Karşı Duvarın Yazıcısı

Karşı Duvarın Yazıcısı | 3 | Thomas

24 Temmuz 2023

Öykü: Karşı Duvarın Yazıcısı | 3 | Thomas | Yazan: M. Gökhan Üvez

 

İndeks

Karşı Duvar | Bölüm 1
Kızılderili ve Ben | Bölüm 2
Thomas | Bölüm 3
It’s Probably Me | Bölüm 4
Alice | Bölüm 5
Keşiş | Bölüm 6
Bir Garip | Bölüm 7
Melek | Bölüm 8
Freeda | Bölüm 9
Son | Bölüm 10
Yazıcı | Bölüm 11

 
 

Thomas

 
 
“Günaydın la kedi!” dedim apartman boşluğunda yalanan Tekir’e. Melül bakan gözleri şirrete döndü bir an “Kaçayım mı, kalayım mı, ne ayaksın?” arası bir bakışla karşılık verdi. Usulca yanından geçip merdivenlerden aşağı indim. Kapıdan çıkarken baktığımda, kaldığı yerden pıtısını yalamaya devam ettiğini gördüm. Mart’a çeyrek kalmıştı ve Mart ayının pisiler için kutsiyetini bildiğimden hep büyük harfle ve özel isimmiş gibi yazmaya gayret ediyordum.

“Neyi?”

“Mart’ı.”

“Cümle uzun oldu da kaçırmışım.”

“Neyi?”

“Ebenin örekesini!”

“Şaka lan şaka, devam et iyi gidiyor.”

“Mart diye girme araya, kafam karışıyor.”

Dışarı çıktım. Sokağın körüydü. Güneş bile mesaiye başlamamak için kıvırıyordu. O kıvırdıkça köşede yatan anlamsız bir sokak köpeği ve evsiz adam, daha da sokuluyorlardı birbirlerine. Hava, gece ayazının mesaisini uzatması yüzünden körelmiş jilet kıvamında soğuk ama güneşi perdeleyen bulutların puştluğuna rağmen aydınlıktı. Sokak lâmbaları hâlâ yandıklarına göre ‘İyi iş çıkardıklarını sanıyorlar‘ diye geçirdim içimden.

Hoplaya zıplaya gezerken yerleri süpüren çöpçülere selâm çakıp cebimde sakladığım izmarit poşetini gözlerine baka baka yere boşalttım. Çöpçüler kovalamaya başladı beni. İki sokak kovalatıp yakalattım kendimi. Çabuk tükenmeleri için kovalatmıştım zaten. Koşunun yorgunluğundan fazla dövemediler. Oysa sadece işsiz kalmamaları için yapmıştım bunu. Süpürecek aşk da bitmişti zaten bu devirde ama her zamanki gibi anlamadılar beni.

Aşağı mahallenin girişinde, ana caddeyle sokağa bakan iki cephesi olan Kuytu Bakkaliyesi adında bir bakkal vardı. İsmine tezat olması esnaflığın şanından ya da tabelâcının hırtlığındandı; doğuda doğan bebeklere isim veren nüfus memurları hesabı, bebenin benliğine iğreti.

Bakkalın önünden geçerken Kızılderili’yi görüp gülümsedim. Yanında bir de paçoz giyimli bir zenci vardı.

“N‘apıyonuz la burada, sabahın görme özürlü saatinde?”

“Seni bekliyoruz” dedi.

“Bekleyin bekleyin, beklemek güzeldir” deyip bakkaldan iki tane kremalı bisküvi alıp çıktım. Hâlâ kapıdaydılar. Tersleyerek sordum; “Daha ne kadar sürecek oğlum bu ilişki? Bak bi‘ de zenci takmışsın peşine şimdi de?”

“Onu dert etme, konuşmaz o. Bizden sonra beyaz adamın gazabına uğrayan nesil. İyi dinleyici. Dili de yok zaten. Köleymiş, sahibi şarkı söylemesine gıcık olup kesmiş dilini.”

Bir dilsiz zenciye, bir de bizim Kızılderili’ye bakıp; “Bunu sana kendisi mi anlattı peki?” dedim.

“Gerçekliğimize inandın da dilsiz bir zencinin hikâyesini anlatması mı şaşırttı seni, hayırdır birader?” dermiş gibi baktı yüzüme.

“Derdiniz ne peki?” diye sormuş bulundum yürürken. Öylece sustu mahalle arası parkına ulaşana kadar. Parkta güneşin yavaş yavaş ısıttığı banklarından birine oturdum. Götüm ve sırtım hafiften ısınmağa başladı. Evsiz adamın osuruğundan rahatsız olan köpek de yanımıza gelip oturdu. Elimdeki kremalı bisküviye sulandığını fark etmediğimi sandı ama onun için yanıma iskele yaptığından emindim. İki tane de ona attım. Koklayıp koklayıp; “Kemik falan yok mu? Bu çok şekerli, hem ben diyetteyim” ifadesini takınıp suratıma baktı. (Dişiymiş ya haspam!)

“Ne o Jenifer Lopez poposu mu istiyorsun kızım?” diye üsteledim. İsteksizce alıp yedi kremalı bisküvileri. Ardından güneşin üzerimizdeki ısıtıcı etkisine kendini teslim edip zencinin ayağının dibine kıvrıldı. İki pirenin, köpekten zenciye onun üzerinden de Kızılderili’ye zıpladığını gördüm. Sabah kahvaltısı için halüsinasyonuma zıplamaları, zengin bir iş adamının dağıttığı erzak yardımı gibiydi onlar için. İki pirelik izdiham, simbiyotik bir aşk. İki lokmaya satılık onur… Coğrafya tanımayan yoksulluk, rezidanslar arası öteki mahallenin azizleri.

“Şimdi anlatın bakalım” dedim.

“Irkçılık kötü” dedi Kızılderili. Cebinden bir kibrit çıkarıp uzun çubuğunu yaktı ardından. Deriiin bir nefes alıp devam etti sözüne. On dakika susmadan konuştu. Son cümlesinde; “‘Zenci’ deme bir daha ona” dedi. “Hassas çocuk alınıyor.”

“Zenci kelimesi Farsçadan geliyor ‘siyahî’ demek. Biz de hakaret değil bu” diye izah etmeyi düşündüm ama “Kızılderili” ve “Farsça” kelimelerini yan yana getirdikten sonra susmanın daha akıllıca olacağını düşünüp “Tamam” deyip sustum.

“Thomas” dedi adı.

Afrikalı bir kölenin adını, Hıristiyan bir azizin ismiyle kutsayıp işkence etmek ne kadar da hoş bir ikiyüzlülük, diye geçirdim içimden. Milyon dolarlık zenci futbolcuyu aldırıp sonra sahaya muz fırlatmak gibi bir şeydi gözümde. Ha bir güneyli toprak ağası ha o muzu fırlatan holigan. Mantalite aynı, zekâlar Neanderthal. (Sahi Nato neydi? Ya Mermer?)

Kremalı bisküvi paketini eritip kalktım yanlarından. Serçeler yere dökülen kırıntıları götürmek için kalktığım bankın çevresine telâşlı manevralarla üşüşmeye başladılar. Köpek, ben kalktıktan sonra önce Tom emmiye sonra da Kızılderili’ye bakıp havladı.

“Gel lan buraya!” diye çağırdım köpeği. “Hır çıkarma sabah sabah.”

Mesaisine başlayan erkenci park görevlisi garip bir bakış atıp köpekle beni süzdü. “Ne ayaksınız oğlum siz?” bakışıydı bunlar. Alışkındım bu bakışlara. Hep “öteki“ olmuştum çocukluğumdan beri. Halkının yüzde doksan dokuzuna, öteki sayılmanın yasaklandığına inanılan bir ülkede üstelik. Bazen olur öyle, insan olmak yeterli olmaz. Önüne arkasına sıfatlar koyup çeşitlendirmek gerekir. Nerede çokluk orada bokluk hesabı, ne tanrı ne evrim ve ne de bir başkası kuramaz sonra alışılagelmişlik dengesini.

Bu arada köpek de peşime takılıp eve kadar eşlik etti bana. İki gün öncesinde, zor günlerimde ıslatıp yemek için sakladığım bayat ekmeğimi verip gönderdim hanımefendiyi. Ekmeği alıp giderken fark ettim ki o da benim gibiydi. Bir kadına maruz kalmış sıradan bir erkek gibi. Çaresiz, bitkin, sokağa atılmış. Kadınlar, kediler gibi kolayca yeni bir sahip bulabiliyorlardı ama köpekler, yalnızca sokaklarda oynayan mahalle piçlerince seviliyorlardı hunharca. Onlar da bir başka ötekileşmenin kurbanıydı kendi çaplarında.

Kapıyı kapayıp odama geçtim.

“Hangi oda?” diye bir kadın sesi geldi kulağımın dibinden. Korkudan “N’oluyoruz laan?” diye olduğum yerde sıçradım. “Zaten bir tane oda var evde” diye devam etti ses.

“Çık da ortaya neye benzediğini göreyim” diye seslendim boşluğa. “Daha vakit var. Snapslarının biraz daha artması, nöronlarının biraz daha uysallaşması lâzım” dedi. “Senin için çok erken olabilir. Hele ki benim gibi Empire States’in seksen altıncı katından atlayan bir kadının sanrısıysa aklındaki.”

Yeni geleni, bu “tarihin en güzel intiharı”nın sahibesini dinginleştirmek için susturmak istedim ama beceremedim. Karşıma çıkmak yerine kafamın içinde konuşup durdu. Yatağıma uzandığımda kuşların cıvıltısı ve kadının sesi pastoral bir senfoniye dönüşüyordu ve Kızılderili, karşımda bağdaş kurmuş Thomas efendiyle barış çubuğunu paylaşırken uyku denen şeytan, yine kollarını açmış beni bekliyordu.
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan