Karşı Duvarın Yazıcısı

Tank | 7

26 Haziran 2023

Öykü: Tank | 7 | Yazan: M. Gökhan Üvez

 

İndeks

Tank | Bölüm 1
Tank | Bölüm 2
Tank | Bölüm 3
Tank | Bölüm 4
Tank | Bölüm 5
Tank | Bölüm 6
Tank | Bölüm 7

 
Mahşeri bir trafiği yara yara şehirden çıkıyoruz. Ellerinde bayraklarla gözü dönmüş on binlerce insan âdeta memleketin kurtuluşunu kutluyor. Gülcemal’in arada bir “Şuradan…”, “Yok yok, öbür şuradan” gibi, düz ovadaki bir bordo berelinin bile yön duygularını alt üst edecek tarifleriyle bir yola ulaşıyoruz. Öğlen sıcağında çekilmeyecek bir sıcağın içinde kuzey ormanlarının içinden geçerek içine edip budanarak kesildiği ormanların tam yamacından bakan bir villâyı gösteriyor bana Gülcemal eliyle işaret ederek; “İşte bu ev.”

“Ne evi yenge? Bu resmen şato be!” diye atlıyor Ferit.

“Eminsin değil mi?” diye soruyorum Gülcemal’e. Gözlerini keskin bir bakış eşliğinde gözlerime dikip “Eminim ama içerde çok insan var” diyor.

“Çok derken? Ne kadar çok?”

“Çok işte. On kişinin üzerinde.”

“Aaa bak ama yenge olmadı… Tam sayı lâzım bize. Kankam tahminlerle uğraşmaz” diyor Ferit.

“Ferit ağzını yüzünü yırtmaadan kapa çeneni.”

“Sustum kanka.”

“Bana da kanka deyip durma.”

“Tamam kanka, ayıpsın.”

Ferit’e attığım bakış yeterli oluyor. Gülcemal bana bakarken zihnimin içinde gezindiğini hissedebiliyorum. Gözleriyle hafızamın içinde bir yerleri kurcalıyor sanki. Beynimin içinde öyle tatlı bir karıncalanma yaşıyorum ki içimden kahkaha atasım geliyor ama bastırıyorum. Gülcemal bana soracağım sorunun cevabını veriyor.

“Derman var içerde, yanında bir asker duruyor. Onların vakfının başkanı, bir vekil, emekli bir asker daha ve bir adam daha var içerde, iri yarı. O adamın dışında hepsini tanıyorum.”

“Nasıl?”

“Yurttan ve cemaatten tanıyorum hepsini. Birlikte olduğum her erkekten bir parça geçiyor bana. Öyle işte… Sadece görebiliyorum.”

“Oha!” diyor Ferit. “Nasıl yani?!”

“Ferit son defa söylüyorum; sus.”

Ferit cıvımayı bırakmış gibi arkasına yaslanıyor.

“Nasıl bir parça bu? Yani sana geçen” diye merakla soruyorum. Aslında asıl merak ettiğim onun için herhangi bir erkekten farkımın olup olmadığı.

“Bilmiyorum” diyor. “Biriyle beraber olduktan sonra yaşadığı acıları, sevinçleri ve bunun gibi her şeyi hissedebiliyorum. Ne kadar uzak olursa olsun. Uzakta olduklarında hissettiğim şeylerin şiddeti azalıyor içimde sadece. Ne kadar yakınlarsa o kadar şiddetli hissediyorum hepsini.”

“Ben…” diyecek oluyorum ama susturuyorum kendimi.

“Sen?”

“Ben, ne diyeceğimi bilemiyorum. Bunu daha önce söylememiştin bana.”

Susmakla yetiniyor.

Derin ve kısa bir sessizliğin ardından eve giden yola bakıyorum. Asfalt bir yol. Zemin el değmemiş denecek kadar taze. Etraftaki ağaçlar yolun üzerine doğru eğilmiş evi gizliyor gibi. Kafamda bir plân yapmaya çalışıyorum ama aklıma bir şey gelmiyor. Bazen plân yapmamak da bir plânın parçası olabilir diye geçiyor aklımdan. Arabayı eve doğru sürüyorum. Tosbağanın metalik motor sesi ağaçlıkların içinde eriyor.

Kapıya yaklaşırken tosbağanın sesini bile bastıran bir ses geliyor tepemizden. Bir helikopter. Kocaman bir helikopter, villânın bahçesine iniyor. “Bekle” diyor Gülcemal. Durup bekliyorum. Mavi gözlerini dikip bakıyor ileri doğru. “Helikoptere biniyorlar” diyor. Bir adam bekliyor helikopterde, onu tanımıyorum.”

“Ne yapacağız şimdi?” diyor Ferit. Gidip kendimizi mi öldürteceğiz?”

“Kes sesini lan!”

Beş dakika içinde helikopter üzerimizden geçiyor. Dönüp helikoptere bakıyoruz birlikte. Giderek uzaklaşmasını seyrediyoruz.

“Çok şükür” diyor Ferit. ”Hadi dönelim biz de.”

“O içerde” diyor Gülcemal.

“Kim?” diye atlıyoruz Ferit’le.

“Derman! O kalmış, yanındaki iri adamla birlikte.”

Arabayı vitese takıp tam gaz kapıya sürüyorum. İkinci vites, üçüncü vites ve kapı tam karşımda son sürat kapıya çarpıyorum. Kanatlı kapı ortasından patlıyor âdeta. Derman, içeri kaçıyor. Yanındaki adam şaşırmışa benzemiyor. Hızla belinden silâhını çıkarıp üzerimize saydırmaya başlıyor. Bir, iki, üç, dört… Elimle kızın başını bastırıyorum bir yandan, beş, altı, yedi, nereye gittiğimi bilemiyorum, sadece camların patlama sesi geliyor, üzerimize saçılan cam kırıkları bir de. Elimin üzerinde kırıklar. Sekiz, dokuz, on, on bir… Kaportayı delen kurşunların çıkardığı acayip sesler geliyor kulaklarıma. On iki, on üç ve büyük bir gürültüyle ön camın içeri göçtüğünü duyuyorum. Ardından derin bir sessizlik. Araba stop ediyor. Başımı kaldırdığım sırada yere kapaklanan adamı görebiliyorum. Silâhı elinden savrulup merdivenlerin önünde kalıyor. Herif en az Ebabil kadar uzun ama daha zayıf. Üzerinde toprak rengi bir tişört ve bir gömlek var. Kargo pantolonu giymiş. Arabanın çarpmasıyla sersemlemiş. Yerden doğrulmaya çalışırken, şakağına, olanca kuvvetimle vuruyorum. Yere yığılıp kalıyor. Arabaya geri dönüp, Gülcemal’e bakıyorum önce. Korkudan titriyor ama sağlam. Ferit’e dönüyorum, öne doğru yıkılmış hareketsiz. Saçından tutup başını kaldırmak istiyorum elim yapış yapış kana bulanıyor. Kafasını kaldırıp bakıyorum, sağ gözü içeri doğru patlamış, nefes almıyor. Ölmüş.

Kıza arabada kalmasını söylüyorum. Merdiven kenarında yatan elemanın kafasına iki kere daha tekme savuruyorum. İlkinde elmacık kemiğinin içeri göçerken, ikincisinde burnu kırılırken çıkardığı sesleri duyuyorum. Kız başını diğer yana çevirip görmemeyi yeğliyor.

Adamın yanından binaya yükselen beş basamaklı merdivenlerden çıkıp büyük kanatlı ahşap kapıdan içeri giriyorum. Kapının üzerindeki el işçiliği motifler dikkatimi çekiyor. Arabada kalmasını istediğim kızsa yanımda bitiveriyor. Karşımda mermer bir avlu ve yukarı doğru kavislenerek çıkan iki kanatlı merdivenler duruyor. Kız eliyle sağ tarafı işaret ediyor. Sağ taraftan hiç haz etmesem de işaret ettiği yana hareketleniyorum. O da arkamdan süzülüyor. Merdivenleri çıkınca sağa ve sola ayrılan bir yol ayrımına geliyoruz. Yine sağı işaret ediyor. Yine sağa doğru yürüyorum.

Sağlı sollu odalar bulunan bir koridor bu. Yerler duvardan duvara halı. Duvarlar kırık beyaz ve iki adımda bir asılmış, hat yazılarıyla bezeli. Bunca ihtişam, altın varaklı yazılar ve çerçeveler, fakirliği cennet anahtarı sunan dinle çelişki içinde ibretlik. Gülcemal ilerde duran büyük bir kapıyı işaret ediyor yine. Koridorun bittiği yerde koşarak kapıyı açmak istiyorum, kilitli. Göz göze geldiğimizde “Derman içerde” diyor. Gerilip kapıya doğru koşuyorum. Omzumla birlikte kırılıyor kilit. İçerdeyiz.

Büyük bir yatak odası burası. Pencerenin önünde kocaman bir yatak duruyor. Osmanlı zamanından kalma motiflerle bezeli ahşap bir başlık ve ipek örtülerle bezeli yatak örtüleri hiç bozulmamadan duruyor öylece. Yatağın yanında bir çalışma masası var. Altın ve ahşap uyumu göz alıcı. Odanın diğer yanında yerde, yine altın işlemeli bir rahle, üzerinde bir kitapla duruyor.

Tam arkamı işaret ediyor bana kız. Başımı çevirip arkamda duran devasa dolaba bakıyorum. Sertçe kapısını çekip, içerde gizlenmeye çalışan Derman sıçanını çekip çıkarıyorum. Kafasına silâhı dayayıp: “Anlat” diye bağırıyorum. Ellerini kaldırmış titriyor Derman. “Dur yapma” falan diye titreyerek ağlıyor. Sakalından tutup, odanın içine fırlatıyorum. Rahlenin üzerine düşüyor. Kitap ve rahle dağılıyor. “Anlat” diyorum tekrar. Dökülmeye başlıyor.

“Anlatacağım tamam ama önce o silâhı kaldır, ne olur. Allah muhafaza patlayacak, çok korkuyorum.”

“Anlat” diye üçüncü defa bağırıyorum silâhı belime takarken. Kız, yatağın kenarındaki çalışma masasına oturuyor. Gözü bir Derman’a bir bana kayıyor. Zihnimin içine girdiğini hissedebiliyorum yine. Beni kontrol etmeye, öfkemi çözmeye çalıyor.

“Neyi anlatayım?” Derman.

“Her şeyi. En başından beri olan biten her şeyi anlat.”

“Tamam tamam, anlatacağım. Ne olur bana bir şey yapmayın” diye yalvarıyor hâlâ. Yanına yaklaşıp, yerden kaldırıyorum. Pencerenin ta önünde duran bir sandalyeye yerleştirip bekliyorum.

“Cem… cemaat” diyor kekeleyerek. “Cemaat kavgası hepsi.”

“O kadarını zaten biliyorum, doğru dürüst anlat, siz kimsiniz, bu kızdan ne istediniz? Amacınız ne?”

“Tamam.. tamam sakin olalım önce” diyor gözleri çaresizce sağı solu araştırıyor. Bir kaçış yolu arıyor ümitsizce ya da yardım edecek birini. Bu berbat durumdan çıkacak bir yol olmalı diye düşünüyor. Korkuyor. Burnunun seğirmesinden, göz bebeklerinin büyümesinden anlayabiliyorum bunu. Bir bok anlatacaksa da korkudan anlatamıyor geri zekâlı.

Çaresizce Gülcemal’e çeviriyorum başımı. Beynimin içinde onun sesi yankılanıyor birden. “Kenara çekilir misin?” Ardından Ayağa kalkıp adamın yanına geliyor. Kenara çekiliyorum. Gülcemal başını Derman’ın başına yaklaştırıyor. Sarı saçlarının arasından güneş, naif bir ışık seli olup doluyor odaya. Mavi gözlerini dermanın gözlerine dikip öylece bakıyor gözlerine. Derman’ın titremesi kesiliyor yavaş yavaş. Korkusunun geçmeye başladığını hissedebiliyorum. Gülcemal kenara çekildiğinde Derman, bakışlarını bana çevirip anlatmaya başlıyor:

“Bin dört yüz yıl önce başlayan bir kavga bu” diyor.

“Bugüne gel sen” diyorum.

“Dünü anlamayan bugünü anlayamaz” diyor Derman.

“Hızlı geç ve laf kalabalığı yapma” diyorum.

“Bin dört yüz yıl öncesinde başlayan bir iktidar kavgası bu. Bazen kabilelerin, bazen devletlerin giriştiği bir kavga, her şey gücü elinde tutmak için.”

“Bunu biliyorum lan, sen sadete gel. Neler oluyor onu anlat. Bu kızın, benim peşimi bırakacaklar mı? Kavgada kimler taraf? Kim iyi, kim kötü hepsini anlat!”

“Bu kavgada iyi taraf yok” diyor Derman. “Güç kimdeyse iyi odur. Asırlardır gücü elinde tutmaya çalışıyor herkes. Sizin gibi sıradan insanların bunu anlayamaması gayet normal bir şey. Biz ve bizim gibi Allah yolunda köle olmuş cemaatler, yönetimi Allah adına yönlendiririz sadece. Düşünsene, bu dünya Allahsız kitapsız kalsa ne olurdu? Ahlâksızlık, rüşvet, adam kayırma, oğlancılık, sübyancılık alır başını giderdi. Hem kimseyi ‘yöneten’ sizi de ‘yönetilen’ yapan ben değilim, biz ya da diğerleri de değil. Takdiri ilahi hepsi.”

Gelişine gömüyorum ağzının orta yerine. Ön dişlerinden ikisini tükürüyor yere. Sakallarına bulaşan kan, halıya damlıyor. Acı içinde kendini yere atıp kıvranıyor dallama.

“Bis ne yaptıysak Allah için…”

Cümlesini kurdurmuyorum. O Allah dedikçe gömüyorum bir tane ‘Allah diye diye Allahsızlığın kralı olan’ bu şerefsize.

“Bana Alllahsız kitapsız anlatmadıkça daha da vuracağım” diyorum kanlı sakalından çekip gözünün içindeki fingirdeşen şeytanlara bakarak.

“Yönetim…” diyor nefes nefese. “Her şeyin başı yönetmek… Her şeyi, herkesi yönetmek, parayı, silahı, insanı. Bunu anlamanı beklemiyorum senden. İnsanlığın tarihi bu. yönetmek işte. Sana zor da gelse yönetmek gerekli. Allah’ın hükmü…”

Sağ kroşem, azılardan birini kırıp atıyor dışarı. İnliyor artık. Bir iki dakika soluklanıyorum.

“Bak koçum. Sana dediğim doğru. Bu bir savaş. Tüm dünya bu savaşın içinde. Vatikan’a, Yahudilere karşı kazanılması gereken bir zafer için her şey.”

Olmuyor. Bu cevabı da beğenmiyorum. Kaldırıp karın boşluğuna giriyorum bir daha.

“Kafa sikmeyi kes, ben de sana vurmayı keseyim.”

Bir kere daha soluklanıyoruz. Sandalyeye oturup konuşmaya başlıyor.

“Tamam. Her şey yönetmek için ama bunu değiştiremem. Yönetmek deyince aklına mutlaka iktidar gelmesin. İktidarı yönetenleri de yönetmekten bahsediyorum sana. İktidarlar gelip geçen kuklalardır, fazlası değil. Cemaatlerin amacı, devletin en kilit noktalarını ele geçirmektir. Hepsine gerek yok. En kilit noktaları ele geçirmek yeter. İşte dışarıda gördüğün savaş da bunun için veriliyor.

Devletin resmi gücünü kullanıp bu ülkede tahakküm kurmuş diğerlerini ortadan kaldırmak gereklidir. Bunu yapmak için askeriyesinden tut, devletin en küçük birimine kadar ulaşılabilinir olması lâzım, anlayabiliyor musun? Geçmişten gelen bir şey bu… Tarihte gördüğün tüm hükümdarların, kralların hatta diktatörlerin bile bağlı oldukları bir cemaatleri mutlaka olurdu. Cemaatlerin ne kadar büyük bir güç olduğunun onlar da farkındaydı.”

Başıyla pencere tarafını gösterip devam etti:

“Şu etrafındaki dünyayı seyret bir. Fakirlere bak, açlıktan ölen çocuklara bak, savaşlarda ölen askerlere bak, göreceğin tek şey var, bu kadar insanı birbirine bağlayan ve diri tutan: Cemaat. Eğer cemaat olmasaydı, anarşi, kaos aklına ne şeytanlık gelirse hepsi ortalığa saçılırdı. Kimse kimsenin canına, malına, namusuna saygı duymazdı. İnançsızlara yol gösterecek, eksik inançları tamamlayacak birileri olmak zorunda, anlıyor musun? Biz bu eksik inançlı insanları yönetiyoruz, onların eksik olan, yanlış olan inançlarını düzeltiyoruz. Sokağa çık, milyonlarca cahil insan ellerinde bayraklarla tekbirler getirerek bir cemaati yendiklerini sanıyorlar. Hepsi, içlerinde büyük bir gurur yaşıyor. Karşılarına çıkan en büyük tehlikeyi bertaraf ettiklerini sanıyor. Aslında en büyük tehlikenin inançsızlık olduğunu hiçbiri bilmiyor. İnançsızlığı yıkan tek başına bir din olamaz. Onlardan daha bilge, daha birleştirici birileri olacaktır. Olmak zorundadır. Cemaatler olmadan hiçbir ülkede birlik olmaz, anla bunu. Ne tek bir devlet ne tek bir millet ne tek bir dil ne de tek bir din olmaz, olamaz. Bunu sağlamak için herkesi yönetecek olanları da yönetmek lâzım gelir. Hiçbir iktidar, tek başına kalacak kadar akıllı ve günahsız değildir. Her iktidar, elindeki gücü paylaşır bu yüzden. Askeri bir tutabilmek için Fatih Akşemsettin’e bu yüzden ihtiyaç duymadı mı? Her dönemin bir Akşemsettin’i vardır unutma. Ben ya da bir başkası.”

“Bu masalları başkasına anlat sen. Hâlâ anlamıyor musun? Biz ne olacağız diyorum sana, biz?” diyip yanağına yanağına birkaç kere okşarcasına vuruyorum.

“Siz yoksunuz artık. O gece bu kızı kaçırdığınız gün bittiniz siz. Ya bizim cemaat ya da bir başkası, onun sahip olduğu yetenekleri kullanmak zorunda. Ona ihtiyacı var bu ülkenin.”

Ellerimi oturduğu sandalyenin iki kolçağına koyup üzerine eğiliyorum. Gözlerimi gözlerine iyice dikip kısık bir ses tonuyla burnunun dibinde konuşmaya başlıyorum:

“Güç manyağı olmuşsunuz oğlum siz. Kafayı yemişsiniz. Sizin yüzünüzden bu hale geldi memleket. Bu kız bile sizin yüzünüzden bu halde. Cemaatlerinizin ve şeyhlerinizin bütün derdi ‘güç’. Memleketteki en belâlı mahallede bile sizin kadar orospu çocuğunu bir arada bulamazsın lan. Kimse, kimsenin öksüz-yetim bebesini sikmez, kimse kimsenin malına, parasına durduk yere çökmez oğlum. Evet, oralarda da araba çalar, esrar satarlar, uyuşturucu satarlar, karılar kendilerini satar ama hiç birini sizin gibi ‘Allah Allah‘ diyerek yapmaz bunları. Oralarda kimsenin hakkını çalmazlar. Kendi adamını başa getirmek için hak eden birinin hakkını çalıp garibanı aç bırakmazlar. Siz böyle villâlarda, saraylarda para içinde yüzerken aç sefil gezen insanları ‘Allah‘ diye sömürmez oralardakiler. Oradakiler bir sürü illegal iş yapar ama niye yapar biliyor musun? Sizin saraylarınızla, villâlarınızla, gemilerinizle yiyip bitiremediğiniz devletin parasının onlara bir türlü gelmemesi yüzünden yaparlar. Allah kitap dediğin, varoşlarda bilektir, jilettir, usturadır, on dörtlüdür, barettadır, cesarettir oğlum Allah. Sizin oyununuz sokaklarda sökmez. Kimse oturup sizin gibi vampirlere kan vermek için ruhunu satmaz. Sizin insanları tehdit ettiğiniz cehennemde, bu insanlar ölene kadar yaşıyor oğlum. Sizin Allah’ınız, kitabınızsa dolar olmuş, altın olmuş, avro olmuş. Öve öve bitiremediğiniz fakirliğin ne olduğundan haberiniz yok. Ömrünüzce sömürmekten, sömürülmekten başka bir bok bilmemişsiniz ki.”

Doğrulup, dışarı bakıyorum. Güneş odaya gözümün içine doluyor âdeta, dönüp tekrar başlıyorum:

“Sizi kim yönetiyor peki?” Gözümü kırpıp başımı sallıyorum. “Amerika mı? İsrail mi? Kim yönetiyor la sizi? Sizin gibi meczup salakların bir başına devlet yönetmesine izin verirler mi hiç? Kime çalışıyorsunuz oğlum siz? CIA mı, Mossad mı? FSB mi? ‘Yal’ınızı kim veriyor, kim besliyor sizi? Kime peşkeş çekiyorsunuz la ülkeyi!”

Bir tane daha indiriyorum suratının ortasına. Sandalyeyle birlikte yere devrilip kalıyor. Uzun cübbesinin yakasından tutup kaldırıyorum. Sersemlemiş sadece. Başını doğrulttuğu an burnunun üzerine yerleştiriyorum kafayı. Dağılıyor hepten. “Kalk lan, kalk!” diyorum dişlerimi sıkıp. Yerden zorla kaldırıp yatağın üzerine savuruyorum. Gülcemal çalışma masasından kalkıp kırılan rahlenin yanına doğru kaçıyor. Silâhımı belimden çekip ağzına sokuyorum.

“Memleketi sattınız lan siz! Haşaresiniz oğlum, hepinizin tek tek yuvasında gebermesi lâzım.”

Gözlerinden akan korku, acı ve dehşetin kokusu geliyor burnuma ya da altına sıçmış şerefsiz. Silâhı ağzından çıkarmadan hece hece tekrar soruyorum.

“Bu kızın peşini nasıl bırakırlar?”

Silâhı ağzından çıkarıp cevaplamasını bekliyorum.

“Bırakmazlar, biz bıraksak istihbaratlar bırakmaz.”

İçim son derece rahatlıyor. Arkasında duran yastığı alıp suratına bastırıyorum. Biraz debelenir gibi oluyor, silâhı yastığa bastırıp tetiği çekiyorum. On dört! Yastıktan kuş tüyleri saçılıyor ortalığa. Mezbahadaki bir et yığını gibi kalıyor altımda öylece. Kalkıp olduğu yerde donup kalan kızın yanına gidiyorum. Dehşet içinde titriyor.

“Hadi” diyorum. “Daha yapacak bir sürü işimiz var.”

Elinden tutup aşağı indiriyorum. Ferit’i arabadan çıkarıp yere merdivenlere bırakıyorum. Araba mermi manyağı olmuş. Döşeme, yerler, kapı kenarları kan içinde. Ferit’in kanı.

Arabayı çalıştırıp, hareket ediyoruz. Eve varana kadar tek bir söz çıkmıyor ikimizin de ağzından. Eve ulaşmamıza az bir zaman kala Gülcemal bana dönüyor:

“İkimizi de öldürecekler” diyor.

“Yanlış” diyorum. “Sen onlara lâzımsın daha.”

Eve yaklaştıkça içimden gelen ses: Seda kesin ağzımı gözümü yırtacak diyor. Torpidoyu açıp zulada duran jointi yakıyorum. Seda, Ferit, Gülcemal ve her şey kısa süreliğine dumanla birlikte camdan dışarı süzülüyor.
 
 

…SON…

 
 
10.09.2017, Adana
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan