Karşı Duvarın Yazıcısı

Sanrıça

19 Şubat 2024

Öykü: Sanrıça | Yazan: M. Gökhan Üvez

Gitti. Geldiğinden daha hızlı olmadı bu gidişi. Kırk yedi saat, on sekiz dakika ve kırk dört saniye saymıştım gelmesi için. Beş başıma bir şeyler doğurabilmesi için ıkındırdığım beynimi besleyen tüm damarlar, şakaklarımdan dışarı çıkacak kadar zorlamaya başlamış, bilgisayar ekranının ışığı gözlerimden girip ensemden çıkan iki çiviye evrilmişti. Kafam artık çatlasın da rahata kavuşayım diye düşünürken şakaklarımda gezen sihirli parmaklarını hissetmiştim. Bizzat sanrıçaydı parmakların sahibi. Çalışma masamda beliren altından kadehi gösterip “İç” dedi. Çaresizce kadehi elime alıp dudaklarıma götürmüştüm ki arkamdan gelen bir ses “Dur” dedi. Bu sesi kırk yıla yakındır tanıyordum. Pes tonda ve duyduğumda irrite olduğum bir sesti, kendi sesimdi. Dönüp kendime baktım.

“İçme la! Ya zehir falansa?” dedi küçük şüpheci gözlerimle.

“Siktir lan!” dedi yanımda beliren diğer kendim. Bir anda odada dört kişi oluvermiştik.

“İçersem en fazla ölürüm, o da umurumda değil” diyerek ikisinin şerefine kaldırdım kadehi. Sanrıçanın kadehi tepeme diktiğimdeki bakışları, bilgisayar ekranının ışıklarından daha delici ve çekiciydi.

“Şarap la bu!” dedik üçümüz aynı anda.

Sanrıça gülümseyerek “Ne bekliyordun ki?” diye sordu.

Ansızın garip bir baş dönmesi gelip İskender’in Gordion düğümünün kesmesi gibi kesti başımın ağrısını. Artık yalnızca tatlı bir sızıydı hissedebildiğim.

“Şarap” dedi sanrıça, “sihirlidir. Çok severim.”

Cümlesinin ardından kadehi elimden çekip bir yudum aldı. Sonra, usulca masamın üzerine bıraktı. Merakla ne yapacağını izliyordum. Şarabı, ağzında şöyle bir dolaştırıp dudaklarını dudaklarıma dayadı. Ağzında ılıttığı şarabı, dudaklarımın arasından yavaşça ağzıma boşalttı. Sertleştiğimi hissedebiliyordum. Ağzımızdaki şarap bittiğinde dudaklarını dudaklarımdan ayırmadı. Gözlerimi kapamış, son darbeyi bekleyen Hektor gibi kalakalmıştım öylece. Sanrıçanın dudaklarındaki ve dilindeki mayhoş şarap tadını ve kokusunu hâlâ alabiliyordum. “Achille beni öldürmekten vazgeçmiş olmalı” diye düşündüm. Düşüncelerime sirayet eden sesiyle “Bana odaklan sadece” dediğini duydum sanrıçanın.

Dediğini yapıp kendimi ona bıraktım. Yumuşak elleri saçlarımın arasından yanaklarıma kayan tatlı bir bahar gezisine çıkmıştı. Sahibinden tırnaklarını gizleyen bir kedinin patileri kadar yumuşaktı elleri. Dokunuşlarıyla kendimden geçerken gözlerimi aralayıp odada ikimizden başka biri olup olmadığını kontrol ettim. Diğer ben’ler defolup gitmişti. Sanrıçayla başbaşaydık yine. Dudakları, üzerinde kalan son katre şarabı da dilime damlattıktan sonra boynuma, kulaklarıma ve göğsüme doğru seyahatine devam etti. En hassas noktamda yaklaşık yarım saat oyalandıktan sonra sanrıçanın dudakları tatmak istediği iksire kavuştu. Bir volkandan boşalan lavların yakıcılığıyla dökülmüştüm dudaklarına. O an, ruhum dâhil ne varsa çekip alabilirdi benden kalan ne varsa.

Başım dönmeye devam ediyordu. O ise dizlerimin dibine oturup başını bacaklarıma yatırmış, elleriyle baldırlarımı okşuyordu. Sessizliğinin bacaklarımdan ruhuma akışını hissedebiliyordum. O an kafamın içinde çakan kelime “sessizlik” oldu. Bir ölünün verdiği son nefes sonrası gibi sessizliğe bürünmeye başladı ortalık. Şakaklarımda dolaşan parmaklarının verdiği huzuru düşündüm bir an. İsteğim tüm insanlığın tarihin başından beri aradığı şeylerle aynıydı: Huzur. Yorgun gözlerim kendiliğinden kapanmıştı. Sadece sessizliğe odaklanmıştım. Kulaklarım oluşabilecek en küçük çıtırtıyı duymak üzere programlansa da gözlerim koyu karanlığın dışında bir şey görmüyordu artık.

Bir belgeselde “Uzayın yüzde doksan dokuzu boşluktan oluşur” demişti bir bilim adamı. Zihnimin içi uzaydı. Yüzde birlik alanı dolduran her şeyse sanrıça… Ve sonsuzluk kadar uzun gelen bir süre sonunda konuşabildiğimi de fark ettim. Boğazımdan hırıltıya benzer bir ses çıktı önce. Ardından bu hırıltılar sese ve anlamlı kelimelere dönüşüverdi.

“Çok güzeldi” diyebildim sadece. Bildiğimiz evrendeki bildiğimiz lisanın yetersizliği gibi bir şeydi bu iki kelimelik cümle. Ama hangi cümle, bir duyguyu anlatmaya yetmişti ki bugüne kadar?

“Gitmem gerek” dedi.

“Kalsan daha iyi olur” diye karşıladım. Işıksızlığıma diktiği ela gözleri karanlığımı aydınlatıp “Sonrasında gelebilmem için gitmeliyim” dedi.

“Sen benim sanrımsın, zihnimden ya da bilinçaltımdan başka nereye gidebilirsin ki?” dedim.

“Bunu sen bilemezsin” dedi. Cümlesi bittiğinde gözlerinden iki inci damladı, beton zemin çatladı ve bildiğimiz evren oluştu. Kozmik ışımalar, büyük bulutsular, yıldızlar ve ardından gezegenler meydana geldi. Dünya gibi yaşama elverişli gezegenler, yıldızlarının etrafındaki yörüngelere yerleşip o gözyaşından sıçrayan hayat parçalarıyla okyanusları oluşturdular. Ardından, yaşam ölüme galip gelene dek savaşan canlılar türedi. Bir deli, bir kuyuya bir taş attı ve sanrıçam son defa gözlerime bakıp “Beni bu kadar büyütme gözünde” dedi. “Sonuçta sadece bir hayalim ben. Güzel ve hoş bir seda bile bırakamayacak bir hayal.”

“Aşk, bir hayal değil midir zaten?” diye sordum. “Bir hayali yaşatıp içinde nefessizlikten boğulana kadar kalmak istediğimiz bir okyanus ya da?”

“Kelimeleri oyuncak yapmış bir çocuksun sadece” dedi bana şefkatlice. “Her oyunda aslında kendini yendiğini biliyorsun, bense zaten sen olduğum sürece gözünün önünde olmamın bir önemi yok. Kalbinin her çarpışında seninleyim. Bunu anlamamak için kendinle giriştiğin mücadeleyi bıraktığında sonsuza kadar birlikte olacağız.”

Sustum. Benimle birlikte o da sustu, içinde olduğumuz oda sustu, odayı aydınlatan solgun sarı ışık sustu, sokaklar, caddeler, kentler ve evren sustu. Yalnızca ben kaldım yine gittiğinde. Bırakıp gittiği yalnızlığıma bakıp derin bir iç geçirdim. Yalnızlığım, “sus” dedi. “Tek kelime etme” sonra o da gitti. Bir başıma kaldığımı düşünürken ağlak pes tonuyla kendilerim belirdi etrafımda. Kaç tane olduklarını sayamadım. Her biri paralel bir evrenden misafir olmuş gibi değişik ve saçmaydı. Delilikleri dışında ortak tek bir noktaları yoktu. Bu kadar ben’in nasıl bir araya geldiğini anlamayı bırakmıştım.

Sanrıçanın sessizliğinin büyüsünü bozan her bir beni karşıma alıp tek tek konuştum onlarla, çocuk ben mızıldadı, erişkin bense bana adam olma öğütleri verdi, bir başkası; “Aşk meşk yalan oğlum” dedi, “Hayat boş, pompala coş” klişesini sokuşturdu araya, ben’lerden en aklı başında olanı duygularımı fizyoloji ile tarif etmeye kalktı. Ayağa kalktım; ellerimi başıma götürüp saçlarımı dağıttım. “Yeter!” diye bağırdım. “Defolun!”
Bir an için içine sıçtıkları sessizliğin geri geldiğini düşünerek sevindim. Başımda tatlı bir sarhoşluk, dudaklarımda sanrıçanın dudaklarından kalan şarabi bir tat vardı.

“Mutlu musun?” dedi Kızılderili.

“Yine mi sen lan?” dedim.

“Başkası yok ki” dedi gülümseyerek. “Yalnızlığından kafayı sıyıran senden başka kimse yok en azından.”

“Kızılderili bak git!” dedim. “Yalnız kalmak istiyorum. Bu kadar zor mu bunu anlamak?”

“Sen asla yalnız kalamazsın” dedi bana. “İçinde kalabalık besleyenler yalnızlığı bilemezler. Bu kalabalığına rağmen yalnızlığı ümit edecek kadar saf olduğuna inanamıyorum.”

Başını ümitsizce iki yana salladıktan sonra, “Hadi kalk giyin de çıkalım biraz” dedi. “Yaz yaklaştı, sabaha da daha var, açılırsın biraz. Zaten yapacağın başka bir şey de yok.”

Haklıydı. Uslu bir çocuk gibi söz dinleyerek kalktım ve üzerime bir hırka alıp dışarı çıktık. Uzaklaşmak istedikçe içine girdiğim şehrin tenha sokaklarını arşınladık. Birkaç sokak öteye vardığımızda köpek de takıldı peşimize; ardından Thomas ve diğerleri. Ben anlattıkça sayıları arttı, birkaç mahalle ötesine ulaştığımızda omzumdaki kepekler kadar çoğaldılar. Nihayet, ayyaşların, sallana sallana barlardan fışkıran müdavimlerin ve diğer toplum öğelerinin arasından sıyrılıp evime geri döndük. “Eylem” isminin çocuklara konmasının artık hoş karşılanmadığı bir ülkede, sessiz bir eylem yürüyüşüydü adeta yaşadığımız.

Kapıya geldiğimde Kızılderili’ye dönüp şükran dolu bir ifadeyle teşekkür ettim.

“Aşk” dedi “yaşamak içindir, üremek için değil. Bir sanrıyla bile olsa aşk aşktır. Kafanın içindeki karmaşayı umursamadığın zaman, kendi kendine sorduğun o büyük soruların cevaplarını da bulacaksın.”

Haklıydı, sessiz kalarak onayladım söylediklerini. Kapıyı açtım ve tüm sanrıları dışarıda bırakıp eve girdim. Sanrıça, masanın başında beni bekliyordu.

“Yaz” dedi eliyle klavyeyi göstererek. “Ben de sana kahve getireyim, iyi gelir.”

Yazdım… Üstü kapalı deliliğimi, sanrıçayı, diğer ben’leri ve geriye kalan ne varsa her şeyi yazdım. Ben yazarken, gece utanıp kaçtı, gün olanca pişkinliğiyle tan kızıllığının ardından doğmaya başladı, ülkenin birkaç yerinde birkaç kadın daha öldürüldü, bir sürü sarıklı piç, bir sürü çocuğa daha tecavüz etti, açlıkla terbiye edilen gece vardiyalı işçiler öldü, iç ülkemizin isyanları bastırıldı. Başka ülkelerde başka acılar yaşandı ve siyasiler uykularında tutmayacakları sözlerin rüyasını gördüler.

Sanrıça, tek kelime etmeden klavyede gezinen parmaklarımı seyrederken bir deli rüyasında bir kadın gördü; kadın ona aşk verdi; aşk bir kelebek oldu ve kelebek, beyaz bir kâğıda kondu, bir deli o kâğıda bir harf attı ve kırk akıllı çıkarmaya tevessül bile etmedi.

Muradına erilemeyen sonlara, çıkılamayan kerevetlere inat gülümsedim. Çünkü tüm çirkinliklere rağmen gülümsemek, devrimci olduğu kadar insanca bir eylemdi hâlâ. Gün başlıyor ve gerçeklerden dikili elbisem sanrıçanın elinde onu giyip işe gitmemi bekliyordu ve sanrıçanın getirdiği kahve, soğuk bakışlarla beni süzüyordu.
 
 
Adana,
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Metin Çoban 19 Şubat 2024 at 14:09

    Nasıl bir şarap la bu Gökhan 😃
    Absent falan olmasın gerçi onun rengi yeşil.
    Tribi de erken bitti, sokağa çıkmayacaksın öyle. 👍
    Kalem elinde istediğin gibi getireblirsin Sanrıçaları ama sanrıçalar yerine ismi Eylem olan hanımlar da gelmeli beyninin kenarına köşesine, o zaman gülmek Eylem’le devrimci bir hareket olacaktır ✌️
     
    Yazını beğendim, kalemine sağlık.

  • Yanıtla Emine Öztürk 19 Şubat 2024 at 17:40

    Tek bir kelime, yazmak istedim;
    MUAZZAM. 💯

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan