları gözlerimi alıyor. O an istemsizce kapatıyorum gözlerimi. Gözlerimi tekrar açtığımda karşıdan gelen dört far ışığını fark ediyorum. İki kamyon. Babanın çığlığı ve ardından patlayan bir bombayı andıran bir ses. Ses metalik olarak akmaya devam ediyor, araba kamyonun altında artık ve babanın başı arka koltukta yerde duruyor. Arabanın içi ve kızın yüzü kanla boyanmış. Derin bir sessizlik çöküyor peşinden. Gece yarısı rüzgârsız bir çöldeymişim gibi. Bir ömür gibi geçen bu birkaç saniyenin ardından gördüğüm şeyler değişmeye başlıyor.

Bir yatakhanedeyim şimdi. Her yer ranza dolu. Duvarlardan birinde “Çocuk Esirgeme Kurumu” yazısını görüyorum. Ranzalardan birinden gelen hıçkırık seslerini duyuyorum. O ranzaya yaklaşıyorum. Arabadaki kız çocuğu bu. Ağlıyor. Belirsizliğin ve geleceksizliğin korkusu var yüzünde. Tanıdık geliyor bana bu korku.

“Ağlama” diyorum “Her şey düzelecek.”

Duyar gibi oluyor. Gözleriyle beni arıyor, bulamıyor. Ürkek bir ceylânın, tehlikeyi sezdiği zamanki ruh hali gibi. Göz bebekleri o kadar büyüyor ki mavilikleri ince bir hare gibi kalıyor. Benden çok korktu. Hemen uzaklaşmak istiyorum oradan. Çıkış kapsısına doğru giderken görüntüler tekrar değişiyor.

Bu defa bir yetiştirme yurdundayım. Etraf on beş, on altı yaşında kızlarla dolu. Kızlardan birini hemen tanıyorum. Tek başına oturmuş bir şeyler düşünüyor. Gözleri önünde. Arabadaki kız, giderek Gülcemal olmaya başlamış. Yanına marsık suratlı şişko bir kadın geliyor. Bir şeyler söylüyor ama duyamıyorum. Kız yerinden kalkıp marsık suratlı kadının peşinden gidiyor. Kadın en az yüz kilo olmalı. Önüne gelen her şeyi ezip geçen yuvarlak bir kaya misali yürümüyor da yuvarlanıyor gibi ilerliyor. Kantin gibi geniş bir kafeteryanın içinden çıkıp kızla birlikte bir odaya geliyor. Tek bir yatak var odada. Kapıdan sesler geliyor. Sesin olduğu yöne baktığımda az önceki şişko kadının bir adamdan para aldığını görüyorum. Tanrım, bu herif Allah’ın yarattığı en çirkin şey olmalı. Kırk beş, belki elli yaşında. Sırtındaki kambur sanki ata yadigârı bir küfe gibi duruyor. Sakalı neredeyse göbeğine erişmiş durumda. Üzerinde dincilerin giydiği cübbe, başındaysa bir sarık var. Şalvarının altında mesiyle giydiği lâstik ayakkabılar var. Eğri bakışları insanın içini ürpertecek kadar vahşî, keskin ve karanlık. İçeri girip yatağa oturmuş bekleyen kızın yanına oturuyor. Birkaç kez kırılmış olduğu anlaşılan parmaklarını sarı saçlarının arasında gezdiriyor. Ardından kızın arkasını çevirip külotunu indiriyor. Kızı parmaklıyor, parmaklıyor…

Kıza ulaşmaya çalışıyorum ama ne sesim çıkıyor ne de kıpırdayabiliyorum. Seyretmek zorunda bırakıldığım bir işkence bu… Bakmamaya çalıştıkça başaramıyorum, orospu çocuğu kambur, üzerindeki cübbesi ve başındaki sarığını çıkarıp bir kenara koyuyor, şalvarını ve iç donunu dizlerine kadar indiriyor. Alnı, gözü, ebleh suratı hatta sakalı bile terlemiş heyecandan. Kızın arkasını çevirip o iğrenç tıraşlı kamışını zorlamaya başlıyor. Kız, gözlerini sımsıkı kapatmış, tırnaklarını geçirdiği yorganı ısırıyor. Haykıra haykıra ağlamak istiyorum, ruhum darmadağın olurken, kadraja birçok erkek girip çıkmaya başlıyor, polisi, memuru, askeri, topalı, siyasetçisi, körü ve daha insan sıfatıyla yaratılmış nice orospu çocuğu.

Bu tecavüzler sürerken, kız tek kelime etmiyor. Her geçen adamın ardından yüzündeki masumiyet ifadesi daha da belirginleşiyor. Üzerinde arzularını söndürmeye çalışan orospu çocuklarına izin verdikçe ruhu arınıyor, her tecavüzde daha da yüce bir varlığa dönüşüyor âdeta. Görüntülerin en son değişiminde bir valiz dolusu dolarla şişko kadının yanına gelen adamı tanıyorum artık. Talebe yurdundaki Hamdi bu… Kadın, kızı getirip adama teslim ediyor. Adam yanında getirdiği bir torbadan siyah bir çarşaf çıkarıp kızın üzerini örtüyor. Birlikte kaybolup gidiyorlar.

Ne kadar zaman sonrasına ait olduğunu bilmediğim görüntülerle baş başayım yine. Bu defa bir evdeyim. Evin her yeri altın renkli eşyalarla döşenmiş. Yerlere ipek halılar serilmiş. Duvarlar beyaz ve üzerlerinde altın sırmalarla işlenmiş Arapça hat yazılarının olduğu ipek çerçeveler var. Burası salon olmalı. Eski Fransız takımlar ve bir sürü pahalı süs eşyası. Dikkatimi çeken bir ayrıntıyla irkiliyorum. Giriş kapısının hemen karşısında İstanbul’un fethini anlatan klâsik tablo asılı. Tabloda Fatih’in hemen ardında Hocası Akşemsettin duruyor. Akşemsettin’in yanındaysa tanıdık bir sima: Badem bıyıklı Hamdi. Bu bana bir şeyler çağrıştırıyor ama o an için sadece duruma odaklanıyorum.

Giriş kapısı açılıyor birden. Hamdi ve bir adam daha geliyor içeri. Adamın konuşması irrite edecek kadar yapmacık ve sürekli “Anladın mı?” ile bitiyor. Bir soru cümlesi değil bu “Anlandın mı?”, bildiğin cümle sonundaki nokta. Aksanına göre Karadenizli olmalı. Hamdi ve adamın ardından giriş kapısının karşısındaki merdivenden uzun ipek elbisesi ve tüm ihtişamıyla Gülcemal beliriyor. Karadenizli adam gözünü kızın körpe bedeninden ayıramıyor bir türlü. Hamdi adamı salona çekiyor. Başköşeye geçip koyu bir muhabbete dalıyor iki dallama. Hamdi adama vakıflarından bahsediyor ve doğruca devlet bağlantılı imar inşaat plânlarından. Anladığım kadarıyla adam, Hamdi’nin vakıflarına yapılacak bağışlarıyla birkaç sağlam ihale alacak Karadenizli bir müteahhit.

Adam, ellerini ovuşturarak konuşurken Derman adını duyuyorum birden. Onun vakfıyla çalışırsa daha yüksek ihaleler önerildiğinden bahsediyor. Üç farklı cemaate hitap ettiğini belirtiyor Karadenizli müteahhit. Derken elinde iki viski kadehinin bulunduğu bir tepsiyle Gülcemal geliyor içeri. Servisini yapıp yukarı çıkıyor. Hamdi ve müteahhit kadehlerini tokuşturup birer yudum aldıktan sonra, müteahhit Gülcemal’i soruyor. Hamdi’nin bozulduğunu yüzünün aldığı şekilden ve oturuşunu değiştirmesinden anlıyorum. Nadir Efendi Hazretlerinin kızı gibi bir şeyler gevelerken müteahhit öyle birinin olmadığını öğrendiğini patlatıyor. Cemaatin tek yetkin isminin Şahbaz Efendi olduğunu ve bir ortadan kaldırma operasyonuyla Nadir’in yerine Hamdi’nin çöktüğünü söylüyor. Hamdi köşeye sıkışmış durumda. Viskisini bitirdikten sonra Gülcemal’i çağırıp hazırlanmasını söylüyor. Gülcemal, yukarı doğru çıkarken, Hamdi, müteahhite bir çek imzalatıyor. Vakfın komisyonu tamam… Şimdi sırada anlaşmanın Gülcemal maddesi var anlaşılan. Müteahhit yerinden doğrulup merdivenlere yönelirken Fatih’in tablosuna takılıyor gözü.

“Ula nerde yaptırdıysan söyle de bir tane de ben yaptırayım bundan, anlandın mı?” diyor.

Hamdi “Olur” anlamında başını sallıyor. “Haber veririm sana.”

Müteahhit ağır adımlarla Gülcemal’in yanına çıkıyor. Bir kere daha iğreniyorum kendimden, bu sistemden ve her şeyden.

Gözyaşlarım mağara duvarlarından şıpırtılarla damlayan sular gibi. Kendimi ilk defa bir kakalak gibi hissediyorum. Karşımda bir çift mavi göz, merhametle bana bakıyor. Zindana dönmüş bir dünya, Büyük Sahra’nın ortası ya da ne tür bir yalnızlık hayal ederseniz öyle bir yalnızlığın ortasındaki çaresizliği yaşıyorum. Tüm bunlara neden olan iradenin adına, bildiğim ve öğrendiğim tek dilde lânet ediyorum… Gülcemal’in gözlerinden zihnime dökülen kelimeleri duyabiliyorum. Oysa dudakları kıpırdamıyor bile.

“Üzülme, ben üzülmüyorum artık. Bu, bir tür lânet belki de… Olanları, olabilecek şeyleri aktarabilmek yani. Sadece bunlar değil yapabildiklerim. Bazen, olmayan ama insanların görmek istediği şeyleri de gösterebiliyorum onlara ya da hafızalarını, acılarını silebiliyorum. Görmek istemedikleri, yaşamak istemedikleri geçmişlerini temizleyebiliyorum. Çoğu zaman mutlu oluyorlar. Bana zarar vermeyi bırakıyorlar ve o zaman rahatlıyorum.”

Gözlerimin nemini kolumla siliyorum. Mavi bakışları üzerimde gezerken durup soruyorum, “Seni kaçırdığım gecenin sabahında hiçbir şey hatırlamama nedenim sendin o halde.”

“Evet, içindeki acı ve öfkeyi en az senin kadar hissedebiliyordum. Bu korkuttu beni. Çok korktum. Bana ve kendine zarar vermenden korktum ama yine de beni sabah yanında uyanan sıradan kadınlardan biri sanabilmen için temizledim zihnini. Fakat ilk defa hissettiğim bir sıcaklık vardı sana güvenmemi sağlayan, diğerlerinden farklı. Yaptığın hiçbir şeye bu yüzden karşı koyamadım.”

“Peki ya Hamdi? Onun geçmişini neden silmedin? O kadar zamandır birliktesiniz.”

“Hamdi’yle birlikte değilim. O hem eş cinsel hem de pedofili. Yurtta kalan çocuklarla birlikte oluyor. Çocukların hafızalarını temizleyip, yaşadıkları acıları unutturabiliyorum onlara.”

Pis bıyıkların “Bademleme” deyip, adını temiz tutmaya çalıştıkları çocuk tecavüzleriydi bahsettiği. Bildiğin “orospu çocukluğu” kısaca… Fakir aileler, evlâtlarını okumaları için bu sapıkların yanlarına gönderiyorlardı. Ateşe koşan pervaneler gibi üstelik. Akın akın çocuklar getiriliyordu fukara köylerden bu yurtlara. Babaları bunların içeride ne bok yediklerini bile bile teslim ediyordu evlâtlarını. Cahil bırakılan sikilmeye mahkûm nesiller geliyordu. Olabildiklerince kindar ve dindar… Ya böyle sapıklar tarafından ya da büyüdüklerinde sistem tarafından maddî olarak iğfal edilmeye mahkum yetişiyorlardı.

“Polis, emniyet, savcı… Kimse olmadı mı sesini duyurabildiğin?” satılık ya da kiralık orospu kalem ve makamlarla dolu bir memleketin içinde yaşadığım gerçeğini bir an için unutmuştum ama yine de cevap verdi bana.

“Denedim… Çok kereler kaçıp birilerine sesimi duyurmaya uğraştım ama olmadı. Polisler de bunlardan. Kimse olanları duymak istemiyor. Çok yukarıdan gelen bir güç, onları engelliyor. Zehirli bir örümcek ağı gibi her şey. Herkes birbiri ile bağlantılı ve zaman içinde bu bağlantılar o kadar kalınlaşmış ki artık kimse bu bağları koparamıyor. Her geçen gün yeni bağlantılar oluşuyor, her geçen gün daha da büyüyor bu ağ.”

Hayatımda ilk defa acziyetimin olanca ağırlığı altında ezildiğimi görebiliyorum. Zihnimin içinde bir soru yankılanıyor. Doğru soru olmadığını biliyorum ama yine de soruyorum kendime, “Neden ben? Neden senin karşına ben çıktım? Kendimi bile düşünmeyen, her şeyi reddeden birinin senin gibi bir mucizeyle ne işi olur?”

Sesi yine gözlerinden akıyor zihnime, “Bilmiyorum.”

O an sadece ona sarılmak için inanılmaz bir arzu duyuyorum içimde. Duraksamadan kollarımın arasına alıyorum onu. Terlemiş alnı dudaklarıma temas ediyor. İçim ürperiyor ona sarılırken. Ördüğüm kale duvarlarında oluşan gediğin içinden, içime akan sevginin enerjisini hissedebiliyorum artık. Sevgi kelimesinin ete kemiğe bürünmüş hali Gülcemal ve artık onu asla bırakmak istemediğimden eminim. Giderek daha sıkı sarılıyorum ona. Sanki içime alıp herkesten her şeyden gizlemek istiyorum onu. Tüm korkulardan, acılardan hatta insan bedeni giyen kötülüğün bizzat kendinden bile.

Aradan ne kadar zaman geçtiğini kestiremediğim bir anda Gülcemal, “Artık çıkabiliriz. Uzaklaştıklarını hissedebiliyorum” diyor.

İnden çıkıp geldiğimiz yoldan arabaya ulaşmayı düşünüyorum. Riskli de olsa hiç kimse aradıkları şeyler burnunun ucundayken görmeyi beceremez. Saklanmaya niyetim de yok üstelik. Aksakallı geliyor aklıma yolda giderken. Ne demişti bana? “UYAN!” Uyanmaya başlıyordum sanırım.

Siteye ulaştığımızda her şey tam tahmin ettiğim gibi. Etrafta kimse görünmüyor. Mutlak sükûnetten kıllansam da bir yandan bu göz önündekini görememe teorimi düşünüp rahat hissediyorum kendimi. Arabanın yanına geldiğimizde anahtarları girişteki portmantoya astığımı hatırladım. Gülcemal’e arabanın yanında beklemesini söyleyip eve yöneliyorum.

Kapıyı açıp içeri girdiğimde üzerime doğru yönelen bir karartıyı fark ediyorum. Oldukça iri bir cüsse beni tutmaya çalışıyor. Kısaca bir başka Ebabil’le boğuşmaya başlıyorum yine. Beklemediğim bu saldırı karşısında refleks olarak tekme ve yumruklar sallıyorum havaya. Kimisi beni tutmaya çalışan yaratığa gelse de adam sarsılmıyor bile. Arkama geçip beni hareketsiz bırakmaya çalışıyor. Ayaklarımla duvardan destek alıp geriye doğru itiyorum kendimi. Adamla birlikte geri geri salonun ortasındaki ayağımı vurduğum sehpaya çarpıp düşerken kendi kendime “Teorini sikeyim senin Tank gibi” diyorum. Çatırdayan sehpanın üzerinden hızla doğrulup pencereye doğru koşuyorum. Perdeye asılıyorum. Kalın perde, ağırlığıma dayanamayıp elime geliyor. Doğruca kalkmaya çalışan adamın üzerine atlıyorum perdeyle birlikte. Üzerine kollarım ve bacaklarımla sarılıyorum. Kafası olduğunu fark ettiğim yerine perdenin üzerinden tüm gücümle yumruklarımı indirmeye başlıyorum. Başını arı kovanına sokmuş ayı gibi çırpınıyor. Salonun içinde bir o yana bir bu yana savrulup duruyoruz. Sonunda kafasından gelen kanın cıvıklığını hissettiğim sırada bir ağaç gibi devriliyoruz birlikte. Yerde de her ihtimale karşı yumruklamaya devam ediyorum adamı. Yumruklarımın üzerinin, beton gibi bir kafaya inip kalkmaktan yara içinde kaldığını fark ediyorum ama canım acımıyor. Sanırım adrenalin patlamasından. Sonunda adamın üzerinden kalkıp perdeyi açıyorum. Gördüğüm manzara korkunç gerçekten. Adamın kafasındaki her delikten kan geliyor resmen. Siyah perde kana bulanmış bir halde. Seda kesin ağzıma edecek diye düşünüyorum. Bu arada Çarşamba Pazarı’na dönmüş suratıyla önümde yatan herifin ceplerini kurcalıyorum. Siyah klâsik takım elbisenin her cebini dikkatle araştırıyorum. Arka cebinden çıkan cüzdanı alıyorum yanıma. Elemanın iç cebinden çıkardığım cep telefonunu, koşarak banyodaki klozetin içine atıyorum. Seda buna da kızacak diyorum kendi kendime. Salona dönüp elemana son bir kez bakıp çıkıyorum evden. Çıkmadan önce anahtarları almayı unutmadan elbette.

Koşa koşa arabanın yanına gidiyorum. Gülcemal’in, ”Ne oldu sana?” bakışlarına, “Atla yolda anlatırım” diye cevap veriyorum. Kuzey ormanının hükümetin yandaşlarına talan ettirmediği kısmından tekrar çevre yoluna giriyorum. Bir şekilde Ferit itine ulaşmam gerek. Bu boku temizlese temizlese o temizler. Yalnız yine harmanım, yanımda bir paket mari var ama sarmak için vakit yok. Rüyamda görsem hayra yormam. Gülcemal’e sesleniyorum çaresizce, “Hayatında hiç sömek sardın mı?”

“Sömek?” boş boş suratıma bakıyor. Değişik yerden yakalamam gerek.

“Yaprak dolması sardın mı?”

“Sardım.”

“Al bunu” zulamdan paketi çıkarıp ona uzatıyorum, “Varsay ki yaprak dolması sarıyorsun.” Çarşafı gösterip “İşte buna sar” diyorum.

Amatör ama eli yatkın. Dolma gibi sardığı cıgarayı bana uzatıyor, “Olmuş mu?”

“Olmaz mı?” deyip yakıyorum. Aklım yavaş yavaş başıma gelmeye başlıyor yine. Bedenimin her köşesine akıyor duman. Bir iki dakika sonra gaza basıp devam ediyorum. Normale döndüm nihayet.
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan