Karşı Duvarın Yazıcısı

Karşı Duvarın Yazıcısı | 8 | Melek

28 Ağustos 2023

Öykü: Karşı Duvarın Yazıcısı | 8 | Melek | Yazan: M. Gökhan Üvez

 

İndeks

Karşı Duvar | Bölüm 1
Kızılderili ve Ben | Bölüm 2
Thomas | Bölüm 3
It’s Probably Me | Bölüm 4
Alice | Bölüm 5
Keşiş | Bölüm 6
Bir Garip | Bölüm 7
Melek | Bölüm 8
Freeda | Bölüm 9
Son | Bölüm 10
Yazıcı | Bölüm 11

 
 

Melek

 
 
Sessizlik…

Tek ihtiyacımız buydu uyumak için. Varoşlarda açlıktan, soğuktan ve dahi dünyaya geldiği yüzyıla tezat nedenlerden ölen bebeklerin son nefeslerini duymamak için.

Sessizlik…

Virgilius ve Dante’nin kıçını tekmeleye tekmeleye “Soluk Mavi Nokta”daki cehennemi gezdirmek için. Daha da uyumak için, her şeye kapayıp gözlerimizi, evrenin kanserli hücrelerinin biz olduğumuzu anlamamız için.

Okyanus’un en derin çukuru kadar derin ve sağır edici bir sessizlik.

Tek ihtiyacımız olan bu.

“Sonrası?” diye geldi bir gırtlağı yararca çıkan ses.

“Sonrası yok” dedim.

“Peki ya aşk?” dedi.

“Aşk öldü” dedim. “Tanrı’dan biraz öncesiydi, her şeyi yaratıp kontrol edemeyeceğini anlayınca işi Tanrı’ya devretti. O da “Ne halleri varsa görsünler” deyip, insanı kendiyle baş başa bıraktı. Su akar yolunu bulur, diye düşünmüş olmalı ama su akarken pek çok şeyi yıkıp geçiyordu. Karşısında durmadı. Aşk insanı, insan Tanrı’yı var etti. İnsan bu, çiğ süt emmiş, işi bitince ikisini de öldürdü.”

“Kadersizlik” dedi ses.

“Çapsızlık” dedim, “Yaratıp kaçmak ve emanete hıyanet. Aşkın, Tanrı’nın ve insanın kader dediği şeylerin toplamı. Sikik bir üreme içgüdüsü.”

Cümlenin burasında durup sesin geldiği noktaya doğru, “Dolapta bira var, içersen al” dedim.

Her hecesinden, gönülsüzlük akan bir tonda konuşmuştum, yeni bir misafire daha hazır değildim. Sokaktan geçen bir arabanın farları aydınlattı cümlemi. Kelimelerim gelen zayıf ışıkla aydınlandı. Her bir harf, üçüncü sınıf barların aldatıcı neonları gibi ışıldadı bir anlığına ve cisimsizliğin kendisiyle konuşuyor olduğumu fark ettim. Sadece bir siluet, basit bir gölge olarak duruyordu karşımda. Yeryüzündeki her şey ve hiçbir şey kadar basit ve karmaşıktı. Aynı anda ağlamak ve gülmek kadar tezat, ışığın içinden akıp gittiği saydam bir görüntü…
“Kim olduğunu merak etmiyorum ama içmeyeceksen siktir git” dedim. “Kafam zaten yeterince karışık.”

“İçemem, sanrılar ve Tanrılar içmez.”

“Nesin sen? Sanrı mı, Tanrı mı?”

Geniş bir kahkaha attı. Sokak lâmbasının solgun sarı ışığı sıvası dökük duvarlarda titreşti.

“İlle de siyah ya da beyaz mı olmak zorunda her şey?” diye sordu.

“Karşıt olan her şey doğru açıdan baktığında keyif verir” dedim.

“Ya gri ya turuncu?”

“Hayatın çeşnileri. Onlar olmasa baharatsız kokoreç gibi olurdu hayat ama kokoreci kokoreç yapan baharat değildir. Ekmek ve kokorecin kendisi de yeterince lezzetlidir, ’daha’ güdüsünü dindirmek dışında ekmek arası baharat, öğrenci evinde kalan son malzeme olduğunda yenir bir başına.”

Gölge, bir kere daha titredi duvarda. Herhangi bir karakolda elektrik yiyen seksen öncesi devrimciler veya şeyhinin gözüne girmek için eli dokunduğunda çarpılmış taklidi yapan doksan sonrası müritler gibi.

Ara tonlara kafayı takan sokaklardaki milyonlarca gerzekten farkı yoktu aslında. Muğlâklık hoşuna gidiyordu gördüğüm kadarıyla. Cisimsizliğinden anlayabiliyordum bunu. Hayatı sorgulamak için yanlış adamla karşılaşmıştı belki de. Ukalâlık yapacak başka birilerini bulması gerekiyordu. Nitekim dünya da her şey “ya – ya da” “ve – veya” şeklinde tasarlanmıştı. “Belki”, “olabilir”, “sanırım” gibi kelimeler can acıtmak dışında bir halta yaramayan piçlerdi. Eski sevgililerin “eski” sıfatıyla taçlandırılmasına sebep sancılı geçmişlerin soluk hatıraları gibi.

Gölgeye doğru baktım. Titremesini kesmiş, bana dönmüş, Söyleyecek bir şeyi olmayan herhangi bir embesil gibi öylece duruyordu tepemde. Sonunda ya kalacaktı ya da gidecekti ama kararsızlığı yüzünden tepemde öylece dikilmişti. Bahsettiğim muğlâklığın yansıması, grinin, turuncunun, morun ve yeşilin anlamsız karmaşasından başka bir şey değildi.

Bu hâliyle bir zamanlar düşüp kalktığım kız arkadaşımı hatırlattı bana. Yirmili yaşlarımın sonları olmalı. Bir erkeğin egosunun tavan yaptığı zamanlar. Hangimiz hangimizle beraberdik bilmiyordum. Beni içine alırken o çoktan içime yerleşmişti bile. İsimlendirmek istemediğim bir duyguydu. Sekse benziyordu daha çok. Kıyıya şiddetle vuran dalgalar gibi, karanlık gecelerde gökyüzünde parlayıp sönen yıldızlar gibi. Yaşadığımızı anlamak istemediğimden değil, kutsiyetsizliğin kılıcını Caravaggio gibi sırtıma saplayacağını bildiğimden. Herhangi bir Latrodectus Mactans dişisi ya da daha bilindik ismiyle “Karadul” gibiydi. “Öz”ümü emiyordu. Ona attığım her adımda, ağındaki titreşimleri hissedip yanıma geliyordu. Üzerimde tek bir örtü bırakmadığını fark edebiliyordum ama cazibesine ve içgüdülerime karşı koyamıyordum. Sonundaysa çırılçıplak kalıyordum. Cennetten kovulan Âdem’den daha çıplak, kanatları alınıp, insan olmaya mahkûm bir melekten daha çaresiz. Sevip sevmediğini bilemiyor, sevmesi için çıldırıyordum. Sürekli sevişiyorduk ama asla ona ulaşamamamın ve ulaşamayacağımı bilmemin verdiği sülfürlü acıyla zehirleniyordum. Sürekli ara tonlarda yaşayanların cehenneme ihtiyaçları olmadığını anlamıştım sonunda:

Kendimin cehennemi olmuş, gürül gürül kendimi yakıyordum.

Sonunda bir gün bir seçim yaptım. Ya muğlâklığına boyun eğecek ya da güçlü olmayı seçecektim. Olabildiğince güçlü olmayı seçtim. Bir gece onun evinde, sevişmemizin en ateşli yerinde öylece durup bekledim. Ulaşmak üzere olduğu zirveye son bir adım kalmıştı. Kendini bana itmeye çalışırken içinden çıkıp sakince üzerimi giyinmeye başladım. Şaşkın bakışlarının öfkeye dönüşmesini gördüm. Ardından daha önce hayatımda hiç duymadığım ve sanırım bir daha asla duyamayacağım küfürleri duydum. Aldırış etmeden kapıya doğru yürüdüm. Çırılçıplak peşimden koşup kapının önünde diz çöküp kalmam için yalvardı. Gözyaşları, pantolonumdan geçip, tenime işliyordu. Son bir kez beni sevip sevmediğini öğrenmek istedim ve sordum. Ayağa kalkıp gözyaşlarını sildi. Gözlerime gözlerini dikip son bir kez öptü ve önümden çekildi.

Gölgelerin, gerçeklerden daha çok acı verdiğini fark ettiğim o geceden sonra bir daha asla bir muğlâkla birlikte olmadım. Onlara karşı takındığım tavırla dövdüm çeliğimi. Şimdi bir gece vakti, bir gölgenin tacizine uğruyordum ama buna daha fazla katlanacak da değildim.

“Kim olduğunu söylemeyeceksen defol git!” dedim.

“Ben sadece bir gölgeyim” dedi.

“Sahibine dön öyleyse” dedim.

“Sanrılar ve tanrıların sahibi olmaz” dedi.

Başa dönüp kelime oyununu oynamaya tekrar başlayacakken elime bir sigara alıp pencere kenarına doğru yaklaştım. Usulca bir nefes çekip üzerine doğru üflediğimde tüm pişkinliğiyle karşımda sırıtıp duran Kızılderili’yi gördüm.

“Ne bu şimdi? Aklınca bana şaka mı yaptığını sanıyorsun?” diye çıkıştım. Bir parça olsun kızmıştım ama yine de içimde ona karşı bir gram öfke oluşmamıştı. “Hayatımda tanıdığım tek ve en pişkin Kızılderili’sin. Seni tanımadan önce Kızılderilileri daha ciddî ve bilgece sözler söyleyen insanlar olarak bilirdim. Biçim değiştirip gölgelere sığınacağını sanmazdım” diye devam ettim.

Ben konuşurken geçen göz açıp kapayıncaya kadarki sürede değişivermiş tekrar o tüy kafalı haline geri dönmüştü.

“Bilgece sözleri yalnızca ölüler, şefler ve ihtiyarlar söyler. Ölüler, ölmeden hemen önce, şefler, kabilesini kaybettikten sonra ve ihtiyarlarsa bunadıklarında. Bu yüzden kimse umursamaz onları. Eğer birileri onları dinleyecek olsaydı dünya bu halde olmazdı” diyerek sustu.

Sahiden de hemen her kafede demirbaş bir Kızılderili posteri vardı ve sosyal medya hesaplarında her Allah’ın belası gün, bir başka Kızılderili reisinin aforizmaları paylaşılıyordu ama hiç kimse boktan hayatlarında bir kez olsun onlara kulak vermeyi tercih etmiyordu. Lânetlenmiş bir ırk gibiydiler. Gözümüzün önünde bize binlerce kez çağrı yapıyor ama kahrolası seslerini bir türlü beynimize sokamıyorlardı.

Düşüncelerimi okuyan Kızılderili “İstersen sen biraz daha düşün tüm bunları” diyerek kayboldu yine. Yerde beni bekleyen sünger yatağıma baktım. Son derece davetkâr bir şekilde beni sarıp sarmalamaya çağırıyordu. Az önceki düşüncelerimi aklıma getirip masanın üzerinde bekleyen dizüstü bilgisayarıma baktım. O da dökülmemi bekliyordu sayfalara. Kısa süren bir kararsızlığın ardından, devrilen bir ağaç misali bırakıverdim kendimi yatağa.

Başımı çevirip son bir kez odaya bakmak için gözlerimi açtığımda, kanatları yolunmuş bir meleği beni seyrederken buldum.

İnsanüstü güzellikteydi. Böyle bir güzelliği sadece bir anlığına görmek için hayatını verebilecek insanlar tanıdığımı düşündüğümde oldukça şanslı bir hergele olduğumu söyleyebilirim. Bakışları, tahmin edebileceğiniz tüm bakışlardan daha trajikti. Pişmanlıkla özgürlüğün, çelik potasındaki hali gibi.

“Hoş geldin” dedim olanca insanlığımla. “Bugüne kadar hep merak etmişimdir. Melekler dişi midir, erkek mi?”

“Ne olduğuma beraber karar verelim istersen deyip dudaklarını dudaklarıma yapıştırdı. Tropik meyveler gibi tatlıydı dudakları. Ardından tek kelime etmeden üzerindeki tek parça giysisini çıkardı ve kenara savurup üzerime oturdu. “Hallelujah!” diye bağırdım. Gözlerim kendiliğinden kapandığında, kaygan, sıcak, karanlık ve oldukça dar bir boşluğun içinde, huzura kavuşmuştum…
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan