Karşı Duvarın Yazıcısı

Tank | 5

12 Haziran 2023

Öykü: Tank | 5 | Yazan: M. Gökhan Üvez

 

İndeks

Tank | Bölüm 1
Tank | Bölüm 2
Tank | Bölüm 3
Tank | Bölüm 4
Tank | Bölüm 5
Tank | Bölüm 6
Tank | Bölüm 7

 
Çevre yolundan köprüye doğru giden yola sapıyorum ama yol tamamen kapalı. Binlerce araba kuyruk olmuş. “Açılacağa benzemiyor” diyorum Gülcemal’e. Gülcemal söylediğimi duymuyor. Gözlerini yummuş, mışıl mışıl uyuyor. Bu arada o trafikte, becerebilenlerin karşı şerite geçip yollarına devam ettiğini görüyorum. Bizse bekliyoruz. İnat ettim Ferit’in yanına gideceğim. Binlerce araçla çevre yolunda bekleşiyoruz. Biraz daha bekleyelim bakalım, diye düşünüyorum çaresizce. Hatta arabayı sağa yaklaştırıp ben de biraz kestirsem fena olmaz gibi. Akşam trafiğinde alabildiğine uzanan kırmızı stop farlarından oluşan bir ışık selinin içindeyiz. Zorlukla sağ şeride sığınıp gözlerimi kapatıyorum.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum ama yine çöldeyim. Issız bir otoban ve güneş yine tam tepemi ısırıyor. Susadığımı ve suya ihtiyaç duyduğumu düşünüp bir çeşme hayal ediyorum. Bir bok olmuyor. Nasıl olur da bir rüyada istediğini gerçekleştiremez ki bir insan? Söve söve ilerliyorum. Arada bir arkamdan bir araba geliyor mu diye kulak kabartıyorum ama nafile. Sadece hafifçe esen rüzgârın kulaklarımda bıraktığı o naif uğultu var. Sıcaktan kaçmak için bir gölge; bir ağaç gölgesi düşünüyorum boşu boşuna. Sanırım şanssız rüyalarımdan birindeyim yine. Aksilik ayağıma giren taşı fark ediyorum. Eğilip ayakkabımı çıkarıp sallarken uzaktan bir ses duyuyorum. Ses tanıdık geliyor. Bir motor sesi… Ufka doğru, kızgın yolun titrettiği havanın arasından bir karaltı yaklaşıyor hızla. Lan yoksa yine mi, diye geçiriyorum aklımdan. Birkaç saniye içinde aksakallı Harleyci yanımda bitiveriyor.

“Selamın aleyküm Tank efendi.”

“Hayırdır aksakallı iblis çok mu özledin beni?”

“Yok yahu, nöbetçi aksakallı benim bugün o yüzden karşılaştık.”

Müstehzi gülümsemesine gıcık oluyorum.

“Beni de götür gideceğin yere de muhabbetimiz artsın” diye zarflıyorum aklımca.

“Benim gittiğim yere senin daha vaktin var sanırım. Baksana ikidir götünü toplamaya geliyorum.”

“Tabi ya! Geçen seferden bahsediyorsun sanırım. Çok hora geçti be ihtiyar. Çok teşekkürler gerçekten. Az daha yan basacaktık sen olmasan.”

“Benlik bir durum yok” parmağıyla yukarıyı gösterip “O’na dua et” dedi.

“Patron mu? Onunla aramız hiçbir zaman iyi olmadı. Anlatmayı çok isterdim ama uzun hikâye benimki.”

Arada sırada olur böyle. Biri bir cümle sarf eder ve iki üç cümle sonra az önce söylenen bir kelime köşeli bir jeton gibi geç düşer aklınıza. Hemen lâfa daldım:

“Az önce ikidir götünü topluyorum dediğini sandım ama seni ikinci defa şimdi görüyorum. Ne zaman oldu bu kurtarma işi?”

Gülümsüyor. Gülümserken dişlerinin beyazlığını ve deri yeleğinin göğüs cebinden sırıtan bir misvak dalı gözüme ilişiyor.

“Tank’tı değimli senin adın?”

“Evet”

“Tank” diyor yüzüme.

“Evet” diyorum. Tekrarlıyor “Tank!”

“Efendim?”

Daha yüksek bir sesle tekrarlıyor ismimi, sesi bu defa daha kadınsı.

“Adımı mı ezberliyorsun ihtiyar? Tank, Tank… Buradayım işte… Söyle ne söyleyeceksen?”

Bir an gökyüzünden gelen inanılmaz bir patlama sesiyle irkiliyorum. Ne olduğunu anlamak için sağıma soluma bakınırken Gülcemal’in kolumdan çekiştirip adımı söylediğini fark ediyorum. Gülcemal’in gözü dosdoğru karşıya bakıyor, hiç bu kadar korkmuş görmemiştim onu… Sürekli beni çekiştirip “TANK” diye bağırıp duruyor hâlâ. Gözlerini diktiği o noktaya doğru başımı çevirdiğimde inanılmaz bir görüntüyle karşılaşıyorum. Etrafımızdaki arabaların neredeyse yarısı kaybolmuş ve hemen hemen elli metre ötemden bir tank, karşısına çıkan araçları korkunç bir gürültü ve kuvvetle eze eze bize doğru ilerliyor.

Kontağı çevirmeye çalışıyorum ama sanki parmaklarım çalışmıyor gibi. İçimdeki dev adrenalin kasırgasını dindirmenin bir yolu var mı acaba diye düşünürken ikinci denemede arabanın motoru çalışmaya başlıyor. Tankla aramızdaki mesafe yaklaşık üç araba boyu ve gittikçe kısalıyor.
İki araba boyu…

Arkama bakıyorum ve arkam da bir arabalık boş yer var. Vitesi geriye alıp gazı köklüyorum. Hantal tosbağa güç belâ geriye bir hamle yapıyor. Vitesi hemen ileri takıp arabayı döndürmeye çalışıyorum. Ayağım gaz pedalını döşemeye yapıştırıyor ama göğüs atmak dışında bir derdi yok tosbağanın. Başımı çevirip tankı kontrol ediyorum.

Bir araba boyu…

Gülcemal ilk defa çığlık atıyor. Kulağımda bir meleğin bırakabileceği bir sesin yüksek tınıda kontrolsüz bir güçle kulaklarımda patlamasının tarifsiz kederine gark oluyorum. Kulak zarım yırtılmış olmalı. Kafamı tanka çevirip bakıyorum, aramızdaki tek engel olan Tofaş’ın üzerine çıkarken, zavallı arabanın kaportasının, tankın paleti altında kağıt gibi buruştuğunu görüyorum. “N’ooluyoruz amına koyayım!” diye bağırıp, direksiyonu çevirmemle araba stop ediyor.

Bu sırada tank da duruyor. Tofaş’ın üzerinde, altındaki aracın kaportasından çıkan gacırtılar eşliğinde namlusunu geldiği yöne doğrultuyor. Ne yapmaya çalıştığını anlıyorum ama umarım benim anladığımla tankın içindeki adamın yapmaya çalıştığı şey farklıdır diye düşünüyorum. Bu arada Gülcemal hâlâ çığlık atmaya devam ediyor. Kontağı çevirip duraksamadan gaza basıyorum ve o an arkamdan gelen olağanüstü bir patlama sesiyle birlikte burnunu az çok düzelttiğim tosbağa ileri doğru fırlıyor. Kulaklarımda sadece keskin bir çınlama var artık. Gülcemal’e bakıyorum ağzı hâlâ açık. Sanırım bağırmaya devam ediyor ama artık duyamıyorum onu. Köprü istikametinden kaçmaya çalışıyorum, neler olduğuyla ilgili en ufak bir fikrim yok ve ters şeritte sağa sola park eden arabaların arasından sıyrıla sıyrıla ilerleme çalışıyorum. Sağımdan solumdan gruplar halinde yollara dökülmüş insanlar geçiyor. Dikiz aynasından, arkamda bıraktığım manzaraya bakarken üzerimden bir F16’nın köprüye doğru gittiğini görüyorum. Ellerinde bayrak taşıyan bir grup uçağa sövüyor. “Savaş çıkmış” diye düşünüyorum.

Birkaç dakika içinde daha sakin bir noktaya ulaştığımızda arabayı tekrar yolun kenarına çekiyorum. Bizim kaçtığımız yöne doğru daha kalabalık bir grup akmaya başlıyor, sakallısından kalpaklısına, çoluk çocuk bütün şehir sokağa dökülmüş gibi.

Bu arada kulaklarımdaki çınlama azaldıkça, gözyaşları içindeki Gülcemal’in sessizce kıpırdayan dudaklarının arasından aslında bir takım kelimelerin döküldüğünü duymaya başlıyorum. Elimle dudaklarını kapayıp bir dakika daha izin istiyorum. Çınlama yerini yavaşa sessizliğe bıraktığında, Gülcemal’in dudaklarından elimi çekip konuşmasına izin veriyorum.

“Kaçalım buradan!” diyor. “Götür beni ne olur!”

“Tamam, biliyorum korktun ama yine de biraz sakin olmaya çalış” diye boşuna cesaret vermeye çalışıyorum titreyen ellerimi elimden geldiğince gizleyerek.

“Bunlar onlar.”

“Kimler?”

“Bilmiyorum, Derman’ın yanına gidip gelen adamlar işte. Askerler…”

“Derman’ın askerlerle ne işi olabilir ki?”

“Bilmiyorum, bilmiyorum ama onlar, o adamlar o askerler buna eminim.”

Yine ağlamaya başlıyor. Bu arada adrenalin seviyem normale dönmeye başladığında arabanın radyosunu fark ediyorum. Tam radyoyu çalıştıracakken telefonum çalıyor. Ömer… Açıyorum.

“Tank nerdesin?”

“Köprüye beş on kilometredeyim Ömer.”

“Oradan uzak dur, sakın köprüye girmeye çalışma.”

“Ne oluyuor lan? Burada kıyamet kopuyor.”

“Kanka darbe var. Askerler, yönetimi ele geçirmeye çalışıyor. Köprü kapalı. Askerler halkın üzerine ateş ediyor. Tanklar, zırhlı arabalar insanları eziyor. Güvenli bir yere girin ve sakın kıpırdamayın.”

Tuhaftır ama Ömer ne zaman böyle deli gibi konuşsa ben sakinleşmeye başlarım. Tanıdığım günden beri böyle olmuştur bu. Şimdi de aynısını yaşıyorum bir dejavu gibi.

“Ömer, sen bizi merak etme. Ferit itini bulmaya gideceğim. Derman’ın derdi neymiş öğrenmek istiyorum. Arar sorarsa bizi görmedin, duymadın, bilmiyorsun; anladın mı?”

“Anladım kanka. Sen merak etme. Kendini sağlama al önce, olur mu?”

“Tamamdır. Seda’ya da söyle merak etmesin araba sağlam. En azından şimdilik.”

“Eyvallah kanka, onun da size selâmı var. Hadi görüşürüz.”

Telefonu kapayıp Seda’nın “size” kelimesini düşünüyorum. Gülcemal’le “biz” mi olmuştuk şimdi? Niye benim haberim yoktu ki bundan? Âşık mıyım peki? Kendine gel Tank!
 

* * *

 
Ses duvarını aşan jetler, savaş helikopterleri, askeri personel taşıyan zırhlı araçlar, tanklar ve polisler… Gece ilerledikçe çocukluğumda seyrettiğim geçit törenlerinde kullanılan her ne silâh varsa hemen hepsini görüyoruz. Gülcemal yanımda tedirginliğin sınırlarında başını bana yaslayıp sıkı sıkı sarılıyor. Arada sırada tavşan uykusuna dalıyor ve geçen her arabanın kornasında sıçrayarak uyanıyor.

Midemden gelen acayip sesler, açlığımı haykırıyor bana. Gözlerim yine kapanmaya başlıyor. Sadece düşünmeye başlıyorum. Dışarıda olan biten hiçbir şey umurumda bile değil o anda. Çünkü yönetimlerin biri gider, biri gelir. İnsanlar değişir, kaderlerinin farklı olduğunu sanan insanlar gelir eskilerinin yerine. Oysa değişen yalnızca yüzlerdir. Fikirler asla değişmez.

Doğa kanunu gibi bir şeydir bu. Aslan her zaman aslandır, ceylânsa her zaman ceylân. Ceylan kaçar, aslan kovalar. İsimleri, kim oldukları, kimden doğdukları önemli değildir. Sadece aslan ve ceylândır onlar. Av ya da avcı olmaları da sorun değildir. Asıl olan bir önceki nesilleriyle aralarındaki farktır ve aslında ne yüz nesil öncesinde ne de yüz nesil sonrasında aslan, aslan dışında bir şey, ceylân da ceylân dışında bir şey olacaktır. Her koşulda konumları aynı kalacaktır. Değişen sadece doğa koşullarıdır. Kimi zaman sıcak kimi zaman soğuk. Kimi zaman kurak kimi zaman bereketli. Yöneticiler ve yönetenlerin içinde bulundukları sistem gibi. Giden her insanın yerine gelen yenisi biraz daha bereketli kılmaya çalışabilir sadece doğasını; daha iyi semirmesi için ceylânların ki beslenecek çok aslan vardır nihayetinde kendisini sürüsünün başına getiren. Bu durumda ya besin zincirinin içinde olmak ya da olmamak tercihi vardır insanın elinde.

Besin zincirinin içinde olmamayı tercih edenlerdendim. Ne av olmak ne de avcı olmak bana göreydi. Bu yüzden de ne aslanlar ne de ceylânlar sikimde bile değildi. Yaşayacak sadece bir hayatım vardı benden başka kimsenin umursamadığı. Doğrusunu söylemek gerekirse benim bile umursadığım söylenemezdi bu hayatı. Derdi gücü sistem dışı olmak olan biriydim nihayet. Sistemler yalan söylerdi sonuçta, insanı ezer, ezerken de başını okşayıp teselli ederdi.

Kimi sistemlerse bu baş okşamayı, dinlerle yaparlardı. Her gelen din adamı nesli, binlerce yıl önce gelen emirleri, ceylânların aslanlara yem olmalarının aslında ne kadar ulvî olduklarıyla örtüştürür ve ceylânları aslanların önüne yem olarak sunarak aslanlardan kalan ceylân leşlerini kemirerek beslenirlerdi. Ceylanların da aslanların da bu kutsiyete ihtiyaçları yoktu aslında. Ne olduğunu bilebilmek ve ona göre yaşayabilmekti marifet. Aslanı ceylânın dostu gibi gösteren yalanlar silsilesine inancımı yitireli yıllar olmuştu.

Sabaha doğru ortalık sakinleşmişti. İyi ya da kötü birileri yine memleketin başındaki koltuklarına o koca götlerini oturtup kendi sırtlanlarını beslemek için görevlerine başlamışlardı. O sırtlanlardan birinin dişleri yanımdaki kızın üzerindeydi. O dişleri saplanmak üzere oldukları tenden uzaklaştırmak kendimi iyi hissettirecekti. Ne kıza karşı hissettiğim şeylerle ilgisi vardı bunun ne de onun tenine karşı duyduğum tutkuyla. Sadece kendimle ve sistemle olan zorumla ilgiliydi her şey. Kız sadece bir aracıydı.
 

* * *

 
Güneş tepelerin arasından yolu aydınlatırken gözüme dolamaya başlıyor. Sıcak ve nem güneşin doğuşuyla daha da fazla hissettiriyor kendini. Gülecemal’i uyandırıyorum. Gözlerini kırpıştırıp sarıldığı bedenimden doğruluyor. Her yerimiz tutulmuş. Her kas telimde hissedebiliyorum bu sıkıcı uyuşuk ağrıları.

“Her şey yoluna girmiş gibi” diyorum. Yanımdan geçen bir market kamyonunu gösterip.

“İnşallah” diyor koltuğu yatırabildiğince yatırıp bir kere daha kıvrılıyor olduğu yere.

Arabayı çalıştırıyorum. Midem tekrar durumunu hatırlatıyor ama önce bir sarma daha yapıp zihnimi çalıştırmaya başlıyorum. Dibine kadar susatıyor sömek beni. Araba da susamış belli ki sürekli benzin ışığı yanıyor.

İlk benzinliğe ulaşıp depoyu dolduruyorum. Pompacı ve istasyondaki herkesin konusu gece olan olaylar. Depoyu doldururken pompacı bana olayları anlatmaya çalışıyor. Kaç paraya çalıştığını soruyorum sözünü bölüp. Asgarî ücret aldığını söylüyor. Son zammın arkasından, patronun yemek parasını kestiğini falan söylüyor. On sekiz yılda iki çocuğunu buradan aldığı parayla büyüttüğünü söylüyor. Arkadaşlarından kel olanını işaret edip “Bu da yirmi yıldır çalışıyor bu paraya” diyor.

Depo doluyor. Darbe başarısız olmuş anlaşılan. Ceylanlara konuşacak yeni bir konu olmuş böylece. En az bir senelik yemleri hazır. Pompacının kısa hikâyesinin bitmesi ile pompanın tabancasının atması aynı zamana denk geliyor. Gülümsüyor, üzerine beş lira da bahşiş bırakıp çıkıyorum. Aynaya son baktığımda, pompacının elindeki yarım paket sigarasına bakıp gülümsediğini görüyorum. Benzinciden ayrılıp birkaç yüz metre sonra karşıma çıkan marketten iki şişe birayla susuzluğumu dindiriyorum kısmen. Gülcemal hâlâ uyuyor. Yol üzerindeki daha önce de birkaç kere gittiğim bir kahvaltı salonuna kırıyorum direksiyonu. Kendi kendime kahvaltı yapmam gerek diye konuşuyorum. Kahvaltı gibi bir alışkanlığım olmadığı halde en azından Gülcemal’i doyurmalıyım.
 

* * *

 
“Kalk hadi, açlıktan öleceksin.”

Gözlerini ovuşturarak bana bakmaya çalışıyor. Tek gözü kapalı “Neredeyiz?” diye soruyor.

“Kahvaltıya getirdim seni.”

Etrafına şöyle bir bakınıyor. Bir şey görmesi namümkün. Arabanın etrafı kale duvarı gibi tırlarla çevrilmiş. Klişeleşmiş ‘kamyoncunun yemek yediği yer güzeldir’ mevzusu. Arabadan inip çevreye serpiştirilmiş kamelyalardan birine ilişiyoruz. Bir garsona kahvaltı siparişi veriyorum. Beş dakika kadar sonra kahvaltı masada… Gülcemal kıtlıktan çıkmış gibi saldırıyor masaya. Üzerindeki uyuşukluk yavaş yavaş kalkıyor. Bakışlarından anlayabiliyorum bunu. Bu arada ben de durmaksızın bir tekli patlatıyorum. İlk nefeste doyduğumu hissediyorum. Teklinin ardından iki lokma atıştırıp kalkıyoruz.

Gülcemal’e bakıp tanıdığım günden beri aklımdan geçen o soruyu soruyorum:

“Nasıl beceriyorsun?”

“Neyi nasıl beceriyorum?”

“Susmayı. Soru sormamayı. Bir kadının bu kadar şey karşısında tek kelime etmeden durması, korkmaması mümkün değil. Başından beri yaşadığımız her boku, sanki gayet normal şeylermiş gibi sessiz sakin karşılıyorsun. Anlayamıyorum bunu.”

“Bilmem. Fazla merak etmiyorum belki de ondandır. Daha önce de söyledim, sana güvenebileceğimi biliyorum.”

“Güvenme bana” diyorum. “Sadece bana değil, kimseye güvenme. Bu hayat senin içinden geçmiş, hangi güvenden bahsediyorsun?”

Biraz duraksıyorum. Kızmakla nasihat vermek arası tuhaf bir yere deviniyor cümlem –ki nefret ederim didaktik olmaktan- kısa kesiyorum:

“Sen yine de bana bile güvenme olur mu?”

Sessizce adımlarıma uyup arabaya yaklaşıyoruz. O sırada tırcı olduğunu anladığım bir adam yanımıza geliyor. Bir yandan Gülcemal’i süzerken “Baksana birader” diye kolumdan çekiyor. O an beynim patlayıp kulaklarımdan çıkacakmış gibi bir ses ve basınç yükseliyor kafamın içinden. Adam yaklaşık Ebabil boylarında. Gözleri şehlâ. Bakışlarında insanı kendinden soğutacak kadar birikmiş bir nefret ve açlık dürtüsü var. Gülcemal diğer kolumdan çekiyor beni. Herifçi “Kaç para?” diye soruyor.

“Ulan” diyorum kendi kendime, “Ömrüm sizin gibi sığırları adam etmeye çalışmakla geçti, bitmediniz amına koyayım.”

Adam hâlâ suratıma bakıyor. Bir adım geri çekilip zayıf bir nokta arıyorum ama gördüğüm kadarıyla tek zayıf noktası iriliği. Gülcemal bir kere daha “Gidelim” diyor. Arabanın anahtarını verip “Sen geç, ben geliyorum” diyorum. Az önce böğüren sığıra dönüp taşaklarına olanca kuvvetimle bir tekme sallıyorum. Tam isabet! Soluğu kesilen sığır, olduğu yere devriliyor. İçimden gelen her vahşî sese kulak kabartıp yere düşen sığırı tekmelemeye başlıyorum. Yaklaşık otuz saniye içinde tamamen bayılıyor. Tırların arasında olduğumuz için kimse bir şey görmüyor. Dar alanda kendi kendime kısa paslaşıyorum. Sığırı orada bırakıp arabaya geçiyorum. Gülcemal’in suratında yine korkmuş bir ifade var. Bir şeyler söyleyip söylememekte kararsız. Arabayı çalıştırıp giderken dilinin altındaki baklayı çıkarıyor nihayet “Yanımdayken şiddet kullanmasan olur mu?”

“Olmaz” diyorum. Tartışmak ya da konuşmak istemiyorum daha fazla. Sadece dönüp ona bakıyorum. Sözleri saklamak bazen en doğrusudur. Fazla lâfa gerek yok. Saygısızlığa ve cahilliğe tahammülsüzüm artık. Nitekim yıllar boyu cehaletin övüldüğü, kültürsüzlüğün, kabalığın, kısaca barbarlığın yüceltildiği bir toplumda, buna “Dur” demesi gerekenler tam aksi yönde davrandıkça despotluk kaderimiz haline gelir. Bir noktada buna dur demek gerekir. Sonuçta kelimeler bir yere kadar yeterlidir ve kelimelerin yetersiz kaldığı anlarda şiddet bazen en pratik çözüm yoludur. Yerde yatan sığır, en azından bundan sonrası için, her gördüğü güzel kadına, potansiyel orospu gözüyle bakmaması gerektiğini öğrenmiş oldu böylece. Gülcemal sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi başını diğer tarafa çeviriyor. Çok da…

Her neyse…
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan