Karşı Duvarın Yazıcısı

Tank | 6

19 Haziran 2023

Öykü: Tank | 6 | Yazan: M. Gökhan Üvez

 

İndeks

Tank | Bölüm 1
Tank | Bölüm 2
Tank | Bölüm 3
Tank | Bölüm 4
Tank | Bölüm 5
Tank | Bölüm 6
Tank | Bölüm 7

 
Nihayet akşamüzeri varmak istediğim noktadayım. Evime yürüyerek yirmi dakika mesafede kentsel dönüşmüş bir getto. Bu gibi yerlere ibneleşmiş şehir diyorum. Komşuluğu, üretkenliği, insanların aynı sefaleti yaşasa da birbirine sahip çıktığı bir gecekondu yerleşkesinden, tamamen iğdiş edilip üretkenliği elinden alınmış, asimile ve edilgen bir apartman mahallesine dönüşmenin, “zevk için” cinsiyetini değiştiren insanlardan farkı yok benim için. Devlet tarafından ortalıklarda görünmesi istenmeyen, Çingene, Kürt, Suriyeli ve dahi oy verme zamanları ve cemaatlere insan kaynağı olmak dışında bir işe yaramayan kim varsa burada.

Evlerin zemininde duvardan duvara cami halıları serili. İmam, başlarda camisinden çalınan halılardan şikâyetçi olsa da devletin diyanetinin Vatikan bütçesini andıran bütçesinden hemen her ay yeni halı getirtip camiye döşetmeyi beceriyor. Bu kadar fakir ve cahil bırakılmış insanın bir şekilde dizginlenmesi gerek sonuçta. Askerde yemeklere konan şap gibi, yoksulluğun ve ayrıştırılıp bir kenara itilmenin kişisel öfkede tavan yaptığı yerlerdeki en iyi uyuşturucu burada da iş başında.

Sokaklar, caddeler ve mahalleler mürit kapma kavgasındaki cemaatlerce ele geçirilmiş, hemen hepsi tek merkezden yönetilse de hepsinin şeyhleri, şıhları aynı amaç için örgütlü. Daha çok güç, daha çok para… Yıllarca hor görüldükleri safsatalarıyla yıkanmış ilkel beyinler, ılık ateşte iyice pişene kadar beklenip kâh kritik devlet görevlerine kâh üzerine bomba bağlanıp devlete ve halka gözdağı vermeye gönderiliyor. Sikine demir boru bağlayıp cennette huri düzme üzerine kurulu tuhaf bir inanış pompalanıyor körpe beyinlere. Arada agnostik, deist ya da ziyadesiyle oportünist elemanlar da gergedanın sırtındaki parazitleri ayıklayan çayır kuşları misali kendi paylarına düşeni almak için yardırıyorlar. Tıpkı Ferit gibi.

Sağdan soldan gelen tacizkar bakışlar arasında Ferit’in evini buluyorum. İki katlı dört daireli köhne bir ev. Arabayı önüne çekiyorum. Gülcemal’i de yanıma alıp apartmanın bütün zillerine basıyorum. Kara çarşaflı bir kafa ikinci katın penceresinden aşağı sarkıp bize bakıyor. Kafa kaybolduktan birkaç saniye sonra apartmanın kapısı açılıveriyor. Temkinli adımlarla üst kata hareketleniyoruz. İkinci kata varmadan camdan sarkan kara çarşaflı kadın karşımıza dikiliyor. “Ferit’i arıyorum” diyeceğim sırada, başındaki çarşafı sıyırıyor kadın. Çarşafın altındaki sima tanıdık: Ferit!

“Bu ne hal lan?”

“Uzun hikâye, yolda anlatırım” diyor it.

Önümüzden kaçarcasına aşağı iniyor. Kapıya ulaştığında durup çarşafı kapatıyor tekrar. Bana dönüp
“Başımız dertte” diyor.

“Başımız dertte mi?” dallamaya fena kızgınım patlıyorum: “Ulan hıyarağası iki gündür ensemde ayı böğürüyor. Ne halt edeceğimi, nereye gideceğimi şaşırdım. Koduğumun şehrinde evime giremiyorum, sen başımız dertte diyorsun.” Sakinleşmeye gayret ederek arabayı gösteriyorum. “Belânı siktirmeden bin arabaya, sıçtığın bokları temizlemeye gidiyoruz.”

Lâfımı ikiletmeden kapıyı açıp arabaya ulaşıyoruz. Sağına soluna bakınıyor hâlâ. Arabanın kapısını açıp binmesi için koltuğu yatırıyorum. Arka koltuğa kendini balıklama atıyor. Gülcemal de bindikten sonra motoru çalıştırıyorum. Arkadan bana “Şehir dışına sür” diyor. “Tabii hanımefendi” diyip gaza basıyorum. Tosbağanın motorundan çıkan metalik sesler eşliğinde ve motorun elverdiği hızla uzaklaşıyoruz bu lânetli semtten.

Ferit semtten çıkar çıkmaz üzerindeki kara çarşafı çıkarıp direkt konuya girmek istiyor. Engelliyorum. Koltuğun yanına zulaladığım paketi çıkarıp Ferit’e “Şimdi konuşma, sadece sar” diyorum. Gülcemal’e bakıp ”İçiyor mu?” diye soruyor. Bakışlarındaki puştluğu sezip sertçe “O içmiyor” diyorum. Sesimin tonundan mesafesine balans çekmesi gerektiğini anlıyor. İki cıgarayı sarıp, yakıp bitirmemiz on beş dakika. Çevre yoluna varmak üzereyiz. Niyetim önce Ferit’i çözmek. Kuzey ormanlarına doğru kırıyorum ilk fırsatta. Sessiz sakin ve kimsenin rahatsız edemeyeceği kadar uzağa çekiyorum arabayı. Ferit’e dönüp “Şimdi anlat” diyorum.

“Neyi anlatayım?” diyor sığır aliyhisselam.

“Quantum sıçramalarından başla” diyorum.

“O ney lan?” diyor mal mal bakarak.

“Seni sikerim Ferit” diyorum. “Sonrada polise gidip ‘rızası vardı’ derim.”

Gülcemal her zamanki gibi sessiz sedasız oturup dışarı bakıyor. Konuyla uzaktan yakından alâkası yokmuş gibi. İlk defa bu sessizliği sinirime dokunuyor ama sesimi çıkarmıyorum yine de. Bu arada Ferit ötmeye başlıyor.

“Abi tamam kızma. Seninle harman olduğumuz geceden önce de gidiyordum ben bu Hacı Derman’ın yanına.”

“Ne zamandır gidiyordun?”

“Abi ben bunların yurtlarında kaldım bir süre. Sağdan soldan fakir fukara, garip gureba öğrencileri bulup getiriyorlardı okusunlar diye. Ben de işte getir götür ayak işlerine baktım bir süre. O arada bunların ticarî ilişkilerinin birçoğunu da öğrendim işte. Bunların çalışması basit aslında. Yurtlarda okuyan bebelerin çoğu sınavla alınıyor yurtlara. Kafası basmayana yer yok. Ya da kafası basmayanların da babaları falan yurtlara para veriyorlar bebelerini okutmaları için. Aralarında kim daha fazla ibadet ederse ona sorumluluk verip dokunulmaz kılıyorlar giderek. Sorumlulukları ilerde yurtların içinde öğretmen olmaya, yönetici olmaya doğru gidiyor işte. Bu arada yurtların çevresindeki bölgeler parsellemiş durumda. Her yurt, kendi bölgesindeki iş adamlarından yardım falan topluyor, biliyorsun işte. Bizimki gibi fakir yerlerdeki garibanları da ayak işlerinde falan kullanmak için öylesine toplantılar falan ayarlıyor herifler. Hangi semtte kimin neye ihtiyacı varsa onun üzerine gidiyorlar. Bizim oranın harmanı bol, donsuzu meşhur malûm. En kaliteli mallarla topluyorlar milleti işte. Tabii bu arada yurtlardan mezun ola ola bi’ yerlerlere gelen elemanlar da bunların resmi işlerinde bir sürü zorluğu ortadan kaldırıyor. Piyasada inşaat, sigorta, emlâk işleri bunların elinde. Mafya gibiler. Daha büyük cemaatleri de devlet içine sızıyor çaktırmadan. Polisi, yargısı, askeri her yere girmişler. Kakalak gibiler. Başlarındaki hergeleye tapıyorlar resmen. Siyasî partilere bile sirayet etmişler, bildiğin gibi değil. Bazıları deşifre olunca ellerindeki gücü kullanıp memleketin anasını bellemeğe kalkmış dün gece. Millet gaza gelmiş, bunlarla baya baya savaşa girmiş. Ortalık yangın yerine dönmüş. Şimdi devletin hınç alma zamanı başlıyor. Kim var, kim yok toplamaya başlarlar bunlarla ilişkisi olan. Ben de o yüzden böyle giyindim. Kaçacakken sen geldin.”

“Lan amma çok konuştun. Sen bunun bu kızla ne ilgisi var onu söylesene asıl?”

“Abi duyduğuma göre bu kız her boku biliyormuş. Artık nasıl yapıyor bilmiyorum bi’ adama dokunduğunda adamı bilgisayar gibi çözüyormuş resmen. Ne düşünmesini istiyorsa, ne yapmasını istiyorsa her istediğini her dediğini yaptırıyormuş adama. O yüzden bütün cemaatler bu kızın peşindeydi. Benim bildiğim de bu işte. O seninle gittiğimiz gece ortaya getirdikleri o buhurdanlıktaki mal da dünyanın en kaliteli malıydı. Adamlar Kolombiya’dan özel getirtmişlerdi. İstediklerini yaptırabilecekleri birini arıyorlardı. Seni söyledim onlara. E o kadar zamandır tanıyorum seni. Dört üçlüyü kırıp bana mısın demeden on kişiye dalmışlığını biliyorum senin. Bu işi yapacak tanıdığım tek kişi sendin işte.”

Duyduklarımdan sonra celâlleniyorum, “Ulan göt! Ben de seni azıcık adam sanmıştım.” Yine de bülbülü ürkütmemek için geri vitese alıyorum öfkemi. “Neyse anlat daha, anlat sonra sikecem tahtanı senin.”

“Abi daha ne anlatayım? Gittik, kızı aldık, parayı verdim işte sana.”

“Ferit, eksik anlatıyorsun oğlum. Polis bunlarla alâkalı herkesi toplar tabii toplamaya da seninkiler işin içinde değil bir! İkincisi toplasalar bile senin gibi bir yavşağı kim ne yapsın? Kafanı gözünü kırdırmadan anlat hepsini.”

“Abi vallaha…”

“Ulan ibne, keşlerin yemini sayılır mı? Dökül sen dökül!”

“Tamam abi tamam… Dün gece bunların zulalarını boşalttım.”

“N’aaptın?”

“Abi vallaha bu kadar parasızlık canıma tak etti. Zaten ibnelerde para, mal ganimet gibi, kimse siklemez diye düşündüm. Yirmi kiloluk çuvalı zulaladım bi’ yere. Bak satayım bölüşürüz, para sorun değil, yeter ki kurtar bizi.”

“Ulan mal! Gidip Taksim’de açıp götünü millete domalsaydın ya hiç değilse üç beş yaşındaki bebeyi beliği tecavüzden kurtarır bir işe yarardın!”

“Abi n’apayım fakirlik canıma tak etti. Hem anamı bulmaya yeminim var biliyorsun.”

“Hay senin ananı…”

“Abi deme öyle. Bak ocağına düşmüşüm. Sığınacak senden başka kimsem yok biliyorsun.”

Anlattığı hikâyeyi gözden geçirmem gerekiyor. Mevzu insan olunca kendime bile güvenmem çünkü. Kafamı toplayıp bir değerlendirme yapmam gerekiyor ama önce bir hınç işim var almam gereken.
Arabadan inip Ferit’i kibarca dışarı çağırıyorum. Dışarı çıkması için koltuğu öne yatırıyorum önce. Kafasını arabadan çıkarır çıkarmaz okkalı bir tokat indiriyorum. Yiyeceği naif dayağı anlayınca geri kaçmak istiyor ama ensesinden yakalayıp dışarı çekiyorum. Deliğine kaçmaya çalışan solucan gibi çekiyorum arabadan ibneyi. Kendini yerden yere atıyor tokatladıkça. Bir yandan da bağırıp duruyor; “Tank abim ben ettim, sen etme.”

“Lan puşt, herifler benim götümden kan alacak! Böyle bir kızı yarak manyağı yapmışlar sen hâlâ ‘Ben ettim sen etme’ diyorsun. Seni sağ bırakmak insanlığa karşı suç lan. Lahey’de yargılarlar lan beni. ‘Niye sağ bıraktın bu herifi?’ diye”

“Abi valla, abi valla aklım başıma geldi… valla geldi, billa geldi… Vurma daha n’oolur, bokunu yiyim vurma…”

Hıncım yatışırken ibnenin yüzündeki tokat morluklarını fark ediyorum. Parmak izlerimi tek tek seçebiliyorum yüzünden. Daha fazla vursam bayılacak, biliyorum. Vurmayı kesip arabayı gösteriyorum binmesi için. Üçlü üstüne bir de bu dayak faslı girince susuzluk tavan yapıyor bünyede. Arabaya geçip kontağı çeviriyorum. Gülcemal’e bakıyorum sakin ama korktuğunu anlıyorum.

“Korkma diyorum. Ara sıra olur böyle.”

“Korkum senin yaptıklarından değil” diyor. Siz konuşurken bir sürü şey geçti gözümün önünden. Daha önce de gördüğüm şeyler.”

“Nasıl şeyler?” diyorum…

“Örümcek ağı gibi her yerdeler. Bütün dünyayı sarıp sarmalamışlar. Dünyaya dişlerini geçirmiş emiyorlar.”

“Dumandandır o, dumandan… Yanında içmemek lazım anlaşıldı.”

“Anlamıyorsun…” deyip sessizliğine çekiliyor tekrar. Yine kızıyorum ama ona dokunamayacağımdan söyleniyorum rahatlamak için; “He amına koyayım anlamıyorum. Hepiniz âlimsiniz ya, bir ben bi’ boktan anlamıyorum. Alayınızı boğazdan atıp kurtulacağım artık.”

Arabayı ormandan çıkarıp mola yeri bulana kadar sürüyorum. İlk mola yerinde iki litreye yakın su içiyorum. Günlerdir neredeyse hiç su içmeden nasıl durduğuma hayret ediyorum. Midemin içinden çalkalandıkça sesi geliyor. Çocukken de güldüğümü hatırlıyorum buna. Yine gelip yerleşiyor bir gülümseme. Gülcemal tuvalete gidiyor. Ferit de peşim sıra geliyor su içmeye. Suratta beşparmağımın izi hâlâ duruyor. Bir litreyi de o devirdikten sonra parayı ödeyip arabaya yollanıyoruz. Beş dakika sonra Gülcemal gelip oturuyor yanıma. Ekip tamam yola çıkıyoruz yine.

“Nereye?” diye soruyor Ferit.

“Sen söyle” diyorum.

“Abi direksiyon sende, nereye diyorsan oraya.”

“Bu Derman’ın asıl yeri neresi?”

“Abi delirdin mi öldürürler bizi.”

“Öldürmeyenin amına koyayım Ferit, sen yolu söyle.”

“Abi o herifin bir sürü yeri var, hangisini diyeyim bilmiyorum ki.”

“Hangisi en yakınsa onu söyle Ferit.”

Gülcemal ilk defa lâfa karışıyor; “Ben biliyorum nerde olduğunu.”

“Sen nerden biliyorsun?” diyoruz Ferit’le aynı anda.

İkimize de sırayla bakıyor. Ferit’in arkasına yaslanırken: “Şimdi yaprağı yedik!” dediğini duyuyorum.

“Sen o dediğini, bana bu kızı kaldırtırken yedin Feriiit” diyorum.

Gülcemal’in kıkırdadığını duyuyorum ilk defa. İster istemez gülümsüyorum ben de.
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan