Karşı Duvarın Yazıcısı

Tank | 2

22 Mayıs 2023

Öykü: Tank | 2 | Yazan: M. Gökhan Üvez

 

İndeks

Tank | Bölüm 1
Tank | Bölüm 2
Tank | Bölüm 3
Tank | Bölüm 4
Tank | Bölüm 5
Tank | Bölüm 6
Tank | Bölüm 7

 
Şehrin borumbok semtlerini geride bırakıyoruz. Direksiyonda Ebabil var. Elli santimlik bebenin boyu direksiyona nasıl yetişiyor anlamıyorum. Ön camdan gökdelenler akıyor, güneş akıyor, sefalet ve zenginliğin akıl almaz çelişkisi akıyor, şehrin irini olduğu gibi üzerime akıyor. Kirlenmemek, peygamberlik gerektirir. Bir sigara yakıyorum bilinmeze akarken. Ebabil zıplıyor, “Tank ağabey arabada sigara içmezsek yalnız…”

“Arabaya sokayım Ebabil, sana bir şey olmasın.” Dumanı yüzüne üflüyorum, öksürüyor. Geber Ebabil. Sana bu ismi koyanın akıl hocasını sikeyim Ebabil.

Araba şehrin tıkış tıkış dönüşen kentsel yapısına göre geniş sayılacak bir arsada duruyor. Ebabil büyür gibi olmaya başlıyor. Arabadan inip kapımı açıyor, “Geldik ağabey.”

Kafamı kaldırıp bakıyorum. İlerde tersaneler görünüyor. Ölen işçilerin cesetleri ve patronların o cesetlerle beslenirken çıkardığı iğrenç kokular, nursuz şehrin üstüne uğursuzca çöreklenmiş. Doymak bilmeyen işkembelerinin şişkinliğince bir kasvet havası hâkim havaya. Manzaradan ve gelen kokudan rahatsız olup arabanın camını örtüyor ve başımı sola çeviriyorum. Ebabil’e takılıyor gözüm. Bir kuşa dönmeye başlıyor. Patronların cesetleri daha kolay hazmetmeleri ve yeni cesetleri toplaması için eğitilmiş bir kuşa. Arapça bir şeyler ötüyor. Sakin ol Ebabil, sakin ol oğlum.

Arsanın elli metre ötesinde beş katlı apartmana benzeyen bir yapının önüne kadar yürüyoruz. Üzerinde Şahbaz Efendi Talebe Yurdu yazıyor. Ebabil önde, ben arkada giriyoruz içeri. Sigara çekiyor canım; çorap kokuları, ayak kokuları, bayat sabun kokuları ve hepsini örtmeye çalışan cami önü iğrenç amber kokusu. ‘Böyle bir karışımda şahane kafa olur’ diyorum kendime.

Ayakkabılarımızı çıkarıp bir hole geliyoruz. Sağa ve sola uzanan iki ayrı koridorun ortasından yukarı çıkan bir merdivenden tırmanmaya başlıyoruz.

“Merdivenin yanındaki asansöre niye binmedik?” diye soruyorum dördüncü kata geldiğimizde.

“Ağabey, o asansör ağabeyler için. Kartla çalışıyor” diyor Ebabil.

“Ağabeylerini sikeyim Ebabil.”

Katları çıkarken sağa ve sola uzanan koridorlardaki kapıları görüyorum. Yatakhaneler, derslikler ve belletmen odaları. Yerler halı kaplı, girişteki kokunun aksine yukarılar daha temiz. Her katta on üç, on beş yaş arası çocukların bakışlarını hissediyorum üzerimde.

Dördüncü katın sağ koridorunun ucundaki odaya giriyoruz. Bir fotokopi makinası yanında kısa boylu, uzun saçlı bir tamirci. Elleri simsiyah. Her yer kömür karası. Anlamadığım bir dilde arıza anlatıyor yanındaki adama. Kenardaki masanın üzerinde makinenin ciğerleri ve üzerinde parmak izleri dolu bir çay bardağı var. Alet edevat dolu çantası masadan düşecek gibi. Yanında sanayi tipi bir elektrik süpürgesi. ‘Ne skim iş lan bu’ diyorum düşünceme. ‘Boş ver’ diyor. Herkes para kazanmalı. Bu arada geldiğimizi fark eden tamircinin konuştuğu adam bize dönüyor.

“Hoş geldiniz.”

Başımı sallıyorum. Adam tamirciden izin isteyip yanımıza geliyor. Elini uzatıyor.

“Ben Hamdi.”

“Tank ben.”

Burnu kancaya benziyor. Altında ince bir bıyık, saçlar kısa ve taralı. Yer yer kırlar başlamış. Yirmilerin ortası. Boy bir seksen civarı. Gözüm kesiyor. “Teke tekte yerim bunu” diye düşünüyorum. Ebabil karışmamalı. Yoksa ikisi marizlerler beni.

Birlikte odasına giriyoruz. İki çek yat, bir masa, üç sandalye. Hepsi de dökülüyor. Kanepenin göt izi oluşmuş yerine yerleşiyorum. Tam bana göreymiş. “Fazla rahat olma lan” diye çıkışıyorum içimdeki müptezele. Direkt konuya girmek niyetindeyim. Hamdi, Ebabil’e bakıp, ince, narin parmaklarıyla “İki”, ince bıyığının altından fışkıran dudaklarıyla “Çay” diyor. Ebabil mahcup çıkıyor odadan. Direkt konuya dalıyorum, “Derdiniz ne?”

“Önce bir sakin ol muhterem” diyor ince bıyık. “Bizim derdimiz sadece Allah. Başka bir derdimiz yok.”

“Bırak lan bu götünü yediğim ayaklarını. Allah Allah diye diye somurdunuz milleti. Derdiniz ne onu söyle.”

“Vallahi muhterem” diyor sırıtarak “Bu biraz narin bir mevzuu bizim için. O yüzden biraz sakin konuşsak iyi olur.” Hâlâ sırıtıyor. Bu sırıtma sinirlerime iyi gelmiyor. Dudaklarımı ısırıyorum sinirden.

“Anlat lan, dinliyorum. Sabah sabah evimdeki kızı, iki metrelik bir çam yarmasıyla kaçırmaya kalkmak ne demek?”

“Bir kere biz kimseyi kaçırmayız. Bu dediğim gibi hassas bir konu. Yolunu yanlışlıkla kaybetmiş bir kızımızı yuvasına geri götürmeye çalışıyorduk yalnızca. O kız bizim Şahbaz Efendi hazretlerinin torunudur. Babası Nadir Efendi ile birlikte Başkan’ın Çırağan Sarayı’nda verdiği bir davete katılmışlardı.”

“Eeee?”

“Eeesi gece geç saatte hususî otosunun önünü kesiyorlar.”

“Kimler?”

“Başka bir cemaat. Hacı Derman namıyla bilinir.”

“Biliyorum. Dün gece oradaydık” diyorum.

“Hah işte, taşlar şimdi oturmaya başlıyor yerine” deyip ellerini ovuşturuyor. Sinir oluyorum. Ellerini sinsi tüccarlar ve Yahudiler ovuşturur. Leş bulan sineklerin kanatlarını ve ayaklarını temizlemek için yaptıkları hareketlere benzer bu hareket ve çocukluğumdan kalma hatıraları getirir gözümün önüne. Yahudi kuyumcu Şimon Efendi’nin babaannemin bileziklerini satın alırkenki hâli ve tezgâhın üzerine damlayan çay birikintisine çöken sinek gibi. Hatta Red Kit’teki cenaze levazımatçısı hırbonun, bir düello sırasındaki hâli gibi.

“Taşlar?”

“Baştan alayım o hâlde muhterem. Bu Derman Efendi denen adamın üç tane hanımı var. Üçü de farklı cemaatlerin kızları. Kuşçu Mükerrem Efendi Cemaati, Abdülkadir Efendi Hazretleri Cemaati ve devlete de çok yakın olan Hamdullah Efendi Cemaatinin kızları. Her birinin devlet içinde kendi yeri, önemi ve makamları var ama Derman denen adam, sözüm ona birleştirici güç olmak için, Şeyhimiz Nadir Efendi’nin kerimelerine de göz dikmişler. Geçen ay istemeye gelmişlerdi ama Nadir Efendi Hazretleri kibarca reddetti onları lâkin Derman Efendi kafaya koymuş olmalı ki kızı kaçırmayı göze almış. Dün geceki sohbetin ardından kızı kaçırmak için bazı adamlarını yollamış.”

Sözün burasında başını öne eğip, göz ucuyla bana bakıyor. Sanki yüzümde bir şeyler arar gibi. Tanıdık bir tepki ya da öyle bir şey.

“Rivayete göre bazıları Derman Efendi’nin soyunun Hasan Sabbah’a kadar gittiğini söylerler.”

“Hasan Sabbah kim?”

“Haşhaşilerin komutanı. Alamut Kalesi’nin kumandanı. Devletin en tepesindekilere gizli operasyonlar yapmalarıyla bilinirler. Suikastlar öncesinde, suikastçılarının haşhaş kullandığı söylenir. Bazen sokaklarda işlenen tinerci sair cinayetlerde kullanılan “haplanmak” tabirini duymuşsunuzdur. İşte onun gibi bir şey. Ve dahi dün gece ne oldu bil?”

“Ne oldu?”

Önündeki dizüstü bilgisayarını bana doğru çevirip tepkimi ölçmeye çalışıyor. Tık yok. Bir tuşa basıyor ve ekran hareketleniyor. Bir güvenlik kamerasının yüksek çözünürlüklü görüntüleri… Siyah bir BMW X6, bir Mercedes’in önünün kesmiş. BMW’den iki adam iniyor. Biri Mercedes’in kapısını açıp içindeki kara çarşaflı bir kızı tutup çekiştiriyor. Diğeri belinden çıkarttığı silâhı aracın şoförüne doğrultmuş tehdit ediyor. Kara çarşaflı kızın çarşafı üzerinden kayıyor. Bingo! Kızı şıp diye tanıyorum. Evde beni bekleyen Bilmiyorum’un ta kendisi. Kızı BMW’ye çekiştiren adam tanıdık. Diğerini de çıkarmam an meselesi ama o sırada dudaklarımdan istemsizce bir cümle dökülüyor, “Hastir! Benim lan bu!”

Kızı kolundan çekiştire çekiştire arabaya sokuyorum.

“İşte size anlatmak istediğim de buydu muhterem” diyor ince bıyık. “Görüntülerdeki kişinin siz olduğunu anladık. Adresinize ulaşmak sadece bir buçuk saatimizi aldı. Malûm bize istediğimiz pek çok şeyi veren bir millet iradesi var arkamızda. Aslında emniyeti devreye sokacaktık ama oldukça hassas bir konu olduğu için…” sözünü burada kesip “Götüyle dağ deviren Ebabil’i gönderdiniz öyle mi?” diyorum.

“Eh benim gelmem yakışık almazdı. Yalnız anlamadığım bir şey var. Gülcemal’i arabaya götüren sizsiniz ama arabayı kullanan kim? Üstelik yaptığımız ufak araştırmada Gülcemal kardeşimizin neden Derman Efendi’nin yanında değil de sizin yanınızda olduğunu öğrenemedik muhterem. Derman Hoca Efendi dün gece müsaitti üstelik. Yani zevcelerinden hiçbiri yanında, yakınında da değildi. İstese sizden onu şıp diye çeker alırdı. Kaldı ki muhtemelen size onu götürmeniz için bir yer de söylemiş olabilir. Hangisi olduğunu bilemiyorum…” Cümlesini bekletip tepkime bakıyor, bir iki saniye süren ölümcül bir sessizliğin ardından beklediğini alamayınca devam ediyor, “… ama Gülcemal kardeşimizi sağ salim bulduk nihayetinde, öyle değil mi?”

“Aslında pek öyle sayılmaz”

Adama sabaha karşı yediğim boku nasıl anlatacağımı düşünüyorum.

“Nasıl yani?” dedi

“Adı Gülcemal, öyle mi?”

“Evet.”

“Ben sabah sorduğumda adını bilmediğini söylediği için ona Bilmiyorum diyordum. Kısaca hafızasına dair hiçbir şey yok kafasında.”

“Nasıl yani?”

“Nasılı masılı, sizin Nadir Efendi’nin kızı kendisi ve geçmişiyle ilgili tek bir şey hatırlamıyor. Durum bu. Daha kötüsü sabah kalktığımda, benim de geceye dair bir şey kalmamıştı aklımda. Sanki dün o toplantıya gittikten sonra birileri hafızamı silmiş gibi.”

“Toplantı derken? Dün zikir vardı Derman Efendi dergâhında onu mu kastettiniz?”

“Tam olarak öyle… Bizim Ferit’le beraber gittik zikire. Epeycedir harmandı. O da bi’ arkadaşından duymuş bunları, manyak dumanlanıyorlarmış, diye. Neyse ne, kalktık gittik, biraz Arapça dinleyip kestiririz, en kötü ne olacak, dedim. Sonra ortaya içinden dumanlar çıkan bir şey getirdiler. Ne olduysa ondan sonra oldu. Sabah evde uyandığımda Bilmiyorum yanımdaydı… sizin Nurcemal..” araya girip “Gülcemal” diye düzeltiyor. “Ne sikimse işte, o da evdeydi. Bir iki konuştuktan sonra, ikimizin de geceye dair bir şey hatırlamadığımızı fark ettim” sonrası bir kahvaltı için dışarı çıktım. Döndüğümde sizin Ebabil’i kızı omuzlayıp götürmeye çalışırken yakaladım.”

“Ferit kim?”

“Ferit, bir arkadaşım. Bizim muhitten, işsiz güçsüz elemanın teki.”

Konuyu kestirip atarken Ferit aklıma geliyor. Nasıl tanıştığımızı bile hatırlayamadığım ama uzaktan yancım olan dallama. Bitirimhanelerde gençliğini tüketen Apaçi. Mottosu “Kadın buldun mu pompala, yemek buldun mu ye, sömek buldun mu çek!”

On yaşında üvey babasının kamışını kesip eline vermiş. Yetimhanede kalırken anası gide gele gardiyanlardan biriyle anlaşıp kaçmış. O zamandan beri anasını yakalayıp kesme hayallerinde. Arada sırada, “O karı nasılsa bir gün karşıma çıkacak” diye kafa siker. Hayatın tersten pandiklediği bir herif kısaca. Legal olan her şeye alerjisi vardır. Genelde dolandırıcılık ve üçüncü sınıf mafyaların göz korkutma, adam kaldırma işlerine gider. Paranın varlığı, sadece harman olduğu vakit aklına gelir. Kafa yapan cemaatlere torbacı temin eder, komisyon alır. Civar mekânlarda ne kadar tinerci, balici var hepsini bilir, beleş kova buldu mu içine girer. Muhabbeti iğrenç olsa da bu jungle’da hayatta kalma becerisini takdir ettiğim ender elemanlardandır. Bir keresinde kalacak yer bulamadığı için tavladığı lise öğrencisi bir manitayla kapıma dikilmişti. O gece, geceyi bende geçirmelerine izin vermem karşılığında minnet borcu olarak haftada bir üçlü getirip bırakır bana.

Ferit’i düşünürken eleman tekrar devreye giriyor, “Gülcemal Hanım evde öyleyse.”

“Aynen öyle. Kapıyı benim dışımda kimseye açmaması için uyardım.”

“İyi yapmışsınız. Neyse haydi gidelim de Nadir Efendiyi de daha fazla merakta bırakmayalım.”

“E hadi gidelim” deyip kalkacakken Ebabil elinde iki bardak çayla giriyor. Kafasını da sarmış çay getirmeye gittiğinde. Yüzündeki kanı temizlemiştim ama yarık kafayı unutmuşum.

“Hayırdır Ebabil kafana ne oldu?”

“Ağabeyle tartıştık biraz.”

İnce bıyık ters ters baksa da sesini çıkarmıyor.

“Çayları arkadaşlarına ver Ebabil” diyor ince bıyık. Sonra da bana bakıp “E hadi gidelim” diyor.

Hamdi ile eve ulaşmamız kırk dakika otuz beş saniye. Trafik açık. Şans mı yoksa bu cemaatlere torpil mi geçiyor yukarıdaki bilmiyorum. Binaya girip yukarı çıkıyoruz. Evin kapısına ulaştığımızda kapının açık olduğunu görüyorum. İçimde anlatılmaz bir duygu. Heyecanla içeri giriyorum. Bilmiyorum’a sesleniyorum. Kimse yok. O ara Ömer beliriyor kapıda.

“Kanka neredesin sen? Yarım saat önce bir X6 geldi. Üç adam gelip kızı götürdüler.”

“Sen ne bok yiyordun peki? Niye aramadın beni?”

“Aradım oğlum telefonun kapalıydı.”

Elimi cebime atıyorum. Ömer doğru söylüyor, şarj bitmiş. “Hem müdahale etmek istedim ama hanımı biliyorsun bırakmadı ki.”

“Onlar” diyor ince bıyık “Kaçırmışlar.”

“Nereye giderler bir fikrin var mı?”

“Nereye mi? Tabi ki dergâha.”

“O halde gidelim.”

“Aman muhterem ne yaptın? Dergâh basmak kitaba uymaz. Başka bir plân yapmalıyız. Hem zaten iş senden çıktı. Sen artık pek ortalarda görünmesen iyi olur” diyor.

İçim içimi yiyor ama tamam diyorum. Saat on iki kırk beş. Midemden yükselen ses, açlığımı hatırlatıyor. Ömer salak salak suratıma bakıyor. İçimden saydırıyorum, “Amına koyayım Ömer, amına koyayım biten şarj, senin de amına koyayım Hacı Derman.”

O an istemsiz bir cümle çıkıyor ağzımdan: “Ömer karnım aç, bir şeyler getirsene” diyorum. Vakit kazanmak için yalnız kalmalıyım. Ben düşüncelerdeyken ince bıyık, kızın babasına telefonda durumu anlatıyor. Konuşması bittikten sonra bana dönüp, “Ben gidiyorum muhterem” diyor “Hadi Selâmın Aleyküm.”

“Sen de siktir git” diye geçiriyorum içimden. Kırık masaya, buzdolabına, halıdaki Ebabil’in kanı ve yanık sigaralara bakarak düşünmeye çalışıyorum. Çalış kafa, çalış kafaa…

Böyle olmayacak. Bir üçlü daha kırmak gerek. Hazırlıyorum. Dumanın kanımda zarif bir hatun gibi salınarak gezinmesini hissedebiliyorum. Gözlerim giderek açılıyor. Kedilerin karanlıkta görme yetilerine sahip olduklarını biliyorum. Bu da benim için öyle bir şey. Bir gözüm daha açılıyor. Artık her şey daha net. On dakika kadar sonra elinde yeşil fasulye yemeği ile Ömer çıkıp geliyor. Akşamdan kalma fasulyeler bana bakıyor, ben onlara. Midem bulanıyor. Üçlüyü mundar edip söndürüyor Ömer’e bakıyorum.

“Ömer götür şunu. Ben fasulye kullanmıyorum. Görünce bile midemi ayağa kaldırıyor.”

“Mis gibi Ayşe Kadın kanka. Seda daha dün yaptı.”

“Ömer, önce sana tecavüz ederim sonra da Seda’ya, rızası vardı, derim. Lan oğlum götür şunu!”

“Nimet lan, bu nimet.” Arkasını dönüp giderken “Bak gidiyor Ayşe kadın” diyor. Ömer’e bakıyorum. Beğendiği küfürleri bakışımın içinden çekip aldığına eminim. Ayşe kadını mahçup ettiğimi sanmıyorum.

Gider gitmez kapıyı arkasından kapatıp yatak odamdaki dolaba koşuyorum. Dolabın içindeki eşyalar üzerime yıkılıyor. Odanın içine rutubetli elbise kokusu yayılıyor. Elbiselerin altında bir yerlerde olmalı. Elimi gittikçe daha derinlere sokuyorum. Parmaklarımın araştırması uzun sürmüyor. O plâstik dokusunu kavrıyor parmaklarım. Heyecanla poşeti dışarı çekiyorum. Jamaika’dan özel Marihuana. Yaşamış yaşayacak en asi, en isyankâr bitkinin yaprakları. İstemsiz bir gülümseme yerleşiyor suratıma. Geçmiş canlanıyor gözümde.

Otuzlu yaşlarımda olmalıydım o sıralar. Hayatım boyunca kutladığım tek doğum günümün, tek hediyesi bu Marihuana. Aslında o gün doğum günüm bile değildi. O günlerde birlikte olduğum Jamaika manyağı Berfin getirmişti bunu bana. İlk ve son defa sarmıştım o gece. Berfin çok iyi sarıyordu. Sanki bu dünyaya Marihuana sarmak için gelmiş gibiydi. Aslında sikişi de fena sayılmazdı ama en iyi yaptığı şey sarmaktı.

Berfin’le, bir fahişenin evimden tüm ceplerimi boşaltıp gittiği günün ertesinde tanışmıştık. O sıralarda sokaklarda karikatür çizerek para kazanıyordum. Bir gün yine öyle müşteri beklerken karikatürünü çizdirmek için gelip karşıma oturmuştu ve her şey o kadar hızlı gelişmişti ki akşama kadar dört şişe köpek öldüreni devirip birbirimize nasıl sahip olduğumuzu anlayamamıştık.

Yatakta kasırga gibiydi. İnce bedeninin her noktası olması gerektiği gibi dişiliğini haykırıyordu. Üzerimdeyken, bazen uzun siyah saçlarını savuruyor, bazen başını öne eğip gözlerime bakarken yüzüme döküyordu. Boynu, bembeyaz bedeninin üzerinde, bir Rodin heykeli kadar zarif ve kusursuzdu. Oturup kalkması, yüzünün değişimi, bakışları, kokusu kısaca her şeyi olağanüstüydü.

O sevişmenin ardından bir daha görüşeceğimizi pek sanmıyordum ama birkaç gün sonra tekrar gelip oturmuştu karşıma. Aşka susayan bir bünye olmamışımdır hiçbir zaman. Romanlardaki ya da filmlerdeki gibi bir aşk olduğuna da inanmam. Asıl olan tutkudur ve tutku bittiğinde her şey biter. Herkes kendi yoluna gider. Aşk, bağlanmak demektir ve bağlanmak, iyi bir şey değildir. Hayatın ve hayatında mutlu olduğun ne varsa bombok olur. Her şey değişir. Önce rengini kaybedersin, sonra rengini değiştireni. Kadınlar, işleri bitip de çekip gittiklerinde arkalarında bir enkaz bırakırlar. Bu enkaz olmamak için ördüğün duvarların gerisinde, her zaman daha iyi ve güvende olursun. Öyle bir duvar örmeyi akıl edebildiysen tabii.

Kısaca, aşk konusunda bir kadının yeryüzünde seçebileceği en yanlış insanlardan biriydim ama sevişmek isteyen her kadına kapım sonuna kadar açıktı ve Berfin, o açık kapıyı iyi değerlendirmişti.

Bana gidip gelmelerinden iki ay sonrası olmalı. Her zamanki gibi üç beş karikatür çizip yolumu bulmuştum yine. Akşama eve gittiğimde Berfin yoktu. Masanın üzerinde küçük bir not kâğıdında “Jamaika’ya gidiyorum, hoşça kal” yazıyordu. Sinirle kâğıdı buruşturup atmış ve en sağlamından bir Rus fahişeyi çağırıp sabaha kadar becermiştim.

İki üç ay sonra, her zamanki yerimde, alelâde bir kokonanın karikatürünü yaparken çıkıp gelmişti. Sevinmiştim geldiğine. İyi geliyorduk birbirimize. Ya da bana öyle geliyordu. Akşamında doğum günümü sormuştu. Bilmiyordum. Annemle babam yoktu. Haklarında bir fikrimin olmadığı gibi. Sadece beni bırakıp gittiklerini biliyordum. Kendilerine göre şahane nedenleri vardır mutlaka.

Kısaca doğum günümü bilmiyordum. Berfin, o günü doğum günüm ilân etmişti ve işte o doğum günü hediyemdi bu Marihuana. Jamaika’dan gelirken getirmişti. Sadece bir kere içmiştik beraber. Ertesi sabah, yine küçük bir not kâğıdına “Elveda” yazıp gitmişti. ‘Hayat devam ediyor’ deyip gülümsediğimi anımsıyorum.

Sonraları yine çıkıp gelir diye aynı yerde karikatür çizerek beklerken bulmuştum kendimi. Bir hafta, bir ay, iki ay, üç ay… ve bir gün daha önce görmediğim bir kız çıkıp gelmişti karşıma. “Tank sen misin?” diye sormuş, evet dememin ardından Berfin’in intihar ettiğini söylemişti bana. Dümdüz, bir gökdelenin tepesinden düşer gibi, keskin ve sert bir darbe gibi, bir cellâdın, darağacındaki sandalyeye vurduğu tekme gibi. Ardından tepkimi beklemişti. Sadece bunu söylediği için teşekkür etmiştim. Tekrar özgürdüm. Berfin bir güzellik yapıp benden bahsetmişti bu kıza. Adını sordum ve Berfin’i nerden tanıdığını. Adını söylemedi. Berfin’in sevgilisi olduğunu ve üç yıldır birlikte olduklarından bahsetti. Berfin’le olan ilişkimden kaynaklı bir sıkıntı yaşamadıklarını anlattı. Cinsellik konusunda bağımsız olduklarından bahsetti sanırım ya da öyle bir şeylerden.

Farkında değildi ama o konuşurken karikatürünü çizmeye başlamıştım. Sarı, kısacık saçlı, köşeli ve karakteristik bir yüzü vardı. Fiziği Berfin’in fiziği gibi kusursuzdu. Beş dakikalık Berfin efkârının ardından bitirdiğim karikatürünü verdim ona. Gülümsedi. “Tıpkı onun anlattığı gibisin” dedi. Bu cümleyi irdelemedim. Boşunaydı bir ölünün ardından konuşmak. İnsanlar da hayat gibi yaşanıyor ve bitiyordu. İntihar da bitmiş bir ilişkiydi bana göre. İnsanın kendiyle olan ilişkisi… Diğer her şey gibi yaşanıp bitmeye mahkûmdu hayat da. Ha kırk yıl önce ha kırk yıl sonra. Amına koduğumun kâinatının kimseyi salladığı yoktu zaten. Bir sürü yıldız ölüyor, kara deliklere dönüşüyordu on dört milyar yıldır. Kâinatın içinde tek hücreli canlı kadar yer kaplıyordu bu dünya ve insan bu kâinatın içinde belki de en gereksiz, en gaddar ve en aptal varlıktı ya da her ne sikimse işte.

Gece ismini bile söylemeyen bu kızla seviştim. Birbirimizde, artık olmayan birinin tenini, kokusunu, tavrını, terini aradık. Bulamadık.

Sabah olduğunda olması gerektiği gibi yalnızdım. Berfin’den geriye kalan ne varsa sevgilisiyle beraber sonsuza kadar yitip gitmişti. Tüm hücrelerimle bu gerçeği hissedebiliyordum. Hayatımda ilk defa oturduğum binanın çatısına çıkıp doğan güneşi seyrettim. Bir ilkbahar sabahıydı. Teklinin dumanını güneşe doğru salarken, güneşin sıcaklığının bedenimde yarattığı rehaveti hissettim. Huzur doluydu ve huzur, bana göre bir şey değildi.
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan