Karşı Duvarın Yazıcısı

Karşı Duvarın Yazıcısı | 10 | Son

11 Eylül 2023

Öykü: Karşı Duvarın Yazıcısı | 10 | Son | Yazan: M. Gökhan Üvez

 

İndeks

Karşı Duvar | Bölüm 1
Kızılderili ve Ben | Bölüm 2
Thomas | Bölüm 3
It’s Probably Me | Bölüm 4
Alice | Bölüm 5
Keşiş | Bölüm 6
Bir Garip | Bölüm 7
Melek | Bölüm 8
Freeda | Bölüm 9
Son | Bölüm 10
Yazıcı | Bölüm 11

 
 

Son

 
 
Serindi. Hodbin sokak lâmbalarının aydınlatmaya debelendiği ıslak kaldırımlardaki çakma yakamoz parıltılarını adımlıyordum. Birkaç gece öncesinde sevdiğim kuçu, başıma kalmak için evin önünde nöbet tutarken, beni görünce kalkıp peşime takıldı. Bakmakla yükümlü olmak istemediğim halde yakama yapışmıştı. Oysa kendim dışında kimsem olsun istemiyordum. Tek başıma da yeterince kalabalıktım zaten.

Çulsuzluk, bir boğaza daha bakmamak için geçerli bir neden olmalıydı ama kuçu da benim gibi açlığa talimliydi ve “siktir”den anlamıyordu. Tanıştığımız ilk gece öğrenmiştim bunu. Aslında yanımda durdukça daha çok alışacağındandı korkumun temel nedeni. Alışkanlıkların en kötüsü, bir başkasına alışmaktı sonuçta. Nitekim alışkanlığın ikinci çoğula dönmesineyse “ilişki“ deniyordu. Genellikle istemediğin bir zamanda başlayıp hiç de hazır hissetmediğin bir anda bitiyordu bu “ilişki”ler ve sahiciliğine emin olduğun her şey bir anda kâğıt bir kule gibi yıkılıp giderken doğal olarak bahtsızlığınla baş başa kalıp yanıyordun. Kısaca alışkanlık demek, esaret demekti.

Kiminin hayat diye benimsediği bu durum, insanı ezip geçiyordu çok zaman. Yıkılmamak için ya hep yerde kalmayı başarmak ya da kendinden vazgeçmek gerekiyordu sonsuza dek. Elbette ki bu iki durum, ne kuçu ne de benim için geçerliydi. Kendi açımdan bakacak olduğumda bir mücadelenin içinde olmayı bırakalı uzun zaman olmuştu. Zaman içinde, yoksulluk ve acıdan zevk almayı öğrenmiştim.

Sıradan insanların maddî, daha da aptallarının ruhanî zenginliğe olan açlıklarına gülerek bakıyordum artık. Bu tür zenginlikler, toplum üzerinde hâkimiyet kurmak için uydurulmuş tarihi yalanlardı. Mutluluk, üzerinde devlet başkanlarının bulunduğu kâğıt parçalarına duyulan saygınlık ya da ölçülmesi mümkün olmayan ruhanî seviyeler değildi. İktidarsız bir zenginin, dünyanın en güzel kadınıyla, mavi hap desteksiz bir gece geçirmesi ya da yüz elli yaşındaki bir tarikat şeyhinin asla görmediği ve göremeyeceği şeylere inanıp insanlığa yobazlık dışında bir katkı sunmaması, kendine veya bir başkasına ne kadar mutluluk verebilirdi ki?

Her iki durumda da kendinden vazgeçiş vardı. Nedeni ne olursa olsun, kendin olamadığın bir dünyada mutluluk diye bir şeyin varlığından söz etmek, genel evlerde bakire aramak gibi bir şeydi.

Tanrı da sırf bu yüzden kendine, evinin kadını, çocuğunun anası olacak bir bakireyi seçmişti ya zaten. Oysa asıl mucize, bir orospu çocuğundan peygamber yaratabilmekti. Kendi yarattığı insanların bir orospu çocuğunun peşinden gitmeyeceğini kendi de biliyor olmalıydı ki böyle bir mucizeyi yaratmayı denememişti bile. (Oysa ölmeyip bugünleri görebilseydi, ne kadar yanıldığını anlardı zavallıcık.)

Carl Sagan’ın “soluk mavi nokta”sındaki dünya anlatısını düşününce fazla da söze gerek kalmıyordu artık. İnsanlar, sorumsuz tanrılara inanıp, yeşil banknotlara tapınmaya tam gaz devam ediyordu. Plâstik kartlar ve bankalar aracılığıyla kendilerine sunulan sahip olma güdülerine teslim oluyor, boyunlarına geçirilen tasmalara, katatonik bir halde kayıtsız kalıyorlardı. Bu durum, her ne kadar beni çıldırtsa da en az yanımdaki köpek kadar onurlu yaşayabilen birinin varlığına inanmak da biraz olsun bu öfkemi yatıştırmayı başarıyordu.

(Tam da bu yüzden yoksulluk ve yoksunluğu, dayı, yeğen ve kutsal dede adına kutsuyorum. Âmin!)

Bu ve benzeri nedenlerle Kuçu’nun, başıboş hoyratlığının zirvesinden inip, açlığını benimle paylaşmak istemesini anlayabiliyordum. Nihayetinde o sadece bir köpekti. Açlığını paylaşmak istemesini ve bunun karşılığında tüylerinin okşanması dışında bir şey beklememesini de çözmeyi becermiştim. Çünkü o, yalnızca kemiğe ve arada bir kokusunu aldığı dişilerin sidik izleri gibi somut şeylere inanıyordu. Olmayacak beklentilerin başına neler getireceğini de gayet net biliyordu.

Kuçu’yla sokaklarda öylesine sürterken, yanımıza yaklaşan arabaların farları ve sokak lâmbalarının ışıklarıyla oluşan gölgelerimize takıldı gözüm. Bazen uzayıp kısalıyor ama asla birbirileriyle kesişmiyorlardı. Gölgelerimizin arasında, sözsüz bir anlayış, bir saygı oluşmuştu durduk yere. Dört ayaklı kuçu, arada bir önüme geçip, sağa sola atılmış çöpleri koklayıp vakit kaybediyor, kendisine umursamadan yürüdüğümü görünce, peşimden koşarak önüme geçmeyi marifet sanıyordu. Belki de sıradan bir sokak köpeği ile arasındaki tek fark da bu, dinmek bilmeyen takip güdüsüydü.

Gece ilerledikçe giderek daha da serinliyordu hava. Üzerime giydiğim otuz yıllık montumun sökükleri, her kış olduğu gibi, ayakkabılarımdaki deliklerle iş birliği yapıp sıradan fakirlere oynadıkları oyunu oynuyorlar, akıllarınca bedenimi üşütüyorlardı. Soğuğa ve bu soğuk şakalara da aldırmıyordum artık.

Islak yolda yürürken bir an ayağımla bir sigara paketine vurduğumu fark ettim. Ayağımın pakete çarptığı anda duyduğum hevesi, yıllardır görüşmediğim bir dostumla karşılaştığım anki sevinçle karşıladım. Eğilip, paketi aldım yerden. Doluydu! Ne şans ama!

Altın bulmuş madenci gibi paketi alıp sevinçle doğrulurken bir çift bacakla karşılaştım. Görür görmez tanıdım, bu ten rengi çoraplı bacakları. “O”ydu. Çiçekli elbisesinin üzerine giydiği anorağıyla karşımdaydı yine.

Sigara paketini ona göstererek: “Senin mi?” diye sordum. Gömleğimin yakasından tutarak beni keskin yeşil gözlerine yaklaştırıp:

“Hayır, ama istersen sigaranın yerine beni al, sağlığına daha çok zarar vereceğime emin olabilirsin” dedi. Ağzından gelen, nane likörüyle karışık, şarap ve bira rayihasını içime çektim. Uzun zamandır içmediğimden olsa gerek, itici geldi bir an için ama yine de dudaklarından sıçrayan koyu kırmızı kıvılcımların, ıssız dudaklarımı tutuşturmasına izin verdim. Dudakları çilekli sakız tadındaydı, teninin kokusu gibi. Başım dönecek gibi olmuştu. İkinci hamlesinin ne olacağını düşünürken dili, dilimle sevişmeye başlamıştı bile; kıvrak, ateşli ve tutkulu.

Dillerimizden sonra bedenlerimizin de birbirine yapıştığını fark ettim. İstemsizce hareket ediyordum. Evrimin, genlerimize nakşettiği üreme içgüdüsü, usulca bedenimi sarıyor; zihnimse karşı koymak bir yana gönüllü olarak teslim oluyordu. Sonuçta yaşayan her canlı, kendi genlerinden sorumluydu.

Bu sırada giderek jilet gibi keskinleşen soğuğa rağmen, sertleştiğimi hissedebiliyordum. O ise kendini bana daha da bastırırken, bir kara deliğin olay ufkunda yitip gitmek üzere olduğumu biliyor ama karşı koyamıyordum. Sokak, sahne olmuştu, sokak lâmbalarıysa spotlarımız. Şehrin ücra köşelerinden, bir çatlaktan sızarcasına akan arabaların, köpeklerin ve insanların sesleri, yeni nesil bir senfoni olarak çınlıyordu kulaklarımızda. Kuçu, beş altı metre öteden yanımıza gelip havlamasa duracağımız falan yoktu.

Kuçu’yu görünce, beni bırakıp onun üzerine atladı hemen. Zavallı hayvanın kuyruğu, tanımlanması mümkün olmayan pervane dönüşlerine başlamıştı. Kadın şefkatinin, yaratıldığı günden bugüne, bir erkeğe böylesine içten bir şekilde yansımayacağını biliyordum. “Keşke seks yerine şefkat arıyor olsaydım” diye iç geçirdim.

Oyunları bittikten ve sertliğim, tekrar taze hamur kıvamına döndükten sonra:

“Sana mı gidiyoruz, bana mı?” diye sordu. Evden çıkalı üç dört sokak olmuştu. “Bana gidelim, ev yakın” dedim. Böylece geri dönüş yolumuz başlamış oldu.

Yolda yürürken yine gölgelerimize baktım. Bir iken üçe çıkmıştı sayıları. İyi bir durum değildi bu ama yine de bu soğuk ve ıslak gece için, sarılacak sıcak bir beden bulmaktan daha cazip bir fikir görünmüyordu gözüme.

On dakika sonra evin önündeydik. Kuçu, apartmanın dışında kalıp girişe uzandı yine. Onu orada bırakıp hızlı adımlarla yukarı çıktık. Kapıyı açıp içeri adımımızı atmamızla birlikte üzerime atıldı.

“Acele etme sakın” gibi bir şeyler mırıldandı. Acele etmedim. Sarılmamız ve öpüşmemiz sanki evrenin sonuna dek sürecek sandım bir an. Duvardan duvara çarpa çarpa yatağa doğru ilerlerken ansızın çevik bir hareketle kucağıma zıplayıp bacaklarıyla kendini bedenime kenetledi. Dillerimiz kaldıkları yerden devam etti oynaşmalarına. Arada sırada başını benden çektiğinde birbirimize bakıyorduk. O anlarda kızıl kısa saçları, omuzlarına dökülecek gibi yapıp vazgeçiyordu. Sanki her molekülüyle aşka davet için yaratılmıştı. Şehvet ve tutku, bir bedende el ele vermişti. Öylesine sertleşmiştim ki oracıkta patlayabilirdim.

Benim gibiydi. İsim, ırk, din veya dilin zerrece önemi yoktu. Sadece sevişmek istiyordu. Bugüne dek bacaklarının arasına kabul ettiği her günahı temize çekmemi düşünüyordu. Benim sularımla kendisini kutsayacaktı. Aşka tövbesi olmuş olabilir miydim? Bilmiyorum.

Onu öperken aklıma evimin adresini önceden bilip bilmediği de geldi ama boş verdim. Şimdi bunu düşünmemin zamanı değildi. Dudaklarımla boynum arasında gidip gelmesine bırakmıştım kendimi.

Birkaç dakika sonra yataktaydık. Karyola ya da başka bir şey olmadığı için gıcırtı, tıkırtı veya başka bir şey yoktu. Salt tutkudan oluşmuştuk. Geriye kalan hiçbir şey umurumuzda değildi. Aramızdaki tek engelse birkaç kumaş parçasından başka bir şey değildi. Namludan çıkan kurşunun geri dönemeyeceği an kadar kesin, hızlı ve sert hareketlerle soyduk birbirimizi. Sünger yatak, bir anda kocaman bir çimenliğe dönüşmüş gibiydi.

Nazik ama geciktirerek girdik birbirimizin ruhuna. Bacaklarını aralayıp, büyük bir şefkatle çekti içine beni.

Göğüs uçları giderek sertleşmiş, çılgın bir arzuyu vurguluyorlardı. Bedeni, mayınlı bir arazi kadar hassastı. Dokunduğum hemen her noktada, patlayan mayınların sarsıntılarını hissedebiliyordum. Araziye, kendini feda eden bir nefer gibi dalmış olsam da kendi mayınımı erkenden patlatmamak için uğraşıyordum. Elleri, soğuğa rağmen terleyen sırtımda dairesel hareketler çizdikten sonra, beni daha fazla içine alabilmek için, kalçamdan kendine doğru bastırıyordu. Anlar ilerledikçe nefes ve nabız sayılarımız birbirine karıştı. Birkaç dakika içinde tek bir kalp gibi atmaya başlamıştı hareketlerimiz. Gidip gelmelerimiz, bir metronom gibi ritmik darbelerle hızlandıkça, daha güçlü inliyor, beni ininin derinlerine çekip, o muhteşem anı taçlandırmaya çalışıyordu:

“Daha derine… Hepsini istiyorum… Beni sevdiğini söyle… Birlikte gelelim, hepsini içimde istiyorum, bastır… Oooh… Daha sert! Daha hızlı! Daha hızlı! Daha hızlı!”

BUUM!

Big Bang! Kapakları açılan bir barajdan fışkırıyordum sonunda. O ise arka arkaya gelmeye devam ediyordu. Sürekli kalçamdan bastırıyor, altımda denizini arayan bir nehrin menderesleri gibi kıvrılıyordu. Öfkeli bir volkanın patlamaları kadar sert kasılmaları, birkaç dakika içinde kesildi. Sonunda, olduğumuz yerde öylece yığılıp kaldık.

Yolda bulduğum paketten çıkardığım iki dal sigaradan nasipleniyorduk birkaç dakika sonra. Gecenin en harman yeriydi. Camlar, nefeslerimizden puslanmış, keskin hatlarla gelen ışığı göğsünde yumuşatıp plase yaparak içeri veriyordu. Sigaralarımızın dumanı, sakin denizlerin uysal kıpırtılarıyla odayı kaplamış, solgun ışıkla usulca dans ediyordu. Yorganı üzerimize çekip başını göğsüme yaslamıştı. Suskun bir seyre dalmıştık.

-Şunu bilin ki prensim, kabaran okyanusların Atlantis’i ve onun görkemli kentlerini yutması- gibi derin bir uykunun içine çekiliyorduk.

Sünger yatak, altımızda çöl kumları gibi kayarak ortasında geniş bir delik oluşturdu ve bu deliğin açıldığı düş diyarına ilk giren o oldu.

Bense üzerimi giyinmek için ayağa kalktım. Odama sızan ışığın yardımıyla sağa sola savrulmuş eşofmanlarımı giyip pencerenin önünde öylece dikilmeye başladım. Nice sonra pencere camındaki buğuya birkaç yıldız çizip, ismimin baş harflerini yazdım: “B.C”

Ardından sokağı görmek için, buğuyu silip aşağı baktığımda, Kuçu’nun apartmanın önünde olmadığını fark ettim. Belki bir karşı cinsin peşine takılmış, belki de daha sıcak bir yer aramaya gitmişti.

Asker nizamı park eden arabalara dadanan teyp hırsızlarını gördüm sonra. Mesailerine geç kalmış gibi, hızlı hareketlerle birkaç arabayı patlatıp hızla uzaklaştılar.

“Polisi arasana” dedi arkamdan bir ses. Dönüp baktığımda Kızılderili’nin omzumun üzerinden, benimle birlikte hırsızları takip ettiğini gördüm.

“Ne işin var lan burada?” dedim.

“Hiiç” dedi, “Geçiyorduk uğradık.”

“Uğradık?” diye tekrarladım şaşkınlıkla. Kafamı içeri çevirdiğimde, Kızılderili’nin arkasında, birisi kovboy çizmesinin üzerine beyaz jean ve beyaz gömlek giymiş, diğeri ise paramparça olmuş uzun pardösüsüyle dikilen aksakallı iki ihtiyarı gördüm. Thomas da dravdan takındığı mahcup ifadesiyle onların arkasında dikilmişti.

Şaşkınlık ve kızgınlıkla “Kim lan bunlar?” diye sordum Kızılderili’ye.

“İsimlerini vermediler, birine Motorcu, diğerine Şarapçı diyorum. Kafa adamlar, tanıyınca sen de seversin. Hem kıllarını bile kıpırdatmadan sessizce işini bitirmeni beklediler.”

“Ne dedin, ne dedin?!” diye cevabını duymak istemediğim soruyu sorup öfkeyle ekledim:

“Sen bana, bir zenci ve iki ihtiyarla bir köşeden bizi seyrettiğinizi mi söylüyorsun?”

“Sessizce” dedi ihtiyarlardan biri. “Kılımızı bile kıpırdatmadık” diye ekledi diğeri.

Thomas’ın kıkırdağını duyup hiddetle:

“Hazır gelmişken katılsaydınız bari!” diye çıkıştım.

“Söylemiştim sana” dedi Kızılderili’ye kovboy çizmeli olanı. “Kızabilir demiştim.”

Kendimi kaybetmeme ramak kalmıştı. İçimden ona kadar sayıp derin bir nefes aldım.

“Kimsiniz lan siz?” diyebildim boğazımdan hırıltıya benzer çıkan bir sesle. “Kim çizdi sizi buraya?”

“Uzun hikâye” dedi şarapçı. Delik deşik olmuş pardösüsünün iç cebinden bir şişe şarap çıkarıp “İçer misin?” diye uzattı. Geri çevirdim. İğreti tutturduğu mantar tıpayı eliyle çıkarıp şişeyi tepesine dikti. Kısa bir yudumun ardından “İsa’nın kanı” dedi motorcuya bakıp gülerek, “Her derde deva…” Ardından eliyle sakalını sıvazlayıp “Bizi kim çizdi buraya, soru bu…” düşünceli bir şekilde sakalını sıvazlamaya devam edip pencerenin altındaki duvara sırtını dayadı ve bağdaş kurup yere oturdu. Yüzüne iki beden bol gelen derin bir ifade takıp soruyu tekrarladı:

“Kim çizdi bizi buraya?..”

Önce parlak bir fikir bulmuş gibi ışıldadı gözleri, sonra ifadesi, yüz hatlarını iyice kırıştırıp direkt başladı lafına:

“Ne biliyim ben? Yıllardır sokaklardayım. Belediye kışın bir barınma yeri açıyor oralarda yatıp kalkıyorum işte. Metro var sonra, orada da kalıyorum.” İşaret parmağıyla motorcuyla Kızılderili’yi gösterip “İşte!” dedi. “Bütün puştluk bunların manitusunda. Öyle bir puşt ki keyfine göre adam kayırıyor. Sense durmuş, benden dram anlatmamı falan bekliyorsun muhtemelen. Öyle bir dram falan bekleme, yok çünkü. Gençtim, fakirdim, ressam olacaktım ama…” bir an duraksayıp “Olamadım” dedi ağlamaklı.

Kızgınlıkla çattığı kaşları, saçlarının altında gevşeyip alnının ortasında yukarı kalktı ve şarabından bir fırt çekti. Ses tonu ve yüzündeki mazlum ifade bir anda keskinleşiverdi. Başını öne eğip, kaşlarının altından fırlayan delici bakışlarıyla sözlerine devam etti.

“Deliler gibi kimsenin almayacağı resimler çiziyordum. Konservatuara falan gidememiştim zaten. Sanattan da bir bok anlamıyordum. Sadece kendimi anlatmak için uğraşıyordum. Olmayınca olmuyor. Bir sürü kapı çaldım kendimi anlatabilmek için. Yüzüme kapanan kapılar. Hatta dilendim bile bir ara. Hiç utanmadım ama… Öğrendim ki insan açken ilk önce utanma duygusunu yermiş doymak için. Yine de yılmadım. Çalıştım. Cebimde ekmek alacak para yokken tuval aldım, boya aldım. Peki, ama ne için?”

Kesik uçlu eldiveninden, sanki oraya sonradan eklenmiş gibi duran kirli işaret parmağıyla havaya bir sıfır çizip “İşte bunun için” dedi.

“Yirmi yıl, sanat için yırttım bu götü” hafifçe yana kaykılıp, poposuna eliyle bir şaplak vurdu. “Âşık oldum, parasızlıktan âşık olduğum kadına bile söyleyemedim onu sevdiğimi. Sonra bir gün aha bu geldi rüyama girdi.” Eliyle motorcuyu gösterip “ ’Piyango sana çıkacak’ dedi ‘Kalk bilet al’. Gittim piyangocunun torununun resmini çizmem karşılığında bir bilet aldım. Sonra… Amorti bile çıkmadı!”

Bir fırt daha çekti şarabından. Motorcu fırsat bilip araya girdi:

“Yanlış ismin rüyasını vermişler. Yukarıda da bazen karışıklıklar oluyor. Benim suçum mu bu şimdi?” dedi. Yanakları kızarmıştı. Sinirden mi, utançtan mı, bilemedim.

“Sikerim suçunu lan! Bi’ sus, girme araya!” dedi şarapçı. Tehditkâr bir yüz ifadesiyle konuştuğunu sanıyordu. Oysa daha çok, bir meddah hikâyesi gibi geliyordu kulağa anlattıkları.

Kesmedim devam etti:

“Bi’ sene sonra bi daha geldi rüyama, altına bir de motor çekmiş, havalı havalı dolanıyordu ibne. ‘Kalk sana at yarışı sonucu vereceğim’ dedi bu seferde.”

Kalktım yazdım bir kenara sonuçları. Ertesi sabah, koşa koşa en yakındaki ganyan bayisine gittim. Altılıyı da tutturmuştum. Sevinçten uçacak gibiydim. Ta ki vezneye gidene kadar. Birkaç lira verdi yolladı beni ganyancı. Suratına acayip acayip bakarken vezneci durumu açıkladı bana. Hep favorileri yazdırmış meğer arkadaş. Gelen parayla iki birayla on tüp boyayı ancak aldım, akşama kendimi asacaktım neredeyse.”

“Ben sana kaç para kazanacağını söylemedim ki? Altılıyı tutturacağını söyledim sadece” dedi motorcu.

“Sonra bi’ kere daha geldi girdi rüyama, bu sefer kovaladım yanımdan, zorla geldi bu telmaşa, ‘Kalk şu resimleri yap, şehrin en işlek caddesine bir sergi kur, hayallerine kavuşacaksın, meşhur olacaksın. Kalktım, kafamın içine soktuğu resimleri yaptım. Gittim, en işlek caddeye sergimi açtım. Ha bu resimler için de unuturum korkusuyla iki ay gece gündüz çalışıp bitirdim. O ara bir de sevgilim vardı hatta. Kız babadan zengin, bana her istediğimi alıp geliyor falan. Bu sergi hesabına o kadar ihmal ettim ki kız beni terk edip gitti bir de. Daha da hırslandım. Koştum sergiyi açtım. Sonra n’oldu biliyor musun? Zabıtalar geldi, izinsiz sergi diye resimlerimi alıp gittiler. Akşama televizyon kanallarında bir dakika süren haberlerdeydim. Ha bak bana yaptırdığı resimlerde bu Kızılderili’nin resimleriymiş. Zabıtalar çok sevmişler resimleri, alıp dairelerinin sağına soluna asmışlar. Gelen gidenler resimlerin fotoğraflarını falan çekmişler, bir sürü kopyası çıkmış, şimdi her yerdeler. ‘Aslını ben çizdim bunların’ desem, millet götüyle güler bana.”

“Anladın mı beni buraya kim çizdi? Buraya geldim çünkü bu iki karga, kalkıp sana kılavuzluk ederse başına gelecekleri önceden gör istedim. Oldu mu?”

“Taşak mı geçiyorsun lan benle?” dedim. “Bir saattir bıdı bıdı atıp duruyorsun. Sokaktaki köpek bile yemez bu masalı.” Sonra Kızılderili’ye dönüp “Hepsi senin tüylü başının altından çıkıyor bunların. Amacın ne bilmiyorum ama şansını zorluyorsun” dedim.

Kızılderili, çubuğundan derin bir nefes çekip suratıma üfledi. Bir anda her yer yine dumana boğuldu. Dumanı dağıtmak için çaresizce elimi salladım. Sonunda duman dağıldığında kendimi tepeden sarkan çıplak bir ampulün aydınlattığı siyah bir odada buldum.

Yaklaşık beş on metre kare bir yerdi burası. Ne bir pencere ne de bir kapı vardı. İçinde tek bir eşya olmadığı gibi dışarı açılan tek bir nokta dahi yoktu. Kızılderili ve diğerleri, etrafımda bağdaş kurmuş oturuyorlardı.

“Seni bekliyoruz” dedi Kızılderili.

“Neyi bekliyorsunuz?” dedim.

“Sakinleşip oturmanı.”

“Sakinim ben zaten” deyip sadece olacakları merakımdan oturdum aralarına. Beş kişiydik; Kızılderili, Thomas, şarapçı, motorcu ve ben.

“Neden burada olduğumuzu düşünüyorsundur şimdi” dedi motorcu.

“Nerede olduğuma aldırmamayı öğrendim” dedim. “Bedeninin içinde takılıp kaldıktan sonra, nerede ya da kiminle olduğum bir şey ifade etmiyor artık.”

“Hep o son biralar yüzünden” dedi Kızılderili. “Akıllı ol dememiş miydim sana?”

“Bira hamallıktır” dedi şarapçı. “Ben de birayla başlamıştım ama sonunda insanın özüne ulaştım. Bira içen çüküne bakar diye boşuna mı demişler?” Şişesini çıkarıp bir öpücük kondurdu üzerine. Ardından şişeyi bize gösterip “Şaraap!!” diye bağırdı. “Tüm günahların anası, verilen en büyük nimet… Tanrı’nın cennete sakladığı ve insanoğlunun cennetten aşırdığı ilk gizli formül” diye çakırkeyif ekledi. “Sarhoşluğa kötü derler. Sarhoşluk kötü olsa İsa, damarlarında gizler miydi?”

“Öyle miydi?” diye tek kaşını kaldırarak sordu motorcu.

“Ben de onun yalancısıyım” dedi şarapçı, bir taraftan şişesiyle haç çıkartarak. İdareli içiyordu. Bir yudum alıyordu her defasında. Neyin kafasını yaşadığını bilmiyordum. Geyik muhabbeti üzerine uzmanlık yapmış gibi bir durumu vardı. Dayanamayıp “Kafan hep mi böyleydi yoksa sonradan mı oldu?” diye sordum.

“Haaa nihayet kim olduğumu merak ettin yani. Daha önce söylediklerime inanmadığını hatırlıyor gibiyim. Şimdi anlatsam inanacak mısın?”

Ukalâca bir tavırla “Bilmem, hikâyenin inandırıcılığına bağlı. En azından, yatakta bıraktığım güzelliğin yanından ayrıldığıma değecek bir hikâye bekliyorum” dedim.

“Dinle bakalım o halde delikanlı” diye lâfa daldı şarapçı. Bir keresinde, benden kıdemli bir başka şarapçı ‘Hayat dediğin, iki yudum arasında aldığın lezzettir. Biri şişenin başındaki, diğeri de sonundaki. Arada ne içtiğinin önemi, şişe bittiğinde ortaya çıkar’ dediydi bana. O zamanlar daha senin bilinçaltında bile değildim. Gerçek dünyada bile olabilirdim. Belki bir hayatım vardı, bir işim, bir kadınım, bir evim… Sonra hepsi birden yok oldu. Belki öldüler, belki ben bir bok yedim, beni terk ettiler. O şarapçıyla konuştuktan sonra oldu ama her şey. Bir zaman sonra tek başınaydım. Parklarda, sokaklarda, metrolarda, otobüs duraklarındaydım. Bir şehir dolusu insan akıyordu etrafımdan ama kimse görmüyordu beni. Tekrarlandıkça anlamını yitiren kelimelerden biri olmuştum.

Sonra bir gün aklıma o şarapçı geldi. Yana yakıla şarapçıyı aramaya başladım. ‘Neden böyle oldum?’ diye sormak için. Öğrenince özgür kalıp, her şeye yeniden başlayacağımı düşünüyordum belki… Şimdi hatırlayamıyorum. Yaşlılık hali, pek çok şeyi unutuyorsun. Unutmak işime geliyor belki de. Belki de o şarapçının dediği gibi. Şişeye başladığımı biliyordum, o son yudumu da biliyordum. Sonunda ağzımda hep buruk bir tat kalıyordu ama en önemli olanı, o arada ne içtiğimi hep atlıyordum. O buruk tadın ne olduğunu hatırlamak istiyordum. Zamanla bir sürü evsiz, tinerci, balici, bağımlı tanıdım. Hepsi de ne içiyorsa kaçmak için içiyordu. Bense hatırlamak için.

Şimdilerde, ‘Boş ver be’ diyorum. Badeden çekiyorum bir yudum, ‘Ohh bee dünya buymuş!’ diyorum. Damarlarıma İsa’nın kanını pompalıyor kalbim. Daha ne olsun? Belânı mı istiyorsun, diye kızıyorum kendime” dedi ve bir yudum daha çekti şişesinden. Beyaz sakallarının üzerine şarabın kırmızısı sızdı dudaklarının arasından. Koluyla ağzını sildikten sonra “İşte hepsi bu kadar delikanlı” dedi. “Bir hikâye istedin ama bir bunağın saçmalıklarını dinledin. Her şarapçı, acının keskisiyle yontulup bilge olacak değil ya. E hayat dediğin heykeltıraş, Rodin, Mikelanj ya da Bernini denen puştlar kadar yetenekli de değil. Bazen benimki gibi saçma sapan heykeller de yontabiliyor, artık kısmetine ne çıkarsa.”

“Anlıyorum” dedim kolpadan. Bir şey anladığım yoktu ama şarapçının muhabbeti cıvıtmasının an meselesi olduğunu biliyordum. Duyacağımı duymuştum zaten. Hayat, yudumladığım bir şişe şaraptı. Bordoeux ya da köpek öldüren, ne fark ederdi yanında bir muhabbet ortağı ya da ileriye bırakacak bir anın olmadıktan sonra? Sonrası zaten inkırazdı. Hayatına ne bir şahit ne de bir ortak tutmadan çekip gitmek. Geleceğe, bugünü yaşadığına dair bir belirti bırakmamak… Yaşadığını sandığın zamanların, damağında bıraktığı kekremsi tatla gitmek… Şarapçı’nın hayatı buydu. Verdiği aldığı ne varsa artık gölge bile değildi. O herkesten bir adım öne geçmeyi başarmıştı. Unutacak bir şeyi kalmayanların safında, geçmişi temize çekilenlerdendi.

O ara, elimden yükselen dumanı gördüm. Koca bir üçlü yanıyordu parmaklarımın arasında. Oysa içtiğimin farkında bile değildim.

“Vedalaş artık” dedi motorcu “İstasyon olma.”

Elimdekini Motorcu’ya uzattım. Alıp, deriiiiiiin bir nefes çekti. Üflediği duman, odanın tavanında bir perde oluşturacak kadar demliydi. Thomas’a uzattı. “Çek” dedi. Thomas ikiletmeden alıp derin bir nefes çekti cıgaradan. Ardından bir nefes daha çekip, gözlerini tavanda sabit bir noktaya dikti ve donup kaldı öylece. Tam eleman tribe girdi diye düşünecekken kafamın içinde bir ses yankılandı:

“Tüm güneylilerin amına koyayım!”

Hepimiz aynı anda dönüp Thomas’a baktık. Gözleri hâlâ tavanda çakılıydı. Bir zamanlar beyaz olan ama kullanılmaktan hırpalanmış keten gömleği terden sırılsıklam olmuştu. Birden rüya mı, gerçek mi olduğunu bilemediğimiz görüntüler gelmeye başladı zihinlerimizin içine. Karmakarışıktı, hızlı çekimle geriye sarar gibi, neler olduğunu anlayamadığımız görüntüler. Görüntüler, zihnimize akarken, bir sürü duygu da beraberinde geliyordu. Korku, nefret, sevgi, merhamet, kin ve bir sürü farklı ara tonda duygu daha. Göz açıp kapayana kadar geçen bir süre içinde zihinlerimizdeki görüntüler yavaşça berraklaşmaya başladı.

Bu, Thomas’ın hikâyesiydi.

Doğup, büyüdüğü güneyli çiftliği gösteriyordu bize, köle olarak doğmasını ve yaşayamadığı çocukluğunun öyküsünü. Annesinin, gözünün önünde kırbaçlanmasını, çiftliğin kâhyasınca defalarca tecavüze uğramasını ve içinde biriken öfkeyi… Ardından, on altısına geldiğinde başka bir toprak sahibine satılmasını, orada her Allah’ın günü yediği dayakları, arkadaşlarının bu zulümden kaçarken yakalanıp katledilmelerini ve biriktirdiği öfkenin katlanmasını… Ne varsa seyrettirdi.

Yirmili yaşlarında ilk defa bir kadını sevmesini, toprak sahibinden gizli evlenmeleri ve karısının gebeliği yüzünden toprak sahibi tarafından öldürülmesini de izletti.

Hepsi iğrenç bir Hollywood senaryosuna benzese de bıçak kadar keskin ve buz gibi soğuk bir gerçekti. Sırtındaki kırbaç izlerinin her biri, aldığı her ceza, yaşadığı her an gerçekti. O anları her birimize zorla deneyimletirken, o anlara dair hissettiği her duyguyu da yüklemişti içimize. Sadece kendimizinkiler değil, bir de onun hissettikleri vardı artık benliğimizde. Korkunç kelimesi hafif kalırdı hissettiklerimizin yanında.
 

* * *

 
Güneşli bir gün, diğer kölelere özgürlük için uzun bir nutuk çekerken bulduk bir anda onu karşımızda. Motorcu, Kızılderili, Şarapçı ve ben, diğer kölelerin arasındaydık. Birbirimizden başka bizi gören hiç kimse yoktu. Kapalı tutuldukları ahırdan bozma barakanın içine, güneşle birlikte giren sinekler doluşmuştu. Ağır bir ter ve idrar kokusu vardı içeride. Genzimizi yakacak kadar ağır olan bu kokunun kaynağı, barakanın yanındaki ilkel tuvaletti. Çiftlik sahibi, onları insan olarak görmüyordu. Sahiplerine bağlı olmaları gereken siyah köpeklerdi her biri. Onlara verdiği yemeklerle, çiftliğin köpeklerinin aynı kaptan beslenmelerinin nedeni de buydu. O köpekler, aynı zamanda çiftlikten kaçan bir köle olduğunda, peşlerine takılmaları için özel olarak eğitilmişlerdi. İz sürme konusunda hassas burunları vardı. Üstelik zenciler gibi kaçmaya meyilli de değillerdi. Köleler için, yedikleri bu yemekler, çiftliğin sahibine göre oldukça lüks sayılırdı. Bu yüzden, hasat zamanı geldiğinde, bu yemekleri hak etmeleri için, bazen on beş bazen on altı saat durmaksızın çalışmaları gerekiyordu. Aksi takdirde sırtlarında meşin kırbaçların acımasız seslerini hissediyorlardı.

Diğer kölelere isyanı öneriyordu Thomas. Çalıştıkları koşullar altında zaten birkaç yıla kalmaz ölecekleri kesindi. Yaşlanmaya başladıklarında, yaşlı atlara ve köpeklere ne yapılıyorsa aynısı yapılacaktı onlara da. Bu şekilde devam etmeyecekti. Ölseler bile, köpeklerden daha kutsal bir neden uğruna öleceklerdi. Böyle her gün daha da köpekleşerek değil.

Birkaç dakika sonra, tüm köleler, onun verdiği gazla bulundukları yerden çıkıp önce kâhyayı öldürdüler ve sonra gidip çiftlik sahibini aramaya koyuldular.

Çiftlik sahibi ise tedbirliydi. Bu gibi durumlara hazırlıklı olduğu için evin altından ana yola kadar uzanan bir tünelden gidip çoktan kasabaya ulaşmıştı.

Aynı günün akşamında, Thomas ve arkadaşları yakalanıp bir sürü işkenceden geçirildiler. Kırbaçla kara derilerinde onanmaz yaralar açıldı. Kimi köpeklere parçalattırıldı, kimi ağaçlara asıldı. Her birini birer birer izlettiler Thomas’a. Sonra onu da bir ağaca bağladılar. Önce dilini çekip kestiler bir daha konuşmaması için. Bunu, bizzat çiftlik sahibi yapmıştı. Oluk oluk acı fışkırıyordu ağzından. Sesi, kanla birlikte toprağa damlıyordu artık.

Acısını daha da arttırmak için ağzına tuzlu suyla ıslatılmış bir bez sokup bağladılar. Kendinden geçip, acıyı unutmak istiyordu Thomas ama bünyesi tahmin ettiğinden daha sağlam olduğu için bir türlü kendinden geçemiyordu. İçindeki çaresizliğin, nefretin ve korkunun yarattığı tüm etki bizim de içimizdeydi artık, acıdan kıvranıyorduk odanın içinde.

O ara gözüme bir şey takıldı. Çiftlik sahibi, öldürülen kâhyanın on sekizlik oğlu Tim’in eline ucunda kancalar olan bir kırbaç verdi. Boylu poslu olmasa da gücü yerinde bir çocuktu Tim. Babasından sonra gelecek olan ikinci kâhya olarak acımasızca yetiştirilmişti. İnsanlığa dair tek bir duygu kalmamıştı içinde. Merhamet, sevgi ve benzeri duyguları alınmış, çiftliğin köpeklerinden bir farkı kalmamıştı.

Tim, Thomas’ın sırtında neredeyse tek bir deri parçası kalmayana kadar devam etti işkencesine. Babasının ölümüne bir gram bile üzülmüyordu aslında. Onu asıl kızdıran, kölelerin, bir başka kölenin sözlerine biat etmeleriydi. Biat ettikleri köle olan Thomas’a vururken, herhangi bir kadının, halısını asıp temizlerken hissettiklerinden farklı bir şey hissedemiyordu.

Nihayet her yer kararıp tekrar aydınlandığında tüm görüntüler sona ermişti. Thomas’ın hikâyesini artık öğrenmiştik.

Uzunca bir süre siyah duvarlar ve siyah tavanlar dışında bir yerlere bakamadık. Ta ki Thomas’ın sesi yine içimizde duyulana kadar:

“Sizi üzmek istemezdim” dedi Thomas. “Yaşayabileceğim en güzel zamanları sayenizde yaşarken ve üstelik bedenen bile var olmamışken…” başını suçlu bir çocuk gibi önüne eğip “Üzdüm sizi” dedi.

“Sorun değil” dedi Şarapçı. Bu tanrı dediğin şeyin adaletinin olmadığını herkes bilir. Kötülerin kazanması bu dünyanın âdetidir. Di mi Kızılderili?” diye Kızılderili’ye pasladı lâfı.

Kızılderili ona bakıp “O-hooo… gece gece kastınız. Bu beyazların âdetidir zaten. Toprağını çal, insanını köle yap. Bizim durumumuz Meksikalılarla zencilerin arasında bir yerde onların gözünde. Şu sıralarda da otantik kilim, battaniye falan satıyormuş bizim torunlar. Cesur savaşçılar, kabile liderleri, hepsi geçmişte yaşanmış, bitmiş. Bu Thomas’ı da kafayı dağıtsın artık diye buldum getirdim yanımda ama hâlâ kafa o zamanlarda kalmış.”

Thomas’ın elinde kalan üçlüyü alıp bir nefes çekip bana uzatırken “Bu çocuğun işi zor” dedi Thomas’ı kastederek. “İki fırttan sonra kafamızı böyle siktiğine göre, gecenin devamında dikkatli olmak lâzım” dedi sırıtarak.

“Siktir et be Thomas” dedim üçlüyü kırarken.

“Kızılderili haklı aslında, bir zamandan sonra kafaya takmayacaksın. Gençliğine yazık oğlum” Thomas’ın gözleri hâlâ tavanda çakıldıkları noktadaydı. Tribin kralını yaşıyordu.

Bir ara kolumun altında bir kıpırdanma hissedip reflex olarak yukarı kaldırdım. “Bu ney lan?” diye üç buçuk şiddetinde bir adrenalin patlaması yaşattı bana.

“Hav” dedi kolumun altındaki.

“..nanıskm” diye bağırdım. Kuçu ibnesiydi gelen. Kolumun altına sığışıp başını dizimin üzerine yatırdı. Okşamamı bekliyordu. Her zamanki gibi kayıtsız kalamadım. İçimdeki insanlığa küfredip tekmelemek yerine okşamaya başladım.

“Çok seviyor seni” dedi motorcu.

Dedim: “Nerden anladın?”

Dedi ki: “Yürekten sevenler birbirlerini rüyalarında bile takip eder.”

Dedim ki: “Goy goy yapma motorcu. Anlatacağın bir şeyler varsa anlat da siktirip gidelim buradan. Darlandım lan!”

“Ben de” dedi Şarapçı elindeki boş şişeyi gösterip.

“Üh be ne ara bitirdin ülen” dedi Kızılderili.

Dedim ki: “Kızılderili sen İzmirli misin?”

“Yok be bilader ama işte bir ara oralarda da takılmıştım. Senden şizo olmasın, başka birinin sanrısıydım o zamanlar. O da bir gün kafaya sıkınca boşa düştüm.”

“Kafa hepten gitti bunun” dedi şarapçı.

“Al” dedi yırtık pırtık paltosunun cebinden çıkardığı cep şişesini Kızılderili’ye uzatırken. “İç” dedi “Biraz açılırsın.”

Kızılderili kaymaya başlayan gözleriyle: “Siktir len” dedi.

Hepimiz anladık söylediğini, hatta kuçu bile.

Dedim ki: “Kızılderili akıllı ol. İçince sapıtacağını bilsem hiç içirmezdim sana. İzmirli metaforunu anladım. Zenciler, köpekler, Kızılderililer ve İzmirliler, diğer insanlardan özür istemekte haklı. Tamam ama daha kaç çeşit öteki var sen biliyor musun bu dünyada? Bir kere azınlıksan ya da çoğunluktan farklıysan, yaraklardasın oğlum. Yaz bunu kafaya bir kere. İnsan olmak dünyada bir başına yetmiyor. Kadın olabilirsin, travesti olabilirsin, lezbiyen olabilirsin bin bir türlü öteki var. Benim gibi delinin teki de olabilirdin, kafasının içinde elli kişi sana ‘Beni de yazsana lan, beni niye yazmıyorsun?’ diye mobbing de yapabilirdi. O zaman ne bok yiyecektin? Hayatı ötekilerle müthiş bir puzzle olarak görüp kabullenmek yerine, parçalardan biri olmakla yetinen yetersiz bir mal olmak daha mı güzel? Hep beraber sızlanalım mı amına koyayım? Hayat lan bu… Sen olmasan, diğerleri olmasa nasıl çoğalacaktım bir başıma?

Tanrı, herkesin yerine bir zar attı ve tuttu. Akıl edemediği tek şey, yarattığı aklın, bir gün onu sorgulayacağıydı. Bu ölüm gibi değiştirilemez bir gerçekti. Nietzsche’nin söylediği şeyler bir bakıma doğruydu ama eksikti. Tanrıyı öldürmedi insan. Onu da ötekileştirdi. Herkesin inandığı değil, tuttuğu bir tanrısı var artık. Dejenere olmuş biri. Ortaya çıkıp dese ki ‘Ne saçmalıyorsunuz oğlum, sizi ben yarattım! Birbirinizi öldürmekten vazgeçin artık!’ ilk öldürülen kendisi olurdu inan ki.”

“Sıkar biraz” dedi o saate kadar sessiz duran motorcu. “Şu elindekini versene” dedi üçlüyü kast ederek. Gayrı ihtiyarî uzattım ona. Arka arkaya üç derin nefes çekti cıgaradan. Ardından: “Allah’ın hakkı üçtür” gibi saçma bir espri yaptığını sandı kendince.

Dedim ki: “Motorcu sen de akıllı ol, şimdiden söyleyeyim sapıtacaksan içme şu zıkkımı.”

“İçsem ne olur ki? Yarattıklarımla karşılıklı iki üçlü kırmışım fena mı?”

“Bu da gitti” dedi şarapçı.

O sırada havadaki duman deryasının içine iki elini sokup dumanı ortadan ikiye ayırmaya çalıştığını gördüm.

“Ne yapıyorsun Motorcu? Kızıldeniz kesmedi mi?”

“Sen karışma işime” dedi ters ters. Biraz daha uğraştı ama bir şeye yaramadı bu uğraş.

“Eskiden denizleri ikiye bölerdim ama şimdi, bir dumanı bile ayıramıyorum” diye hüzünlendi.

“Tüm güneylilerin anasını sikiyim!” diye çınladı bir kez daha Thomas. Gözleri hâlâ tavanda, düşünceleriyse kafamızın içindeydi.

“Bu zaten gitmişti” dedi şarapçı.

“Takılma” dedim Motorcu’ya “Olur böyle şeyler. Keşke cidden tanrı olsaydın da birkaç şey söyleyebilseydim. Bugüne kadar hep arkasından konuştum çünkü.”

“Anlat” dedi Motorcu.

“Ölmüş birine ne anlatayım ki?”

“Lan evlâdım tanrı ölmez saçmalama” dedi motorcu. Şefkati aşan bir sinir tonu sezinledim sesinde.

“Öldü çoktan” dedim. “Bosna’da öldü, Irak’ta öldü, Çin’de öldü, Nikaragua’da öldü, Kudüs’te öldü, Afrika’da öldü, Arabistan’da öldü, Asya’da, Amerika’da her yerde öldü. Savaşlarda ölen çocuklarla, elmas madeninde ölen Afrikalı işçilerle, erkeğinin bıçağını yiyen kadınlarla, teröristlerin saldırısıyla, eline silâh tutuşturulup uyuşturucu sattırılan küçük torbacılarıyla, kıyıda köşede kafa çekmek için nalbura deldiren tinercileriyle, yurtlarda tecavüz edilen çocuklarla, fahişelikten başka seçeneği olmayan ve bıçaklanıp yol kenarına atılan travestileriyle, soğuktan ya da açlıktan ölen bebeklerle öldü. Sırf mezhebi yüzünden anasının rahmini parçalayan kurşunla can veren çocuklarla öldü. Yarattığını söylediği insanın elleriyle öldü o. Kötülerin iyilere, güçlülerin güçsüzlere her gün çektirdiği eziyetlerle öldü. Onu görürsen de ki boşu boşuna bir cennet yaratmak için uğraşmasın. Bir deli bile bunun gereksizliğinin farkında. Evet! Aynen bunları söyle ona.”

“Kızgınlığın ondan çok insanlara evlât… Söylediklerinin hiçbirini o yapmadı. Hür iradesi olan insanların suçlarını ona yıkamazsın.”

Dedim ki Motorcu’ya “Seni ben yarattım, bunu ikimiz de biliyoruz. Senin eline bir Smith Wesson verip kafamı dağıt desem yapamazsın. İzin vermem. Sadece bana değil, bir sürü sanrıma, bir iğne bile batıramazsın.”

Sözlerimin ardından odada kovboy elbiseli, genç bir adam belirdi. Billy the Kid’ti gelen. “Beni de yaz“ diye mobbing yapan karakterlerden biri.

“Getir Billy” dedim belindeki silâhı kastederek.

“Getirdim abi. Beni de kadroya dâhil ettiğin için sağol abi. Abi hazır gelmişken bir isteğim olacak, buradan öteki taraftaki akrabalara bir selâm söyleyebilir miyim abi?”

“Oğlum bak git, zaten sinirliyim.”

“Abi çok kısa bak, buradan…”

“Billy, sikicem belânı, silâhı ver beyazlı amcaya” diyerek Motorcu’yu gösterdim.

Billy “Abi veriyorum ama bak bu SmithWesson No:3, bi’ sakata gelmeyelim” dedi silâhı Motorcu’ya uzatırken.

“Korkma lan bir şey yapamayacağını göstermek için verdim silâhı” dedim Billy’e.

Ardından Motorcu’ya dönüp:

“Aha da karşında vahşî batının efsane suçlusu Billy the Kid. Sık bakalım sıkabilecek misin?”

Motorcu hiç düşünmeden çekti tetiği. Kulakları sağır eden bir gürültüyle ateş aldı silâh. Billy yere devrildi. Beyni odadaki herkesin üzerine saçılmıştı. Hepsi üstünü başını silme gayretine girişmişken şaşkın Motorcu’ya:

“Aferin Motorcu, bak demek ki neymiş?”

Şaşkın şaşkın suratıma bakıyordu odadakiler.

“Neymiş?” dedi Motorcu.

“Çehov haklıymış. ‘Bir sahnede bir silâh varsa o silâh mutlaka patlar’ demiş zamanında çünkü. Nedensiz sonuç olmaz. Uzun zamandır beynimi iğfal ediyordu ısrarcı piç. Fırsat kolluyordum zaten. İsabet oldu.”

“Hani kimseye zarar veremezdim?”diye sordu Motorcu.

“Ben istemedikçe dedim sana” diye ekledim. “Ben istediğim için yaptın bunu. Bu eleman zaten katildi. O zaman da biri vurmuştu bunu ve zaten ölüydü ama epeydir bilinçaltımdan çıkıp kafasına göre takılmak, çete falan kurmak peşindeydi yine. Eğer bir şekilde dışarı çıkmış olsaydı tekrar sıkıntı yaratabilirdi. Ölmesi herkes için iyi oldu. Hem böylelikle gördün işte. Bir suçlunun basit hayaline bile katlanamıyorum. Duyarlılık değil, bir çeşit adalet refleksi bu. Her yaratıcı da olması gereken bir şey… Hiçbir suçun karşılıksız kalmaması en azından.”

Aklıma o an Dostoyevski geldi.

“Raskalnikov’u düşün. Yanlışı karşısında kendine karşı bile acımasız olabilmeyi becerebilecek bir vicdana sahipti. Oysa sonuçta Dosto’nun hayal gücünün bir ürünüydü o da. Tanrı ya da adına her ne dersen, kendisine inanılıp ibadet edilmesinden keyif almak dışında insanlığa verdiği zulüm ve acılara kayıtsızlık dışında ne oldu? Aslına bakarsan tanrıyı insanlar öldürmedi. O, bu kayıtsızlığıyla kendi kendini öldürdü. Yarattıklarına yasakladığı intiharını kendi kayıtsızlığıyla gerçekleştirdi.”

Hepsi şaşkın gözlerle bana bakıyordu. Devam ettim:

“Bosnalı binlerce kadın ve çocuk, Sırplar tarafından öldürüldükten sonra onlara verilen cezanın ne anlamı kalıyor? Hitlerin öldürdüğü milyonlarca masum Yahudi ya da sözde Müslüman teröristlerin kıydıkları yüz binlerce insan, buna sebep olanlar ortadan kaldırıldıktan sonra geri mi geldi? Didaktik olmayı sevmem ama ibret verici olmadıktan sonra hiçbir ceza hiçbir suçun karşılığı olamaz. Hiçbir ceza, işlenen suçta zarar gören bir canlının hayatını, suç işlenmeden önceki hayatına geri çeviremez.

İlâhî bir adaletten söz edebilmek için, ilâhî olan bir şeylerin olması gerekir. Çocuklara sıkılan kurşunun havada bir anda durması, bir katilin işleyeceği cinayeti önceden bilip kendini imha etmesi gibi. Tanrı’nın mucizesi bunlardır. Ölen kuşu diriltmek, denizleri ikiye ayırmak, uçmak, kaçmak, suda yürümek mucize değildir. Mucize dediğin bu dünyada bir tek kişinin zarar görmeden yaşayacağını bilerek uyandığı mutlu bir günü yaratabilmektir, bunu yapamayan tanrının tanrılığından söz edilebilir mi? Kısaca tanrı lâfıyla gelme yanıma.”

Odaya sözlerimle birlikte çöken kurşun gibi ağırlığı dağıtmak istedim:

“Üçlüden de fazladan çektiğin nefes gözümden kaçmadı değil. Yandakine devam et de neşemize bakalım.”

Motorcu gülümseyerek üçlüden bir nefes daha çekip elindeki silâhın namlusunu şakağına dayadı ve BUMM!

İkinci defa kulak zarımdaki basınçtan rahatsız oldum. Bembeyaz saçları, sakalı ve elbisesi, artık kıpkırmızı olmuştu. Düşünceleri, hayalleri ve onu Motorcu yapan her neyse artık duvarlara yapışmıştı. Şakağında oluşan çukurdan ve merminin çıktığı yerde akan kandan tiksinmiştim. Thomas ve Kılderili’yle birlikte Billy ve Motorcu’nun bedenlerini odanın bir kenarına koyduk. Şarapçı olan biteni izlemek dışında tek bir cümleyle olanları özetledi:

“İyi oldu bak bu. Muhabbeti bok edecekti dursaydı.”

“Versene” dedim elindeki şarap şişesini gösterip. Uzattı şişeyi, tepeme dikip, her şeyi hatırlamak için içen şarapçıya saygı duydum. Hayatımda içtiğim en tatsız ve koyu kıvamdaki şeydi çünkü.

“Kan gibi lan bu” dedim yüzümü buruşturarak.

“İsa’nın kanı diyorum ya sabahtan beri, biraz daha çek, sağlam kafa yapar” dedi sakallarının altından gülümseyerek. Hep birlikte güldük bu sözüne. Kuçu’yla birlikte cesetlerin karşısındaki duvarın önüne oturup onlara bakmaya başladık. Başım ağrımaya başlamıştı artık. Gözleri kaymaya başlamış Kızılderili cesetlere bakarak:

“Hep o son fırt yüzünden” dedi sakince.

“Bu defa katılıyorum sana tüylü dostum” dedim ve “Şimdi ne olacak?” diye ekledim.

“Hayat devam edecek” dedi Kızılderili. “Sen saçma sanrılar göreceksin yine, arada sırada kadınlarla yatıp kalkmayı sürdüreceksin. Ben yine seni delirteceğim arada bir. Thomas sessiz sedasız takılacak aramızda, Şarapçı ara sıra ‘İsa’nın kanı’nı paylaştıracak bize, Kuçu yine kafasına göre takılacak, yine rutini yaşamaya ve herkes gibi bu kadar bir hücrenin içine hapse devam edeceğiz. İnancını yitirene kadar böyle devam edecek bu.”

“Sonra ne olacak?” diye sordum. Kuçu yine yanıma sokulmuş, başını okşuyordum.

“Sonrasını daha yazmadın” dedi şarapçı. Ağzının yerini ancak şişeden bir yudum aldığında anlıyordum. Sakallarının arasında kaybolmuş bir delikti ağzı. Ona bakıp güldüm öylesine.

“Gidelim o halde” dedim Kızılderili’ye dönüp. Kızılderili çoktan çubuğunu körüklemeye başlamıştı bile.
 

* * *

 
Öğlene doğru uyandığımda, kadın hâlâ yataktaydı. İyi uyuyordu anlaşılan. Yılın ilk karı, pencerelerin kenarlarında birikmiş, gün ışığının beyazını sızdırıyordu içeri. Gündüzleri yaşamaya alışık olmadığımdan uzun zamandır görmediğim bir manzara olarak karşıladım bu görüntüyü.

Sessizliğin ortasında, karşı duvarın zeminle birleştiği köşede gezinip, yiyecek peşinde koşan hamamböceğine kaydı gözüm bir anda. Tanıdık bir simaydı.

“Günaydın Gregor” dedim.

“Günaydın ağabey, rahatına bak sen. Üç beş kırıntı var mı diye bakmıştım sadece, soğuk da zaten. Evime geri dönüyorum. Yatağım hâlâ sıcakken biraz daha yatayım. Görüşürüz sonra.”

“Görüşürüz!” diye karşılık verdim.

“Kime dedin” diye sordu kız gözleri yarı baygın.

“Gregor” dedim. “Üst kat komşum. Sabah işe gidecek ya kahvaltı için gelmiş olmalı.”

“Sarılsana” dedi. “Ev buz gibi, üşüyorum.”

Sımsıkı sarıldım ona. İki çıplak bir yatağa yakışırmış hesabı. Nefeslerimizin buğusu, camlardan akarken, dışarıda milyarlarca insan, çılgınca yazılmış bir senaryonun içinde kendi rollerini yazan bir yazarın olmasının ümidiyle hayatlarına devam ediyordu.

Olanlardan habersiz bir kar tanesi, yere düştüğüne en çok sevinenlerin, ertesi sabah onu bir kardan adamın parçası yapacak çocuklar olduğunu bilmeden, döne döne bir yazıcının diline doğru inmeye başlamıştı.
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan