Karşı Duvarın Yazıcısı

Karşı Duvarın Yazıcısı | 9 | Freeda

4 Eylül 2023

Öykü: Karşı Duvarın Yazıcısı | 9 | Freeda | Yazan: M. Gökhan Üvez

 

İhsan Üvez’e…
Nice mutlu yaşlara.

 
 

İndeks

Karşı Duvar | Bölüm 1
Kızılderili ve Ben | Bölüm 2
Thomas | Bölüm 3
It’s Probably Me | Bölüm 4
Alice | Bölüm 5
Keşiş | Bölüm 6
Bir Garip | Bölüm 7
Melek | Bölüm 8
Freeda | Bölüm 9
Son | Bölüm 10
Yazıcı | Bölüm 11

 
 

Freeda

 
 
Yörünge arayan sarhoşların, mini etekleriyle yüzlerini gizleyen profesyonel çirkinlerin, av arayan tırnakçıların, üçlü turunda fazladan iki fırt çekmek için dalaşan müptezellerin, mesaisi erken biten konsların ve dünyası kaymış şarapçıların sokaklarına misafir olduğum bir geceydi. Elimdeki bisküviyi paylaştığım bir sokak kuçusu ile muhabbet ederken geldi yanıma. Önce yarım boğaz botlarını gördüm, başımı biraz daha kaldırdığımdaysa gülümseyen yeşil gözlerini ve omuzlarından dökülen sonbahar rengi saçlarını.

“Oturabilir miyim?” dedi. Gözleri hâlâ gülümsüyordu. Kenara çekilip yer açtım. Usulca kuçunun yanına oturup başını okşamaya başladı. İnciteceğinden korkarcasına yavaş ve olabildiğince nazikti elleri. Kuçuysa gözlerini bana dikmiş, “Bi’ tane daha ver” diyordu. Pakette kalan son bisküviyi verip doğruldum. Garibim, o son bisküviyi de iç edip şefkatli dokunuşların tadını çıkarmaya dönmüştü ki kız, bir anda onu öylece bırakarak yanıma geldi ve benimle birlikte yürümeye başladı.

“Eve gitmeliyim” diye geçirdim içimden. “Ben de gelebilir miyim” diye bir soru çınladı kafamın içinde.

“Lütfen aklımdan çıkar mısın? Ben senin bildiğin yalnızlardan değilim” diye yanıtladım. Oralı olmadı. Başımı çevirip yüzüne baktığımda gecenin aklına ziyan parlak gözlerini gördüm.

“Tamam, kabul ediyorum çok güzelsin ama lütfen peşimi bırak” dedim.

“Bu gece olmaz, uzun zamandır seni arıyordum. Tanımadan, tanışmadan biliyorum seni. ’Nasıl?’ diye sorma ve öylece çekip gitmemi isteme. Tam bulmuşken bırakamam seni üzgünüm” diye konuştu gözleri.

Bense “Gecenin en gamlı yerinde üç harfli bir duyguya kendimi kaptıramam, kusura bakma” dedim gayet açık ve net.

“Üç harfliye gerek yok, seks daha kısa ve zahmetsiz. Farkındaysan ismini bile sormadım sana.”

O an için aklıma yattı cümle, daha fazla karşı koymadım. Dönüp baharat kokulu dudaklarına yapıştırdım dudaklarımı. Bir an bile duraksamadan karşılığını verdi bu atağın. Dövüşür gibi öpüşüyorduk: Acemice ama istekli…

Tutkusu yakıcıydı, şehir kirli, gece mavi, hava soğuktu ama ben, hayatımda ilk defa öpüşürken terliyordum. Hücrelerime varana dek bedenimin her zerresi, kızgın tutkusunun ateşine teslim olmuştu. Kuytulukları arıyordu gözlerim, olmayan masumiyetlerimizi ballandıra ballandıra lekelemek için.

Sonunda, apartmanlardan oluşan ormanın nemli kuytularından birinde, o günkü bakirliğimi sundum ona. Karanlık yorganımız oldu, bulduğumuz iki avuç toprak şiltemiz. Damla damla içine çekti beni.

Nihayet üzerimizi düzeltirken bu geceliğine peşimi bırakması için anlaşıp yola devam ettim. Eve ulaştığımda, gecenin kahramanlarından kuçuyu, kapıda yatmış, beni beklerken buldum.

“Nerden buldun lan evin yolunu?” diye sordum.

“Hav!” diye yanıtladı.

“Bak koçum, efendi bir kuçuya benziyorsun. Kokumu unut, yolu unut, bu geceyi de unut. Başım yeterince kalabalık, bir de seninle uğraşamam.”

Olduğu yere kıvrılıp küskün yeşil gözleriyle baktı bana. Yanından sıyrılıp apartmandan içeri girdim. Usulca evime süzüldüm. Kapıdan içeri girer girmez sünger yatağımın üzerinde sevişen çifti gördüm. Sokak lâmbasının sarı ışığında kalkıp inen, kızıl ve tüysüz kıçıyla Kızılderili, yokluğumu fırsat bilip eve manita atmıştı. ‘Oh’ ve ‘Ah’ seslerinin tınıları, hikâyenin sonuna yetiştiğimi anlatıyordu.

Geldiğimi fark edip nafile bir çabayla toparlanmaya çalıştı. Arkamı döndüm ve umursamazlıktan gelip kapıya yöneldim. Tam çıkacaktım ki manita arkamdan seslendi.

“Gerek yok çıkmanıza, kalabilirsiniz.”

Bir adım daha atacakken “Porfavor senyor” diye nazikçe ekledi üzerine. Sesi, yeterince ikna edici bir tondaydı. Sırtım kapıya dönük birkaç saniye duraksadım. Başımı tekrar onlara çevirdiğimdeyse giyinmişlerdi bile.

Bazen bir sanrı, lüzumsuz bir sürü ayrıntıdan kurtulmayı da beraberinde getiriyordu.

Elbette, bilincimizi kaybedecek kadar salak olmadıkça. Aslında bunun yolu, bilincimizi kaybetmemenin yolu yani, yaşamak zorunda kaldığımız her duyguyu kabullenebilmekten geçiyor biraz da. En büyük acılara bile, o acıları kabullenerek bağışıklık kazanan ve yaşadığımız duygunun tadını çıkarabilecek kadar güçlü birer deliyiz hepimiz. Başka bir deyişle, yaşadığı ve yaşayacağı her anın farkına vardığımız sürece diğer her candan ve canlıdan farklıyız, insanız.

“Ne güzel düşünceler bunlar” dedi kadın, masaya doğru süzülürcesine hareketlenip sandalyeye ilişirken.

Sokak lâmbasından gelen ışık ilk kez o zaman aydınlattı yüzünü. Sert ve mağrur bakışlarını görebiliyordum. İnsanın içini delercesine dik ve keskindiler ama herhangi bir rahatsızlık vermiyor, bilâkis alabildiğine güven aşılıyorlardı. Kaşları (aslında kaşı demem daha doğru çünkü aralarında bir boşluk bulunmuyordu) tek parçaydı. Kaşlarını almamış bir kadınla ilk kez karşılaşmıştım. Yine de şaşırtmadı beni. Yüzünün keskin hatlarından ve bakışlarının deliciliğinden uzaklaştırmıştı beni bu kaş yapısı.

“Ressamım ben” dedi. “Merak ettiyseniz eğer.”

“Aslında ne olduğunuz umurumda bile değil” dedim. “Tek odalı zihnime gelen bir misafirsiniz sonuçta. Dilediğiniz kadar kalabilirsiniz. Sonuçta artık bir çeşit ‘yenge’ sayılırsınız benim için.”

Şuh bir kahkaha atıp konuştu:

“Sandığınız gibi değil” dedi.

Tam o an, bir hüzün bulutu bir anlığına yalayıp geçti yüzünü. Kendini toparlayıp, güçlü sesiyle devam etti:

“Aşka inanır mısınız bilmiyorum ama bu duygu yüzünden canım çok yandı bir zamanlar. Artık umursamayacak kadar uzun zaman önce tabii. Geriye, her yara gibi dokunulduğunda varlığını hissettiren ufak bir sızı bıraktı bende. Artık aşk yerine, böyle masum kaçamaklarla avutuyorum kendimi” dedi, Kızılderili’ye bakarak. Kızılderili ise tepki vermeden duruyordu sadece.

Muhabbetlerin sessizliğe büründüğü bazı anlar vardır hani. İşte o an, bu andı.

Kızılderili bana, “Gelmeyeydin iyiydi” triplerini atıyordu. Tek kaş yengeyse eline bir kalem almış, masanın üzerini çiziktirmeye başlamıştı. Meslekî takınç ya da akut sıkıntı atağı… Onu o halde görünce aklıma, gittiğim ilk psikiyatr geldi. Atmış yaşlarında, hâlâ büyük bir azim ve şevkle çalışan sevimli tıknaz bir adamdı psikiyatr. Kaşları bu tek kaş yengenin aksine, arasından tren geçecek kadar ayrılardı birbirinden. Amca, kaşları biraz seyrek olduklarından olsa gerek, kalıcı ve kavisli bir kaş dövmesi yaptırmıştı kendine. Aslında benim için bir sıkıntı yoktu ama bembeyaz saçlarının altında simsiyah yapılı kaşları, normal bir insanın dikkatini üzerlerine toplamaya yeter derecede iğretiydi. Bir sürü soru sormuştu o gün bana.

Sorularından biri müthişti:

“Evinizdeki başka bir odadan tıkırtılar geldiğini duyuyorsunuz, sizce kim olabilir?”

“Ne olabilir?” değil, “Kim olabilir?”

Aklıma gelen ilk cevap:

“Evde zaten tek oda var ahmak herif ama ille de bir ses varsa, Kızılderili bir haltlar karıştırıyordur mutlaka” olsa bile.

Hatta neredeyse:

“Bir başka sanrı da olabilir; misal Tanrı’nın canı sıkılmış, geçerken bir merhaba demek için bile uğramış olabilir, ne bileyim?” diyebilecekken üstelik; takınabileceğim en kazma ifadeyle:

“Bilmem ki? Kedi falandır herhâlde, fare de olabilir” gibi sıradan bir yanıt verdim amcaya. Defterine not alıp devam etti epeyce. Bir ara uyuşturucu kullanıp kullanmadığım üzerine dönmeye başlayan muhabbeti çevirip tuhaf kaşlı psikiyatrı biraz konu dışına çekmek için dibini kurcaladığımda, Arabistan’daki idam mahkûmlarının aklî dengesinin yerinde olup olmadığını tespit için hazırlanan kırk beş kişilik sağlık ekibinin bir parçası olduğunu öğrendim. Kafası kesilerek öldürülen mahkûmların hemen hepsini tanımış ve idamlarında hazır bulunmuştu. Kılıçla başlarının gövdelerinden nasıl ayrıldığını anlatırken ağzından akan salyaları fark ettiğimde “Lan bir siktir git önce kendini tedavi ettir manyak herif” diye üzerine atlayacakken, tam arkasında duran Kızılderili’nin kaş göz yapıp uyarması sayesinde, tek kelime daha etmeden görüşmemizi noktalayıp kendimi odadan zor atmıştım.

Bu ve bunun gibi durumu çağrıştıran anılarla içimdeki sessizliği bozarken kapının çalındığını duydum.

Kızılderili kapının çalınmasına şaşırmamıştı ama ufak bir panik sezinlemiştim yine de halinden. Masada oturan martı kaşlı yenge de benzer durumdaydı. Dönüp kapıyı açtığımda Thomas’ı gördüm. Yanında biri sarışın diğeri kendi gibi zenci iki afetle karşımda duruyordu.

Kızılderili, hemen yanımda bitip:

“Gece iptal canım, hanımları evlerine bırak geri” dedi Thomas’a.

Tüylü serseri, eve dönmeyeceğimi düşünmüş olacak ki felekten çaldığı geceyle, düşlerime girdiği günden bugüne kadar geçen süredeki açığı kapatma niyetindeydi.

Hanımlar, fahişelerden hallice giyinmişlerdi. Kalçalarını açıkta bırakan şortlar, göğüslerini sımsıkı saran tişörtler. Makyajlarını biraz daha abartacak olsalar, eminim Picasso’dan bile modellik teklifi alabilirlerdi ancak fizikleri için aynı basitliğe inmek, çok amiyane olurdu. ”Altın oran” kalıbına uyacak kadar muhteşemdi ikisi de. Boticelli’nin resmettiği Venüs bile, bu ikisinin yanında ancak Quasimodo kadar alımlı olabilirdi. Bir erkek için patlamaya hazır bomba kadar tehlikeliydiler. O anda aklıma gelen fikir, zihnimin karanlığa boğan karamsarlığı, parlaklığıyla kovdu.

“Hanımlar kalabilir isterlerse…” dedim sakince. Kızılderili’nin gözleri parladı birden. “…ama sen Thomas’ını da alıp gidiyorsun” dedim. Gözlerindeki ümit ışıkları bir anda evrenin en karanlık noktasına dönüştü. Başına taktığı kartal tüylü başlığındaki tüylerin, düş kırıklığıyla kendilerini bıraktıklarını görebiliyordum. Kapıya doğru isteksiz adımlarla ilerleyip kızların içeri girmesi için kenara çekildi. Thomas’la birlikte kapıdan çıkarlarken, apartmanın görevlisi, içlerinden geçip beni tuhaf bakışlarıyla süzerek merdivenlerden yukarı çıkmaya devam etti.

Kızları içeri aldıktan sonra, hâlâ masayı karalayıp duran kadına:

“Deminden beri masayı karalıyorsun. Belki modellerle çalışmak daha ilham verici olabilir diye düşündüm. Biraz değişikliğe ne dersin?” diye sordum.

Bakışları, kızları delip geçtikten sonra:

“Bir tuval olsaydı olabilirdi ama ne boya ne de tuval var burada.”

“Sorun ettiğin şeye bak” deyip, buzdolabının yanında duran şövale ve yanındaki sehpadan ona el sallayan boyaları işaret ettim.

“Sanırım hayal gücümden bahsetmemiş sana Kızılderili” diyerek gülümsedim.

Gözlerinin ışıltısı görülmeye değerdi. Sanki boya ve tuvale yıllardır dokunmamışçasına heyecanla atladı üzerlerine. Hepsini tek tek eline alıp kokladı. Sanki çocuklarıymış gibi, dikkatle ve özenle okşadı her birini. Gözlerindeki sert ifade, bir anda hiç çocuğu olmamış bir annenin şefkatine bıraktı kendini. Birkaç dakikalık hasret gidermenin ardından, süzülerek kızların yanına geldi. Kendi elleriyle soydu onları, sokak lâmbasının ışığı dışında bir ışık istemedi. Kızların makyajlarını kendi elleriyle temizledi ardından. Onlara dokundukça, içlerindeki yakıcı acıların, yattıkları onlarca erkeğin kokularının, yaşadıkları tüm hayal kırıklıklarının birer parçasını çekti içine.

Kısa bir zaman sonra o, kızlara istediği pozları verdirip hızla çalışmaya, bense masamı ve üzerindeki dizüstü bilgisayarı alıp olanları yazmaya başlamıştım bile.

Kaç sigara geçti üzerinden bilmiyorum. Geçen zamana aldırış etmeden yazıyor ve çiziyorduk. Birbirinden ayrı iki ruh, iki beden, iki ayrı her neyse anlık bir noktayı paylaşıyorduk. Sanat mıydı yaptığımız ya da yeni bir sevişme şekli mi bilmiyorum. Bilebildiğim tek şey, orada olmamızın inanılmaz bir güç yarattığıydı. Tek kelime söz söylemeden, sadece gördüklerimizin içimizde yarattıklarıyla durmuş gibiydi zaman. İkimiz de arada bir başımızı kaldırıyorduk. O, modellere bakıp, fırçalarıyla tuvalini okşuyor, bense makineli bir tüfek gibi parmaklarımı kaldırmadan kalan bilincimi ve karşımdaki sahneyi alabildiğine kelimeleştirmeye çalışıyordum.

Gün ağarmaya yakın, resmi bitirmeye yaklaştığında, derin bir huzur ve sükûnet, tablosundan odaya yayılan bir ışık huzmesiyle yüzünü aydınlatmaya başlamıştı. Yıllarca fiziksel ve ruhsal karanlıklar içinde acı çekmeye programlanmış, tepeden tırnağa acı olmuş bir kadının huzur bulduğu anın, tüm bu acıların yakıcılığından sıyrılmasının ifadesi, gözlerinde oluşan kutsal bir ışık gösterisine dönmüştü âdeta. O anlara tanık olmanın verdiği sarhoşlukla baş döndüren bir doyumun zirvesindeydim tek kelime ile.

O an, aklıma, şairin birinin ressam bir arkadaşına sorduğu soru çınladı kulaklarımda. Hani şu ”mutluluğun resmi” ile alâkalı olan. Eminim o ressam, şu an burada olsaydı, özgürlüğüne ulaşan bir ruhun mutluluğunu somutlaştırabilirdi.

Birkaç fırça darbesinin ardından tablosunu bitirdiğini anladım. Yine süzülerek yanıma geldi. Süzülmesine de alışmıştım aslında kısa sürede. Yürümüyordu çünkü. Yerden yaklaşık bir karış yüksekte süzülüyordu sadece. Uzun yerel giysisinin altından, yere uzanan gölgesi dışında hiçbir şey görünmüyordu. Ayaklarına baktığımı anladığında gülümseyerek:

“Ayaklar… Uçmak için kanatlarım varsa onlara neden ihtiyacım olsun ki?” dedi. “Bu cümleyi günlüğüme yazmıştım. Nereden bilebilirdim ki böyle bir an için yazdığımı? Gracias senyor… Her şey için” dedikten sonra camdan içeri sızan gün ışığına karışıp kayboldu ortadan.

Kızlar, şaşırmaktan ziyade, fazlasıyla yorulmuşlardı. Yine de hep birlikte tablonun başına geçip merakımızı gidermeye çalıştık.

Renklerden oluşan bir hayal dünyası bekliyordum ama yalnızca gördüklerini resmetmişti. Yine de muhteşem bir eserdi. Kızların üzerine düşen ışığı o kadar müthiş kullanmıştı ki kızların vücutları, ışık ve karanlığın arasında geçiş yapıyor, bedenlerinin nerede başlayıp, nerede sonlandığını anlaşılmıyordu. Kızların yüzlerindeki ifade, bedenlerindeki kullanılmanın verdiği yaşlanmanın ümitsizliğini vurgularken, tablonun bir kenarında, kafamdaki karmaşayla oturmuş yazmaya çalışan beni ve arkamdan duvara yansıyan bir Kızılderili siluetini resmetmişti. Diğer taraftaysa kendisi duruyordu. Sırtından başlayıp tablonun tamamını kucaklayan bir kanatla bütünleşmiş haldeydi. Orada öylece durup bu şaheserin üzerimdeki şokunu atlattıktan sonra, kızlara üzerlerini giyinmelerini söyledim. Çıplak bedenler yerine, çıplak ruhlar tercihimdi sonuçta.

Üzerlerini giyinen kızlara cebimde tek kuruş olmadığını söylediğimde aldırış etmediler. Ödeşmenin farklı şekilleri de vardı, bir gece Kızılderili ve Thomas’ı hizmetlerine vermem sözüyle evden ayrıldılar.

Güneş, alacasını aydınlığa bırakırken, Drakula gibi tabutuma saklanmak yerine, olası bir özel gece için sakladığım köpek öldürenimi sakladığım kıyıdan çıkarıp bir bardağa koydum. Resmin karşısına çektiğim sandalyeme oturup resimlere, ressamlara ve güneşin insanlarına kadeh kaldırıp sirkeye çeyrek kalan şarabımdan ilk yudumumu aldım.
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

1 Comment

  • Yanıtla Şen Sevgi Erişen 8 Eylül 2023 at 18:08

    Hikâyelerinizi oldukça akıcı buluyorum. Sanki “kötü” diye bir şey yok, hepsi beraber, hepsi “hayat”. Sonuç olarak gülümsetiyor beni 🙏☀️

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan