Karşı Duvarın Yazıcısı

Bugün Mutsuz Olmak İçin Ne Yaptın?

25 Eylül 2023

Öykü: Bugün Mutsuz Olmak İçin Ne Yaptın? | Yazan: M. Gökhan Üvez

Bir gün ve bir gece daha… Ölü balıklar gibi üst üste yığılmış izmarit yığınına bakıyorum yine. İçimin ışıklarını yakmadığım sürece gündüz ya da gece fark etmiyor.

Babamdan kalan ve hâlâ çalışma gayretindeki yaşlı saatin saniyesinin tıkırtıları dışında duyabildiğim tek bir ses yok. Gitmeden bir iki ay önce vermişti bu ihtiyar saati bana. Yoğun bakımda solunum cihazına bağlı son anlarının tanığı olmasını istemediğinden diye yorumlamıştım safça. Oysa on beş, yirmi yıl önce annesinin ölürken kulaklarındaki altın küpeleri, öldükten sonra çalınmasın diye ona nasıl verdiğini anlatırdı her muhabbetin orta yerinde. Giderken değerli bir şeylerin geride, emin ellerde olduğunu bilme arzusuydu bu belli ki.

Çocukken bir güvercin bulmuştum, Ankara’da yaşarken.

Kışın ortasında kanat çırpmaya çalışıyor, çırpındıkça kuşlara hiç yakışmayan hareketlerle aptalca sağa sola park etmiş arabalara çarpıyordu. Kanatlarını kırmaması için sıkıca tuttum onu. Kanatlarının altını ve tüylerini asalak bir böcek olup olmadığını kontrol ettikten sonra paltomun içine sokup doğruca eve götürdüm. Bir kutuya yerleştirip babamın büyük takım sandığında “bir gün lazım olur” diye sakladığı seyyar duya bir ampul takıp ısıtmaya çalıştım. Babaannem yanıma gelip kuşun öleceğini ve boşuna uğraşmamam gerektiğini söylemişti bana. Olsun demiştim, en azından sokakta değil burada kutunun içinde sıcak sıcak ölür. Ne kadar saçma bir bahane! Ölürken bile konforu düşünüyordum. Babaannem beni kuşla baş başa bırakıp içeri giderken kuşun olduğu yere devrildiğini fark ettim. Ellerimin arasına alıp akkor flamanlı lambayı şuursuzca göğsüne yaklaştırdığımı anımsıyorum; ardından kuşun gagasını ayırıp siyah bir sıvı kusarak başını cansız bir halde bırakışını.

Akvaryumdaki balıklar dışında ilk defa ölümü bu denli yakından görmüş ama yine de ölen kuşa üzülmeyişime şaşırmıştım. Belki de kendime üzülmediğime dair yalan söylemek iyi gelmişti o anda. Kuşu kutusuyla birlikte çöpe bıraktım. Duy ve lamba takım sandığına geri döndü.

Uzun süre her şeyin zıttıyla var olduğu sanrısıyla yaşadım. Kontrast olan her şeyin birbirinin zıttı olduğu öğretilmişti. Siyahın karşıtı beyaz, iyiliğin karşıtı kötülük, sevginin karşıtı nefret ve daha bir sürü saçmalık. Oysa bugün görüyorum ki yaşamın karşıtı ölüm değil ya da ölümün karşıtı hayat. Bir döngü bu, chariotların keskin bıçak takılı tekerleri gibi ölümcül bir döngü. Birbirini sürekli tamamlayan ve birbirine varlığını hediye eden kavramlar. Zıttıyla var olduğunu sandığım her ne varsa aslında hepsi zamanın varlığı gibi koca bir yanılsama. İnsanlar olarak tanımlama manyaklığımızın bizi getirdiği bir nokta. Bu noktayı reddediyor olmam da doğruluğunu kabul edebilenlerle aramda bir tezat oluşturmaz. Sadece çeşitliliği arttırır ve çeşitlilik, tabiatta var olan her canlıda olduğu gibi her düşüncenin de diri kalma şansını artırır. Elbette bugün, yarın ve düşünen birileri var oldukça.
 

* * *

 
Bazen olur öyle. Tam konsantre olup boşlukta raks eden kar taneleri kadar yalnız bir halde yığılan düşünceleri yazmaya çabalarken ensemde birilerinin varlığını hissederim. Tüylerim ürperir. “Bana mı yoksa yazdıklarıma mı bakıyor?” diye sorarım kendi kendime. Sonra aldırış etmeden devam ederim. Tam da bu yazıyı yazarken oldu işte. Hissettiğim varlığa aldırış etmeden yazmaya devam ederken, “Bugün mutsuz olmak için ne yaptın?” sorusu geldi kulağıma. Bu pes sesi çok iyi tanıyordum. Kızılderili… Uzun zamandır görünmüyordu ortalarda, bir selam vermeden olanca patavatsızlığıyla pat diye giriverdi yine yazının ortasına. “Sıkıntı yok, devam et” dedim kendi kendime. Karanlıkta göz ucuyla hareketliliğini seçebiliyordum. Okumayı bırakıp koltuğa uzandı. Makosenli ayaklarını birbirinin üzerine atıp, elindeki çubuktan bir nefes çekip dumanını saldı odaya. Sorusunu duymazdan geldiğini anladığından olsa gerek, tekrar sordu:

“Bugün mutsuz olmak için ne yaptın?”

“Hiçbir şey… Uzun zamandır olduğu gibi… Hem fazladan bir şey yapmama gerek bırakmıyor bu ülke.”

“Siyasi mesaj verme! Hem… Olsun” dedi iki kelime arası vererek ve devam etti:

“Mutsuzluğu bile hak etmen gerek, yoksa o bile bırakıp gider seni ve sonunda mutlu ya da mutsuz olduğunu bilmeyecek kadar delirirsin.”

“Seni görüyor ve seninle konuşuyor olmam, yeterince deli olduğumu göstermiyor mu?” diye sordum.

Sakince çubuğundan bir nefes çekip cevapladı:

“Sen deli değilsin ki… Seni kafasında canlandıran ve deli olan aslında benim.”

“Hastir lan!” deyip kaldığım yerden yazmaya devam ettim. Kızılderili çubuğunu yanında duran uzun sehpanın üzerine bırakıp götünü dönüp yattı.
 

* * *

 
Zıtlıklardan bahsediyordum ve ölümden. İnanmadığım tüm tanrılar şahidim olsun ki ölüm ve yaşam birbirinin zıttı değildir. Yaşamın var olması için bile yeterli nedenlere ihtiyacı vardır; ucundaki ölüm gibi. Ölüm olmadan yaşamanın bir değeri kalır mı? Ya da bir taşın varlığının Sartre efendinin bulantısına neden olmasından bir farkı? Canlı olup olmadığının ya da yaşıyor olup olmadığının bir şeyin kendisi dışında başka bir şeye bir nebze olsun katkısı var mıdır? Varlığını oluşturan ve bigbang’den hatıra elementlerin sikinde midir senin bütünlüğün? Ölümle uğranılan değişimin sadece bir bilinç noksanlığı olması ve aslında tüm atomlarımızın olması gereken yere, yani evrendeki kaosa geri dönmesi dışında ne faydası dokunur ki var olduğunu sandığımız hayata?

Tam bu satırları yazarken Kızılderili’den gelen osuruk sesiyle irkildim. Sigara, sömek ve hepsini bastırmak için kullandığım biberiye tütsüsü kokan odayı, hepsini alt edecek kadar güçlü bir osuruk kokusu sarıverdi. Dayanılacak gibi değildi. Koşup camı açtım, içeri oksijenle karışık karbon monoksit ve ramazan davulu sesi doluverdi. Aklıma bir piçlik geldi. Hızla Kızılderili’yi dürtükledim. Kendine gelir gibi oldu. Panik havası estirerek telaşla:

“Kalk lan kalk, sahur oldu! Aç açına oruç tutulmaz, iki lokma bir şey ye!” diye bağırdım.

Uyanmaya çalışırken, Amerikan ordusundan baskın yemiş gibi debeleniyordu durduğu yerde miskin sığır. Uyandığı anda ne yaptığını bilmez halde aceleyle camdan çıkıp göğe karıştı. “SAHURA KADAR AÇIK ÇORBACI İKİ SOKAK AŞAĞIDA” diye gülerek seslendim arkasından.

Döndüğümde dikkatim dağılmış, düşüncelerim sağa sola saçılmıştı.

Kelimeleri ve dağılan harfleri bir ara temizlerim diye öylece bıraktım. Sigaramı almak için sehpaya eğildiğimde sehpanın üzerinde duran yaklaşık yirmi santim boyunda, ağızlığından atmaca tüyleri sarkan çubuğu buldum. “Giderken unutmuş konuşan sığır” diye geçirdim içimden. O ara giderken kokusunu da götürmüş olduğunu fark ettim. Evin gazı daha fazla kaçmasın diye pencereyi kapayıp kanepeye uzandım. Sigaradan vazgeçip sönmüş çubuğu ateşleyerek derin bir nefes çektim. Ciğerlerimden tüm kan hücrelerime ve oradan beynime hücum eden sömeğin dumanı, kafamın içindeki düşünceleri infilak ettirdi.

Belki ben gerçektim, belki de Kızılderili. Hangimizin ne olduğu artık umurumda değildi. Gerçek olması aklıma daha çok yatan bir şey varsa o da şu an içime çektiğim duman ve hâlâ yeterince mutsuz olmak için ne kadar zamanı kaldığını bilmediğim bir yazarın hayatıydı.
 
 
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan