Karşı Duvarın Yazıcısı

Karşı Duvarın Yazıcısı | 5 | Alice

7 Ağustos 2023

Öykü: Karşı Duvarın Yazıcısı | 5 | Alice | Yazan: M. Gökhan Üvez

 

İndeks

Karşı Duvar | Bölüm 1
Kızılderili ve Ben | Bölüm 2
Thomas | Bölüm 3
It’s Probably Me | Bölüm 4
Alice | Bölüm 5
Keşiş | Bölüm 6
Bir Garip | Bölüm 7
Melek | Bölüm 8
Freeda | Bölüm 9
Son | Bölüm 10
Yazıcı | Bölüm 11

 
 

Alice

 
 
Odada yalnız başıma oturmuş sessizliği dinliyorum. Yorgun mumun zayıf ışığını seyrediyorum bir yandan da. Elektrikler kesik. Kafamın içinde Back To Black’i mırıldanıyor Amy.

“Ölmeseydin iyiydi” diyorum içimden. Amy devam ediyor:

“… You go back to her and I go back to…”

Susuyor şarkı. Titremeye takati kalmamış mum alevi duruyor. Zaman, beklemeye başlıyor. Duvardaki saate bakıyorum, akreple yelkovan fuhuşta. Saniye ibresi erketeye yatmış, inceden dikizde.

“Psst” diye bir ses geliyor o sırada sağ arkamdan. Sesin geldiği yöne başımı çeviriyorum kimse yok. Bu defa solumdan geliyor:

“Psst!”

Soluma bakıyorum. Duvarın önünde, çubuğundan bir fırt çeken Kızılderili’den başka kimseyi göremiyorum. İşaret parmağıyla odanın diğer ucunu gösteriyor.

Kafamı çevirdiğimde genç bir kadınla göz göze geliyoruz. Saçları, narin omuzlarından aşağı dökülüyor. Kumral, kıvırcık ve dağınıklar biraz. Yüzünde, eski zamanlardan kalma, uçuk pembe ilginç bir makyaj var. Yüzü, genç bir kadından daha dişi. Dudakları kırmızı, küçük ama etli… Onu, asıl ilginç kılansa bakışları. Yüzyıllarca süren bir yaşanmışlığın yorgunluğu sinmiş bu bakışlara. Ölmeden bir gece önce konuştuğum babaannemin bakışlarına benziyor. Yine de arzuyla ve dindiremediği bir merakla bakıyor suratıma. Şaşırmıyorum artık.

“Hoş geldin” diyorum. Gayet samimî ve sıcağım. Öylece bakıyor suratıma. Sanki daha önce hiç insan görmemiş gibi inceliyor beni. Mumun zayıf ışığına doğru, bir adım atıyor. Üzerinde, neredeyse ayak bileklerine kadar inen mavi bir elbise var. Porselen bebeklere giydirilenlere benziyor. Bir adım daha atıp eliyle çenemi tutuyor. Yavaşça kaldırıyor yüzüne doğru. Ardından eğilip dudaklarını dudaklarıma yaklaştırıyor. Ilık nefesini içime çekiyorum. Gerçek olup olmaması umurumda bile değil. “O halde, carpe diem!” diyorum içimden ve oyununa katılıyorum. Eteğini yukarı doğru sıyırıp kucağıma yerleşiyor. İç çamaşırı yok. Tam bir fahişe, diyorum içimden. Sertleşiyorum. Dudaklarını dudaklarımla birleştiriyor. Bir eliyle başımı dudaklarına doğru bastırırken diğer eliyle pantolonumun düğmelerini çözmeye çalışıyor. Birkaç saniye içinde dudaklarımı önce boynuna ve ardından dekoltesine kaydırıyorum. Mum ışığının yakınından geçen seyyah dumana bakıyorum önce, ardından da Kızılderili’ye. Uçuş zamanı gelmiş belli ki. Duvar dibine çökmüş, gözleri kapalı. Çubuğundaki her neyse derin derin köklüyor dumanı içine.

Genç kadının parfümünün kokusu çarpıyor beni. İlginç ki Kızılderili’nin dumanıyla karışmıyor bu parfüm. Kokusunun tesiri altında, göğüslerine iniyor dudaklarım. Yardımcı olup dekoltesinden salıveriyor onları.

Keşfedilmemiş çorak bir iklimdeyim. Yağmura hasret kalmış, suya aç toprakları sulayan bir bulut gibi hissediyorum kendimi. Dudaklarımla sert ve alımlı göğüslerini yokluyorum. Boş durmayan eli, kafesinden çıkmaya can atan ilkel bir canavarı özgürlüğüne kavuşturuyor ve duraksamadan içine alıyor tüm benliğimi. Saten bir eldiven giyer gibi rahatça giriyorum açılan bu konuksever nemli boşluğa.

Üzerimde bükülmeye başlıyor; zaman, evren, uzay, mum ışığı, Kızılderili… Her şey bükülüyor sanki onunla birlikte.

Sandalyemin arkalığından tutup saçlarını geriye doğru savuruyor. Bir kuğununki kadar zarif boynu çıkıyor ortaya. Bense kana susamış bir vampir gibi o boyna saldırıyorum. Dudak dudak geziyorum bilmediğim bu ülkeyi. Keşfe çıkan acemi bir kâşifmişçesine artan heyecanımı yenmeye çalışıyorum bir yandan da.

Durmaksızın kıvranıyor üzerimde, giderek artan bir tempoyla daha hızlı, daha sert. Boğazından gelen içgüdüsel hırıltılara kulak veriyorum heyecanla. Sonra durup seyrediyorum bu sanat şaheserini gözlerim kapalı. Önce, hafiften ısırıyor dudaklarını ve yavaş yavaş sallanıyor saçları başından aşağılarda. Başını sallayarak dudaklarıma saldırıyor iştahla ve o an, muhteşem bir infilâkın parçaları oluyoruz birlikte. Soluk soluğa hâlâ, saçları yüzüne devrilmiş. Bakışları birer mavi nokta gibi sızıyor zayıf ışığın arasından. İnce zarif elleriyle saçlarını arkaya savurup limanından ayrılıyor ansızın. Nefesimi toparlarken, üzerini düzeltiyor.

İşi bittikten sonra “Alice” diyor. “Adım bu, Alice.” Bundan bir anlam çıkaramayacağımı anlayıp merakla soruyor; “Buralarda hiç tavşan gördün mü?”

“Kızılderili olsa olmaz mı?” diyorum, duvarın dibinde dağılmış Kızılderili’yi gösterip.

“İlginç olurdu ama ben beyaz bir tavşan arıyorum. Hep böyle yapıyor. Bir deliğe girip kayboluyor. Onunla ilk karşılaşmamızda da aynısını yapmıştı.”

“İlk karşılaşma?” diyorum şaşkınlıkla. “Sürekli bu tavşanın peşinde koşuyormuş gibi konuştun.”

“Yıllar oldu. Oldukça uzun yıllar. İlk karşılaşmamızda yedi yaşında bir kızdım. Sonrakinde on beş ve daha sonra yirmi bir, şimdiyse yirmi beş.”

“Anlat diyorum öykünü” sakince. “Her girdiği delikte, her karşısına çıkan erkekle sevişir misin meselâ?”

“Evet” deyip duraksıyor. Hata yaptığını anlayıp “Hayır” diyor sonra. “Aslında bir çeşit tutku bağımlısıyım. Şey, yani normal hayatımda pek böyle şeylerin peşinde koşmuyorum. Sadece beyaz tavşanın peşindeyken hayal ettiğim pek çok şeyi yapabildiğimi keşfettim ve o an içinde bulunduğum atmosferden etkilenmişsem serbest bırakıyorum kendimi. Akışına bırakıyorum. Sandığın gibi değilim yani” diyor yanakları kızararak.

“Sorun değil” diyorum gülerek.

“Yeterince uzağa gidebildin mi Alice?” diye bir ses geliyor dolabın üzerinden. Mumu o tarafa doğru kaldırıp bir şeyler görme ümidiyle doğrulup bakınıyorum. Karşıma bir çift yeşil göz ve sırıtan bir kedinin dişleri çıkıyor. Yerime dönüp oturuyorum tekrar.

“Ne zaman defolup kendi diyarınıza gideceksiniz?” diye soruyorum içine düşmek üzere olduğum tuzağı anlayıp.

“Biraz daha kalırsanız, şapkacı, yalancı kaplumbağa, fındık faresi, tırtıl, mart tavşanı, kupa kraliçesi de gelecek. Küçük bir oda burası, bu kadar karakter sığamaz buraya, kargaşa olur.”

“Kendi diyarımıza dönmek mi? Bu çok sıkıcı bir fikir” diyor sırıtan kedi.

“Katılıyorum” diyor yalancı kaplumbağa.

Odanın içi yavaş yavaş dolmaya başlıyor. Akıl almaz bir geyik muhabbetinin tam orta yerinde şapkacı da dâhil oluyor muhabbete. Çılgın gözleriyle herkesi tek tek süzüyor. Zekâ mı, delilik mi fışkırıyor bu fırıl fırıl dönen gözlerden anlayamıyorum.

“Heey” diyor bana şapkacı. “Delirdiğini mi düşünüyorsun? Hangimiz deli değiliz ki, korkma bundan. Çok kasıyorsun kendini. Akışına bırakmayı öğrenmen gerek. Dâhilik de deliliğe dâhildir sonuçta. İnsanların işine yaradığın sürece tâbii. Birilerinden ziyade kendi işine yaramaya başladığında bırakıp giderler seni. Deli, şizofren, manyak, psikopat vs.vs. vs. ötekileştiriverirler.”

Koro halinde “Ötekileştiriverirler” diye tekrarlıyor diğerleri.

“Gidecek yol bulsan da bulmasan da gidersin” diyor sırıtkan kedi dolabın üzerinden. Yüzündeki tek ifade ciddi konuşup konuşmadığını anlamamıza yardım etmese de dinlemek istiyorum.

“Yolların sonu her zaman istediğin yere açılmayabilir. Yeni yerler, yeni birilerini getirir. Hedefine ulaşırsan yoldakileri hatırlayıp hatırlamaman pek de umurunda olmaz ama hedefinden sapıp kaybolursan karşılaştıkların sayesinde yeni bir yol çizip sana ummadığın sonuçlar verebilir. Yapman gereken tek şey sadece yürümektir anlayacağın. Bir adımını diğer adımının önüne koymaktan bahsediyorum, umarım anlıyorsundur beni” diyor yalanarak.

Dönüp duvardaki saate bakıyorum. Yarım saati aşkındır akrep ve yelkovan aynı noktadalar. “Saate baktığına göre sıkılmış olmalısın” diyor şapkacı bir penguen gibi paytak paytak üzerime gelirken.

“Yani verdiğiniz boş dersler için teşekkürler ama gitmenizi istemek zorundayım. Sakin bir ev, sakin bir saat ve sakin bir ortama ihtiyacım var.” Ciddî bir ses tonuyla konuşuyorum ama odadaki herkes aynı anda dalga geçer gibi “Uuuuuuu” diye bağırıp gülüşmeye başlıyor.

“Yapmayın, çocuklar” diyorum sakince. “Hepinizi tanıyorum az çok. Tamam, şaşırttınız beni yeterince ama bu kadarı yetmedi mi?”

Bir anlık sessizliğin ardından içeri cellâdı ve tellâlıyla Kupa Kraliçesi giriyor.

“Neler oluyor burada?” diye gürlüyor kraliçe.

“Şu şaşkınla sohbet ediyorduk kraliçem” diyor şapkacı. “Tam da bizi kovacakken siz geldiniz efendim.”

“Sizi kovmak mı? Bu ne cüret böyle? Kiminle karşı karşıya olduğunu biliyor musun sen?”

“Evet, biliyorum ve beşe kadar saydığımda hâlâ karşımda olursanız sizi ebediyen hafızama hapsedeceğim. Bu kafanın içinde, bu odada, sonsuza dek benimle birlikte yaşayacaksınız” diye dravdan bir tehdit savuruyorum. Tek göz karanlık odaya şöyle bir göz atıyorlar.

Sırıtkan kedi, “Bana uyar” diyor.

“Bana da” diyor yalancı kaplumbağa. Yalan söylüyordu tabii ki.

Alice, elimi tutup “Benimle gelsene” diye göz kırpıyor.

Şapkacı, “Ne haliniz varsa görün” deyip çıkacağı sırada beyaz tavşan beliriveriyor bir kenardan.

“Oh, şükürler olsun!” diyor sahte sahte. Normalde böyle birine tavşan demez gömerim kafayı o derece gıcık bir konuşma tarzı.

“Tanrıya şükür yetiştim!”

Bir nefes alıp odadakilere aldırmadan devam ediyor:

“Majesteleri, siz gittikten sonra isyan çıktı. Asiler toplanmış, etrafta ‘Demokrasi istiyoruz, ötekileştirilmeye son, ırkçılığa hayır ve kölelik yıkılmalı‘ gibi sloganlar atıp ortalığı birbirine katıyorlar. Çevik muhafızlar gazla müdahale ediyor ama dağılacak gibi değiller.”

“Başlarında kim var” diye soruyor Kupa Kraliçesi hiddetle.

“Efendim siyah dilsiz bir genç adam. Bazı isyankârların ona ‘Thomas’ dediklerini duydum.”

“Kimmiş gidip bir bakalım bu Thomas?” diyor Kupa Kraliçesi. Cellâdına ve tellâlına dönüp gidiyoruz işareti yaptıktan sonra. Bana bakıp, “Şimdilik kellenin yerinde kalmasına izin veriyorum ama seninle işim bitmedi henüz. Bir gün mutlaka geri döneceğim” diyor.

Ayağa kalkıp eğilerek selâmlıyorum Kupa Kraliçesi’ni. Odanın içini yoğun bir duman kaplıyor. Sis içinde kalmış gibiyim. Elimle dumanı kendimden uzaklaştırmak isterken ayağım duvar dibine sinmiş Kızılderili’ye takılıyor.

“Bir sen eksiktin” diyorum. Eğilip dürtükleyerek uyandırıyorum elemanı. Şaşkın şaşkın suratıma bakınıp gözlerini kırpıştırıyor. Bu haliyle cidden çok komik görünüyor. Gülmemek için kendimi zor tutuyorum.

“Ne kullanıyorsan, sıkı malmış Kızılderili, curcunayı kaçırdın yalnız bu sefer.”

Ciddiyetini takınıp doğrulup yüzüme bakıyor.

“Hepsi bunun içinde” oldu diye tüylü kafasını gösteriyor. Hiçbir şey kaçırmadım.”

“Siktir lan!” diyorum Kızılderili’ye bakıp, “Ottan kayışı koparmışsın sen iyice.”

“Ot değil” diyor elindeki çubuğu gösterip. Çubuk değişik cidden. Üzerinde yanıp sönen bir led ve arada akışkan bir sıvı bulunan küçük bir haznesi var.

“Öteki çubuklar öksürtüyordu. Buna geçtim. Nerdeyse bir aydır içmedim çubuktan. Bunu kullanıyorum. Bak şöyle likit var içinde…” diye aleti sökmeye başlayacağı sırada, “Likitini sikeyim Kızılderili!” deyip içinden geçerek masaya oturuyorum. Olan biten her şeyin elektronik çubuklu hayali bir Kızılderili’nin rüyası olmasına cidden içerliyorum. Mumsa yana yana yarılanmış neredeyse.

Bir muma bir de Kızılderili’ye bakıp, “Alice de mi senin hayalindi lan?” diye hayal kırıklığıyla sorduğum anda elektrikler geliyor. Tek göz odama Edison’un parlak sarı ışığı dolarken Kızılderili’nin görüntüsü, bir kâğıttan silinir gibi siliniyor odadan.

Mumu söndürürken, “Ne hatundu ama” diye düşünüyorum. Laptopu açıp bir şeyler karalamaya karar veriyorum. Kafamı toplamak için bir tekli sarıp, buzdolabından ılık bir bira çıkarıyorum.

“…I died hundred times, you go back to her…” diyor Amy muzip bakışlarıyla. Kafamdaki ışıkları kapatıyorum. Yorgun gecede Amy ile birlikte siyaha dönüyoruz.
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan