Karşı Duvarın Yazıcısı

Tank | 3

29 Mayıs 2023

Öykü: Tank | 3 | Yazan: M. Gökhan Üvez

 

İndeks

Tank | Bölüm 1
Tank | Bölüm 2
Tank | Bölüm 3
Tank | Bölüm 4
Tank | Bölüm 5
Tank | Bölüm 6
Tank | Bölüm 7

 
Berfin’den kalan marihuanadan bir parça… Çarşafa sarıp dilimle yapıştırdıktan sonra yakıyorum. Hava almamış ve içimi hâlâ güzel. Akşamüzeri olmaya başlamış. Karanlık yavaş yavaş eve siniyor. “Gülcemal” diye düşünüyorum. “Bilmiyorum” daha güzeldi diyorum kendime.

Benim olmayan bir kavganın orta yerine girip girmemek konusunda kararsızım. Otuzlu yaşlar böyle oluyor demek. Midemin kazındığını hissediyorum. Sabahtan kalan ekmeği tıkınırken buluyorum kendimi. Bir yandan da marihuana susuzluğunu gidermek için bir bira açıyorum. Bira, ekmek ve ot… Boktan bir akşam yemeği…

Telefon çalıyor. Ferit, “Moruk, Derman’da zikir var gidelim” diyor. Kararsızlık, karara dönüyor. “Peki” diyorum “gidelim” Bir saat sonra arabasıyla kapıda. Beyaz bir Şahin. Arabanın içi, kerhane kırmızısı… Ter, ot ve bira kokusu sinmiş içine. Yarım saate dergâhtayız.

İşte yine içeri giriyoruz. Tinerciler, evsizler ve diğerleri. Kadro tamam gibi… Mide bulantısı yaratacak her türlü insan ve koku. Daha önce tanıştığım kokular artık bağışıklık yaratmış gibi. Daha az tiksiniyorum ortamdan. Baliciler bir araya toplanmış, torbalarına bali dolduruyor. Pedofili nalburlara para yerine verdikleri götlerinin sızısını ve üzerlerinden bir tank gibi geçen hayatın acısını bastırmak için çekecekler birazdan. Saçı sakalı birbirine karışan, yırtık pantolonundan taşakları sarkan evsiz iki adam… Koyunlarında sakladıkları şarap şişelerinden çaktırmadan çekiyorlar. Hayyam’ın izinde bir ömür harcıyorlar belli ki. Ferit, “Gel” diyor “ortaya yakın olalım.” Kova geldiğinde ilk uçan olmak konusunda kararlı puşt.

Salonun başında yine bir hareketlenme oluyor. Derman geliyor yine. Bu defa farklı lavuk. Tedirginliğini kilometrelerce öteden algılayabilirim. Terso bir durum var ama ne olduğunu bilemiyorum. Çıkmak için geç. Salondaki kimsenin anlamadığı bir dilde bir kitap okunmaya başlıyor yine. Ezgili Arapça… Dediğim gibi, kimse bir bok anlamıyor ama bazıları ağlamaya bile başlıyor. Yavaş yavaş herkes bu ağlaşan sulu zırtlaklığa ortak oluyor.

Geçen geceki gibi bendirciler giriyor salona. Köşede kendileri için boş tutulan yere çöküp bekliyorlar. Okuma biter bitmez bendirler başlıyor. Savaş tamtamları gibi. Birileri kendinden geçip sağa sola atlamaya çalışıyor. Kargaşanın ortasına içi ot dolu kova geliyor.

Buhurdanlıktan öte bir şey olduğunu yakınında olunca anlıyor insan. Duman sinsi bir gölge gibi tüm odayı kaplamaya başladıkça bendirlerin coşkusu daha da artıyor. Kafalarında sarıklar olan dört beş eleman, el ele tutuşup dönmeye başlıyor. Bir yandan kafalarını sallıyorlar. Etraflarında onlara alkışla tempo tutan daha düzgün giyimli bir grup ve daha dışlarında bizim tayfa “sefiller”.

Torbalarını çeken baliciler coşmuş. Nefes alıp verirken daha hızlı çekip bırakıyorlar torbalarını. Gözleri yavaş yavaş kayıyor. Şarapçıların ortada olan tek organları artık taşakları değil. Her şeyleri bendirlerin ritmiyle dans ediyor. Duman odadan ciğerlere ve oradan beyinlere nüfus ediyor. Sebebini bilmediğim bir dürtüyle Ferit’i orada bırakıp salondan ayrılıyorum. Bendirlerin sesi ve içerinin coşkusu zirveye yaklaşıyor.

Salondan çıkar çıkmaz sokak kapısının önünden sola doğru uzayan bir koridoru fark edip karşı koyamadığım bir merakla oraya doğru yöneliyorum. Dumanın etkisinden koridorun sağından solundan üzerime gelen duvarları tutuyorum. Sanki dönen başım değil de evin, binanın, dünyanın kendisi gibi. Üzerime gelen duvarların götürdüğü yere gidiyorum. Karşımda, hafifçe aralık bırakılmış bir kapı. İçeri zifir. Karanlığa rağmen içeri bakıyorum. Gözüm karanlığa alışınca, dönen başıma rağmen ortalığı seçmeye başlıyorum. Beş on metre karelik bir oda. Pencerelerinde simsiyah perdeler asılı. Duvarlar sade. Ortada bir yatak var. Geniş ve rahat görünüyor. Başımın dönmesini durdurur ümidiyle yatağa uzanıyorum. Yatak hareket ediyor. Yanda duran komodinin üzerindeki gece lâmbası yanıyor. Ne olduğunu anlamaya çalışırken onu görüyorum. Gülcemal yanımda… Birden buraya neden geldiğimi anımsıyorum. Gözleri şaşkınlıktan yerinden çıkacak gibi. Bir an aslanın ininde olduğumu umursamadan kolundan tutup, “Gidiyoruz” diyorum. “Nereye?” diye soruyor şaşkın şaşkın. “Buranın dışında bir yer, neresi olursa.”

Zorla tutup çekiştiriyorum. Ayak uydurmaya çalışıyor. “Delisin sen” diyor. Bendirler ve cemaat zirvede. Gelen seslerden anlıyorum. Kapıdan dışarı süzülüyoruz. Üzerine aldığı tek şey yine siyah bir çarşaf… Dış kapı açık. Beraber binanın içinden dışarı süzülüyoruz. Bir Ninja ve yamağı gibiyiz. Ninja olan o. Yoldan geçen ilk taksiye biniyor eve gidiyoruz. Gece ilerlemeye yüz tutmuş. Taksici haplı, kafa bir milyon, gözler kan çanağı. Radyoda Müslüm Baba Rainbow’un “Temple of The Kinguyarlamasını okuyor. Ne adamdı rahmetli…

Taksicinin omzuna ilişip “Şeker var mı?” diye soruyorum.

“Yok” diyor “ama istersen torbacım sağlam gidelim.”

“Kalsın, sür” diyorum “gideceğimiz yeri yolda tarif ederim.”

Kırmızı gözlerini olabildiğince yola dikip gazlıyor. Müslüm’ün dingin sesiyle hareket ediyoruz. Vurgun yemiş vücudumu silkeleyip kendine getirmek için taksinin camını açıyorum. Bilmiyorum ya da Gülcemal susuyor sadece. Arada bir göz göze geliyoruz. Ne hissettiğini çarşafın altından anlamak güç. Eve yaklaşırken daha iyiyim. Bu heriflerin kullandığı her neyse onu tüm benliğimle istiyorum gerçekten. Böyle bir kafa yok, diyorum kendi kendime.

Eve ulaştığımızda, taksiciye parasını ödeyip hızla yukarı çıkıyoruz. Ömer dallamasının evine bu defa. Kapıyı Seda açıyor. Seda… Can düşmanım. Ömer’den beş yıl önce beraberdik. Kafamda bir saksı parçalayıp gitmişti. Sanki ilk defa aldatılmış gibi. Aynı binada yüz yüze gelmeden yaşıyorduk ama birbirimizin varlığını bilmemiz bile yetiyordu huzursuz olmamıza -fakat bu başka bir hikâyenin konusu-.

“Seda, Ömer’i çağır.”

“Sen ne hakla bu saatte evime…”

“Ömeerr!!!” diye böğürüyorum.

“OO kanka hayırdır?” çizgili pijama üzeri atlet. Seda’nın arzuladığı ideal Türk erkeği… Seda hışımla içeri gidiyor.

“Bu Gülcemal. Dün geceki arkadaşım.”

Ömer kara çarşafa bakıyor şaşkın şaşkın.

“Bu gece sizde kalmasını istiyorum.”

“Sen?”

“Ben başımın çaresine bakarım. Muhtemelen yarın benim eve gelenler olabilir. Sessiz olun ve mümkün olduğunca dışarı çıkmayın.”

“Kanka, Seda ağzıma sıçacak, manyak mısın sen?”

Gülcemal lâfa dalıyor, “Geri götür beni burada kalamam.”

“Lan bi saçmalamayın ikiniz de. Bu gece buradasın. Ömer senin de dalağını s.kerim başlatma Seda’ndan şimdi.”

Seda içerden ışınlanarak yanımıza geliyor. Elinde bir anahtar ve bir kâğıt.

“Bu kadın burada kalamaz Tank ama yine de bunu al; annemin evinin anahtarı. Annem öldüğünden beri ev boş, eşyalar falan hâlâ duruyor. Yalnız en ufak bir şeye zarar gelirse yırtarım yüzünü gözünü haberin olsun.”

“Nerde bu ev?” diyorum.

“Kuzey ormanı yolunda, dördüncü köprüye yakın. Kâğıda yazdım. Buraya arabayla bir saat civarı. Ömer’in arabasını al ve git.”

“Seda?”

“Ne var?”

“Bir de kızın üzerine olacak bir iki elbisen var mı?”

Önce “Oha artık bu ne yüzsüzlük” der gibi bakıyor suratıma. Yine de bir iki dakikalığına ortadan kaybolup, markalı bir poşetle geri geliyor.

“Al” diye uzatıyor poşeti.

“Bunu unutmayacağım diyorum” poşeti alırken.

“Unutsan iyi edersin” diyor Seda.

Ömer şaşırmış sadece bakakalıyor.

“Arabada benzin var mı lan?” diye soruyorum Ömer’e.

“Çeyrek depo.”

“Yeterli.”

Gitmeden önce eve uğrayıp buzdolabında kalan son şişemi fondipliyorum. Marihuanam hâlâ yanımda, kafa sağlam, yola koyulabiliriz. Kara çarşafla beraber koşarcasına binadan çıkıyoruz. Ömer’in tosbağa kapının önünde bekliyor. Hızla binip kontağı çeviriyorum. Motorun metalik sesiyle rahatlıyorum.

Beş on dakika içinde çevre yolundayım. Gecenin bir saati… Çevre yolunun sarıdan turuncuya çalan ışıklarının aydınlattığı asfaltın üzerindeyim. Yarım saat kırk beş dakika sonunda kuzey orman yolundan içeri kıvrılıyorum. Ortasında uzayan otların ve iki kenarındaki teker izlerinin rehberliğinde tek kelime konuşmadan ilerliyorum. Ömer’in elime çizip verdiği krokiye göre evin oralarda bir yerlerdeyiz diye düşünürken birden karşımıza bir site çıkıyor. Güvenlik görevlisi uyuyor. Usulca içeri kayıyoruz. Sağa sola serpişmiş iki katlı bitişik evlerin arasında Ömer’in evini buluyorum. Tam da Ömer ve Seda’nın kafasına göre tasarlanmış. Bahçe cüceleri, köpek kulübesi ıvır zıvır… Seda ile evlensem bu bahçe benim olabilirdi. Kurtulmuşum resmen. Gülcemal ya da Bilmiyorum sızmış.

Kıza bakıp sesli düşünüyorum, “Çarşaftan bi’ bok görünmüyor ki amına koyayım.” Hafifçe dürtüyorum. Sıçrıyor. Başını kaldırıp gözleriyle nerede olduğunu anlamaya çalışıyor. “İn hadi. Geldik işte” diyorum. Arabadan inince sendeliyor. Koluna girip destek oluyorum. Yumuşacık memeleri omzuma dokunuyor. Bir anda sertleştiğimi fark ediyorum. Gece uzun olmaya aday.

Kapıdan içeri giriyoruz. Işığı bulmak uzun sürmüyor. Yakmamak en iyisi ama Seda, ışıktan nefret ettiğinden, evin tüm pencereleri çift kat siyah perdelerle örtülü. Işıktan nefreti ilk defa işe yaradı. Gidip banyoyu buluyorum. Benimle duş alıp almayacağını soruyorum Bilmiyorum’a. Çarşafını çıkarıp geliyor yanıma. Muhteşem bedeniyle tekrar karşılaşmak güzel. Sakince banyoya girip ılık bir duş alıyoruz. Duştan çıkıp yatak odasına kayıyoruz. Yatağa uzanıyoruz. Sessizce sokuluyor bana. Islak saçları göğsüme yayılıyor. Yeri ve zamanı olmasa da soruyorum, “Kim olduğunu hatırlıyor musun artık?”

“Hatırlıyorum. Adım Gülcemal…” duraksıyor. Devam etmesini bekliyorum ama devam etmiyor.

“Merak ettiğimden değil ama bu boka nasıl bulaştığımı bilmek istiyorum, bende kaldığın geceye dair hatırladığın bir şey var mı?”

Bir kedininkine benzer bir sesle mırıldanıyor. Sanırım “Hayır” diyor. Sonra başını kaldırıp dudaklarını dudaklarıma dayıyor. Dili sertçe ağzımın içinde gezinmeye başlıyor. Islaklığı ve dilinin dokusunu dilimle hissetmeye başlıyorum. Aklımda cevapsız kalan onlarca soruyla birlikte sıcak, kaygan bir dehlizin içine doğru yuvarlanıyorum.

Dehlizin içinde aradığım sorular var. Cevapları gizlenmiş. Doğru sorular, doğru anahtarlardır. Cevap kilitlerini açacak sorular içinde gidiyor geliyorum. Dehliz geniş. Dilim kaygan ve yumuşak bir başka dille aşk teatisinde. Nedenini bilmediğim, bilemediğim onlarca şey dönmeye başlıyor etrafımda. Geçmişe yapılan bir yolculuk gibi başlıyor her şey. Dillerimiz birbirine değdikçe, yeni bir dil daha öğreniyor gibiyim. Kıvrak, zeki ve dahi gizemli.

Sis perdesi dağılır gibi olduğunda karşımda babamı görüyorum. Sokak ortasında çırılçıplağım. Etrafımda mahallenin su katılmamış orospu çocukları, pis pis sırıtıyor.

“İt oğlu it neredesin iki saattir? Peynir almaya çıktın bir saat oldu.”

“Bebeler önümü kesti, geliyordum baba.”

Babam bir tokat yerleştiriyor ki utancı, hissettiğim acıdan büyük. Ortalığı tekrar bir sis perdesi kaplıyor. Genzimin yandığını hissediyorum: “Biber gazı”… Mahallenin on üç, on dört yaşlarındaki bebelerinden biri, elinde ekmeklerle evine dönerken yere seriliyor. Ensesinde bir gaz fişeği. Fişeğin geldiği yere bakıyorum. Binlerce gaz maskeli adam, utanç içinde orasını burasını örtmeye çalışan adalet tanrıçasına bakarak mastürbasyon yapıyor. Toplu delilik… Bazıları cesaretlerini toplamış tanrıçaya sahip olmak için aç bir sırtlan sürüsü gibi saldırıyorlar. Gözü kapalı tanrıça kılıcını ve terazisini kullanarak kendini savunmak istiyor ama nafile. Takkeli bir kısım adam onu zorla yatırıp sahip oluyor. Her yeri spermlerle örtülmeye başlıyor. Terazisi elinden düşüyor. Kefelerinden biri ayaklarımın dibine kadar yuvarlanıyor. Biri yanıma yaklaşıp yerden kefeyi alıyor. Pörtlek gözlerini gözlerime dikip, Tanrıçayı kastederek, “Korkma” diyor “Rızası var onun da. İstersen sen de yap çok zevkli.”
Adaletin sikildiği bir toplumun başka ülkelerin kucağında pozisyon manyağı olacağını biliyorum.
Sadece gözlerine bakıp kalakalıyorum. Bizim orospu çocukları ellerine birer taş alıp hınçla tek vücut tanrıçaya saldırıyor. Tanrıça terazisini ve kılıcını orada bırakıp, ardına bakmadan çırılçıplak bir halde kaçıyor.

Bir elin başımı okşadığını hissediyorum. Ağzından sperm akan bi’ sarıklı adam beni camiye çağırıyor.

“Gel” diyor “sana çok güzel şeyler öğreteceğim.”

“Senin amına korum lan!” diye bağırıp bir yumruk sallamaya çalışıyorum ama olduğum yerde yalnızca titriyorum. Öfke, korku, kal ya da kaç, hepsi bir arada duygular içindeyim. Bacaklarımın arasına hücum etmeye başlayan tatlı karıncalanmayı hissedebiliyorum. Sis tekrar ortalığı kaplıyor… Ne kadar zaman geçtiğini kestiremiyorum. Beyaz örtü, ayaklarımın dibinden başlayarak çekilmeye başladığında annem çıkageliyor.

“Hadi Tankut. Baban kızacak daha yapacak çok işim var.”

Anneme ters ters bakıyorum.

“Niye bırakıp gittiniz lan beni? Ahan da tam bir fiyaskoyum, beğendiniz mi eserinizi?”

Beni her şeye rağmen sevdiğini söylemeye çalışan tatlı dili, kilitlenmiş dudaklarının arasında kıpırdamaya çalışıyor ama nafile bir çaba bu. Titreyen dudaklarından anlayabiliyorum bunu.
Sis, bir kere daha sarıyor çevremi. Önümü göremiyorum. Sessizliğin ortasında Pink Floyd’un bir şarkısını duyuyorum: “Set The Controls For The Heart Of The Sun

Ayaklarımın altındaki zeminin yumuşamaya başladığını hissediyorum. Elimde bir şey tuttuğumu fark ediyorum, ne olduğuna bakmak için elimi kaldırdığımda büyük, siyah saplı bir bıçak görüyorum. Yaşamanın anlamsızlığını iliklerime kadar hissediyorum. Arayışlarımı nihayetlendirdiğim nokta bu olabilir mi? Daha fazla çoğalmamalısın diyor bir ses. Fikirlerinle, resminle ve müziğinle ürememelisin… Bitir artık evrene çektirdiğin bu işkenceyi. Bıçağı avucumun içine alıp hızla çekiyorum. Parmaklarım toprağa düşüyor. Kendimi hadım etmemin yarattığı korku ve boşluktayım. Artık resim yapamayacağımı ve gitar çalamayacağımı düşünüyorum. Vücudum kendinden geçercesine adrenalin pompalıyor. Kendimi iğdiş etmeye devam. Parmaklarım gitti ama yetmez. Ya yazarsam? Ya bir şekilde düşüncelerim çoğalırsa? Bıçağı gırtlağıma sokuyorum, metalin boğazımdaki soğuğunu hissederken, ciğerlerime ve ağzıma dolan kan yüzünden nefes alamıyorum. Güneş, alabildiğine yükselmiş, tüm vücudum histerik titremelerle karıncalanıyor. Üşüyorum. Isınamıyorum.

Yine o büyük ve beyaz karanlıkta buluyorum kendimi. Perde tekrar kalktığında bu defa dergâhtayım. Derman’ı görüyorum. Elinde bir tomar para var. Öylesine fazla ki elinden sağa sola dökülüyor ama umurunda bile değil. Bön bön yüzüme bakıyor. Yanımda Talat var, Ferit çakalının arkadaşı ve Derman’ın sağ kolu. Bir şeyler konuşuyorlar aralarında. Derman beni gösteriyor. Bir şeyler diyor, duyuyorum ama anlam veremiyorum. Çince okuyabilen ama Çince bilmeyen biri gibiyim. Dermanın dudaklarından dökülen kelimeleri anlamaya başlamam uzun zaman almıyor. Bir arabadan bir kızdan bahsediyor.

“Talat size gösterecek” diyor.

Ferit piçi “Tamam” diyor. Bana bakıyorlar.

“Bu uçmuş” diyor Derman. Zombi gibiyim gerçekten de. Konuşamıyorum. Ferit konuşuyor yerime, “Merak etme daha fazla uçmuşluğu da var. Bir şey olmaz ona” diyor. Birlikte dışarı çıkıyoruz. Ferit bana bakıyor “Abi, kız sende kalacak ortalık yatışana kadar” diyor. Ne kızı diyeceğim sırada bir tomar para çıkarıyor. “O sırada bu para seni idare eder” diyor. Bindiğimiz aracın direksiyon simidinin ortasındaki BMW logosuna takılıyor gözüm. Karanlıkta ilerlerken birden duruyor araba. Bir Mercedes’in önünü kestiğini görüyorum. Bana sesleniyor. “Abi hadi hadi hadi! Sen arka koltukta oturan karıyı getir.”

Arabadan aynı anda iniyoruz. Ben arka koltuktaki kızı kolundan tutup çekiştiriyorum. Ferit, belinden çıkardığı silâhı şoförün başına doğrultmuş. Kızı götürürken çarşafı üzerinden sıyrılıp düşüyor. Kızın muhteşem bedeni, gecenin karanlığında, olanca güzelliğiyle gözlerimizin önünde. Ay ışığı ve sokak lâmbalarının titrek aydınlığında bir an için şaşkınlık geçiriyorum. Sertleştiğimi fark ediyorum. Kolundan zorla çekiştirerek arabanın arka koltuğuna atıyorum. Ferit adamın elinden aracı çalıştırdığı tuhaf dikdörtgen anahtarı alıp araca dönüyor. Doğruca eve gazlıyoruz. Evin önüne geldiğimizi görüyorum. Ferit “Hava karanlık, kimse fark etmez, direkt yukarı çıkın” diyor. Kız ağlıyor ama utancından değil. Teskin edecek vaktim yok. Kolundan tutup, hızla binaya dalıyoruz, direnmiyor bile.

Sis perdesi tekrar çevremi sarıp son defa kalkıyor. Hâlâ Gülcemal’le birlikteyim. Dudaklarımız, ellerimiz ve bedenlerimiz birbirine sımsıkı kenetlenmiş. Daha ne olduğuna bir anlam verememişken titreyerek zirveye ulaşıyorum. İçimdeki her şeyi çekip çıkardığını ve yaşama enerjimi bacaklarımın arasından çekip içine kattığını fark ediyorum. Kendimi güçlükle kurtarıp kenara atıyorum. Bedenim, zihnim ve ruhum, Gordion düğümü kadar karışık. Ne var ki Büyük İskender değilim. Bedenim titriyor, beynim titriyor, düşüncelerim titriyor. Başımı kaldırıp ona bakıyorum. Bana doğru büzüşmüş, dizleri ve kollarını karnına çekmiş yatıyor. Masum bir kız çocuğu gibi âdeta. Saçları hâlâ ıslak… Derin derin nefes alıyor. Şefkate ihtiyacı olduğunu düşünüp yanına uzanıyorum. Başını göğsüme koyar koymaz uyuyor. Üzerimizi örtüyorum. Bir dakika dolmadan göz kapaklarım kendiliğinden kapanıyor. Derin bir uykuya dalıyorum.

Rüyamda daha önce hiç görmediğim bir adamla karşılaşıyorum. Uzun beyaz sakalı, bandanasının altından omuzlarına dökülen, bakımlı beyaz saçları ve dövmeli kollarını açıkta bırakan deri yeleğiyle, Billy Gibbons’unkileri andıran siyah gözlüklerinin altından bana bakıyor.

Çevremize bakınıyorum. Çölün ortasından uzayıp giden bir yolun kenarındayız. Asfalt zemin toza toprağa karışmış iyice. Yol dışında yer yer kaktüsler ve gölgesine sığındıkları kaya parçalarının arasında gezinen kertenkeleler sıcaktan şikâyetçi değil gibiler. Bulutsuz gökyüzünün ortasında güneş olanca kızgınlığıyla çölü iyiden iyiye gevretiyor.

“Sen kimsin?” diyor bana.

“Bu soruyu benim sormam gerekmez mi?” diyorum.

Yüzünde gayet ciddî bir ifade ile “Soruma soruyla yanıt verme!” diyor.

“Adım Tank ve bu benim rüyam.”

Kızgın kızgın söylenmeye başlıyor, “Hay amına koyayım… Bitti sanmıştım, artık sadece motoruma atlayıp gezeceğimi düşünüyordum!”

Cümlesine devam edecekken bir gök gürültüsü geliyor. Daha önce hiç duymadığım kadar şiddetli. Beyaz sakallı adam başını yukarı kaldırıp “Tamam, anlaşıldı, hiddetlenmene gerek yok patron” diyor. Bir çeşit deli olmalı.

“Kiminle konuşuyorsun sen?” diyorum.

“Anlatsam da inanmazsın boş ver” diyor. Cümlesini bitirince gözlerini sımsıkı kapatıyor. Kısa süreli bir trans… İlginç geliyor bekliyorum. Gözlerini açıp bana dikiyor.

“Ne oldu?”

“Bir şey yok sadece bakıyorum?”

“Neye?”

“Yeryüzündeki en şanslı orospu çocuğuna.”

Tekrar gök gürültüsü. Ellerini iki yana açıp patronu sakinleştirme telaşı içinde “Tamam tamam küfür yok” diyor gökyüzüne.

Başımı kaldırıp göğe çeviriyorum; sadece mavi bir gökyüzü ve sapsarı bir güneş var. Gözlerimle nafile bir çaba içinde bulut arıyorum. Söze tekrar giriyor.

“Benim kim olduğumu merak ettiğini biliyorum ama inan ki bunun önemi yok. Kim bilir belki de senin gelecekteki görüntünüm ve yollarımız tuhaf bir şekilde burada kesişti.”

“Gelecek mi? Ne geleceği ihtiyar? Bu sikimtrak kılığınla karşıma çıkıp bana aksakallı dedelik mi yapacaksın? Bu kılıkla gençliğinde bir halt edememiş züppe işadamlarına dönmüşsün yahu.”

Gıcık bir kahkaha atıyorum. İhtiyar kızıyor, “Sınırı aşıyorsun delikanlı!”

“Sınırı mı aşıyorum? Hangi sınırı lan? Rüya bu be, istediğimi yaparım. Uçarım, koşarım, defalarca vurulup ölmem. Rüya dediğin budur.”

“Bilinçaltım ne tür bir bokluk peşinde bilmiyorum ama seni karşıma çıkaran da benim. Belki yakınlarda bir gün bir yerde sana benzeyen biri karşıma çıktı ve onu gördüm -ki muhtemelen öyledir- ve işte şimdi yanımdasın.”

“Doktor Freud’da aynısını söylemişti biliyor musun? İkna edene kadar akla karayı seçmiştim. Aynı rüyayı seksen gece görünce ufaktan kıllanmıştı ama seksen sekizinci gece pes etmek zorunda kaldı, hatta o aralar bir de kitap yazmıştı.”

“Düşlerin Yorumu.”

“Her neyse. Konumuz Freud değil. Konumuz zaten sen de değilsin.”

“Eeee ne halt etmeye rüyamdasın öyleyse?” diyorum. Alaylı bir ifadeyle benimle kafa bulmaya kalkıyor, “Sana yarınki at yarışı sonuçlarını söyleyeceğim.”

“Taşak geçme benimle.”

“Hahahaha kızma hemen evlât, tutturmuşlar elinde asa ile bir aksakallı profili gidiyor. Yirmi birinci yüzyıldayız artık, asa mı kaldı, hırka mı? Devir Smart phone devri!”

Cebindeki son model telefonu çıkarıp gözüme sokuyor.

“Bildiğin manyaksın sen” ilk defa kinayeli de olsa gülümsüyorum.

“Pek normal olduğum söylenemez.”

Bu arada kolunu bana doğru uzatıp Betty Boop dövmesini gösteriyor. Diğer dövmelerin yanında oldukça mütevazı bu dövme. Küçük kırmızı boynuzu ve şeytan kuyruğu var Betty’nin.

“Güzelmiş. Nerede yaptırdın bunu?” diye soruyorum.

“Bir dövmecinin rüyasına girmiştim. O yapmıştı. Aidsli birine kullandığı bir iğneyi bir başka müşterisine kullanmıştı. Müşterisi hastalığını anladığı gün onu öldürmeye gelecekti. Hayatını kurtarmıştım ve o da bana bunu hediye etmişti.”

“Betty Boop ne alâka?”

“Çizgi filmi yalnızca siz mi izlediğinizi sanıyorsunuz?” duraksıyor. Geçmişe doğru bir yolculuk yaptığı aşikâr. Ardından derin bir iç çekiş, çizmesinin burnuyla yere ufak bir tekme atıyor, “Nur içinde uyusun Max Fleischer. Senden daha yaratıcı olduğu kesin biriydi.”

Lâfa girmesem, muhabbet sonsuza kadar sürecek gibi. Derdinin ne olduğunu anlamak için sözünü kesip bir olta attım ortaya, “Anladım morukcum. Yanlış anlama ama o kadar girmişsin rüyama ama bana hâlâ bir numara göstermedin. Hadi bana en iyi numaranı göster de şenlensin biraz ortalık.”

Sözlerini kestiğimi fark etti ve bakışları bir anda değişiverdi. Tam karşımda duran ihtiyar motorcu bir anda ciddîleşti, “Uyanman gerek!”

“En iyi numaranı göster diyorum, uyanman gerek diyorsun. Yapabileceğinin en iyisi bu mu? Yani bu kadar geyiğin arkasından bir iki numara görmeyi hak ettiğimi düşünüyorum.”

İhtiyar sırtını dönüp motoruna binip ve çalıştırıyor. Motorcu yeleğinin arkasında nal gibi harflerle “Demon of Heaven” yazıyor… Türkçesi “Cennetin İblisi”. Daha iyisi yok muydu, yoksa yukarda bile Amerikan özentiliği mi vardı, anlayamıyorum o an.

Başını son defa bana çevirip, “Şimdi uyanman lâzım, kızı ve seni almaya geliyorlar.” Cümlenin ardından gözlerini pörtleterek, “Kaçın aptallar” diyor.

“Biz aksakallı sanmıştık, sen Gandalf çıktın ihtiyar. Şaşırtıcı olmaya mı çalışıyorsun, soytarılık mı yapıyorsun bilemedim” diye sesleniyorum arkasından.

Gaza basıp giderken son bir defa daha şansını deniyor, “Ne yaparsan yap sikimde değil!” Ardından sağ elinin orta parmağını kaldırıyor. Ansızın, motora mavi, sarı karışımı bir yıldırım düşüyor, ardından gökyüzü ortadan yarılmış gibi bir gümbürtü kopuyor. Oysa havada tek bir bulut yok. Aksakallı ve motoru yok oluyor.

Yalnızlığım, içime bir bulut gibi çöküyor. İlk defa bir ürperti sarıyor bedenimi. Çölün ortasında yalnız, üstelik harmanım. Hemen üstümü başımı kontrol ediyorum. Mevzuu büyük, siyahî, kalın ve damarlı… Konuyu yeni bir gelin gibi kavradığımı fark ediyorum ki üzerimde tek dal joint yok. Uyanmam gerek, diyorum, gidip sağlam bir cıgara sarmalıyım. Uyanmalıyım… Bira da olur, cigara da. Bir tünel görüyorum “Gel bana” diye el ediyor sanki. Kendime “Annemin rahmi mi acep?” diyorum tünele yaklaşırken ve karanlık sarmaya başlıyor çevremi. Gözlerimi karanlığa alıştırmak için iyice açıyorum. Sıcak ve nem iyiden iyiye bedenimi kaplıyor. Tuhaf bir şekilde erekte oluyorum. Kamışımın aşağıdan bakıp “Şikâyet ettiğin şey ‘karanlık, sıcak ve nem’ öyle mi?” diye güldüğünü duyar gibiyim. Uyanmaya başladığımı anlıyorum.

Gözlerimi yavaş yavaş açıyorum, gün henüz aydınlanıyor olmalı. Siyah perdelerin arasından, duvara sızma yapmaya çalışan cılız ışıktan anlıyorum bunu. O sırada dışarıdan ezan sesleri geliyor. Gülcemal çırılçıplak yatıyor hâlâ. En son dilim dilinin üzerindeydi. Ne ara uyudum ben? Kalkıp bir cıgara sarmak için doğruluyorum. Giriş kapısına doğru yolumu bulmaya çalışırken ayağımı bir koltuğun kenarına çarpıyorum. Ayak parmağımdan beynime gelen acı sinyalini algılama sürem saniyede bir milisaniye. Acının söze dönüşmesi saniyede yaklaşık üç milisaniye.

“Ananı skym!!!!!!”

Ses hızı saniyede yaklaşık üç yüz kırk metre. Elimi ağzıma götürmem ve kapıdan gelen, “İçerdeler” sesini duymam arasında geçen süre yaklaşık iki saniye. Bu hesabı yapmama neden olan bilgiye sahip olmamın bedeliyse sikimde değil. Kapıya doğru bir hamle yapıp kapıyı kilitliyorum. Yatak odasına gidene kadar, elimden geldiğince ortalığa yığılan pılımızı pırtımızı toparlamaya çalışıyorum. Gülcemal’e ulaşıyorum. Çoktan üzerini giyinmiş. Bana sağ eliyle pencereyi göstererek “Şuradan” diyor. Pencereden atlayıp sitenin içinden yıldırım hızıyla geçiyoruz. Gülcemal, sanki her yeri avucunun içiymiş gibi biliyor. Duruma huylanıyorum. Bu kızda başka bir iş var.

Sabah güneşinin ormana sızmasıyla birlikte, takip ettiğimiz yürüyüş yolundan ayrılıp önce bir patikaya ardından mağara gibi bir oyuğa giriyoruz. Taş duvarlardan yer yer sular akıyor. Karanlığa doğru on beş yirmi adım daha girip soluklanmak için çöküyoruz. Üzerinde Seda’ya zamanın birinde aldığım kamuflaj fanila ve yürüyüş botlarıyla birlikte rahat bir keten pantolon var. Sanki daha önceden bunu yaşayacağımızı biliyor gibi seçmiş giyeceklerini. En sonunda soruyorum.

“Başından beri kim olduğunu soruyorum. Artık bana doğru dürüst bir cevap verecek misin?”

“Tamam” diyor sarı saçlarını iki eliyle başının arkasında toplarken, “Yaklaş bana.”
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan