Karşı Duvarın Yazıcısı

Yazmasaydım Doğacaktım

3 Temmuz 2023

Öykü: Yazmasaydım Doğacaktım | Öykü: Tank | 7 |

Deniz’e…

 
Kafamın içinde mayınlar var. Her beyaz sayfada patlayıp sağa sola saçılan düşüncelerimin başka bir açıklaması yok. Öyle bir patlama ki kelimeler zihnimin içinden dışarıya saçılıyor. Kameraya sıçrayan kanın sanal gerçekliği artırdığı endüstriyel filmlerdeki gibi… Kelimeler parçalanıp harf öbekleri gibi akıyor evin içine. Her yeni düşünce, içimdeki tuvale bir Rönesans resmi gibi can katıyor. Başlangıçta, o olmayan tanrıların, olmasını istediğim şekillerine benziyor. Sonra birden o mayınlardan biri patlıyor. Şarapnel parçası oluyor hecelerin her biri, kanadıkça canımı acıtıyor, arkası kesilmeyen bir sonraki günlere temizleniyorum tekrar tekrar. Harf öbekleri, Rönesans tablosu olmaktan çıkıyor ve tuvalden aşağı, ayaklarıma doğru akmaya başlıyor. Likit bir yapbozun parçalarını anımsatıyorlar. Arta kalanlar Gerhard Richter’in soyut resimleri gibi kaotik.

Harflerin doya doya ayaklarıma batışlarını hissediyorum. Kırık cam parçaları gibiler. Derimden içeri kayıp, tekrar ait oldukları yere, zihnime girmeye çabalıyorlar, olmuyor. Bedenime giren her bir harf, bir damarımı tıkıyor. Morarmaya başlıyorum, ne kaslarım ne de beynim bir damla oksijen alıyor. Olduğum yerde boğulup çoklu cümle yetmezliğinden ölüyorum…

Tıkanmışlığın içinde geçen her an, İsa’nın, ellerine ve ayaklarına çakılan çivilerinin verdiği sancı kadar kutsal oysa… ama ben korkuyorum. Bilinmez bir karanlığa dalıp gitmenin yarattığı ürkütücü sessizlik duvarları çevreliyor her yanımı. Devasa granit siyah duvarlar… Ağır ağır kapanmaya başlıyorlar, hacmi daralan bir odanın içinde tuzağa düşmüş bir benliğim şimdi. Duvarlar kapandı. Sessizliğin içindeyim artık. Karanlığın ortasında. Öyle bir karanlık ki bu, kesif ve ağırlığını hissettirmek için giderek daha çok üzerime yükleniyor, umarsızca sıkıştırıyor. Bir zamanlar üzerine iri kayalar konularak ölüme terk edilen insanların göğüslerinde hissettiği baskı geliyor aklıma. Yavaş yavaş eziliyorum…

Patlayan mayınların üzerine sıçrattığı harflerin ve hecelerin oluşturduğu tabloya bakıp bir şeylere benzetmeye çalışıyorum. İnsan beyninin örüntü algılamadaki ustalığını kullanmaya uğraşıyorum. Aynı şeyi yere akan cümleler için de uyguluyorum. Gecenin alacakaranlığının yansımaları, karanlık denizlerin yakamozlarını andırırcasına parıldıyor üzerinde. Bir ay ve bir yıldız arıyorum, dudaklarımda gayri ciddi bir gülümseme. Bu ciddi andaki gülümsemeyi önce deliliğime sonra devrimciliğime veriyorum aklımca. Müstehzi bir ifade tutunmaya çalışıyor yüzüme. Çılgın bir an bu diye düşünüyorum -oldukça sakin ve oldukça olgunca-. Sonu gelmeyen derinlere dalmaya çalışırken bir yandan üşüyor diğer yandan düşünüyorum…

Tıkanıklık giderek daha da pis kokulara neden oluyor. Çözümü mümkün olmayan problemler gibi, boş bir sayfaya dönmüş karşımda ve arsızca benle alay ediyor. İbnelik yapıyor olmalı aklınca ama karşısındakini tanımıyor henüz diye düşünüp hemen bir sevgili hayallemeye başlıyorum. Önce kısa ve kıvrımlı saçlar geliyor aklıma, kesinlikle samani bir sarıya çalmalı saçların rengi, ellerimi kum tepelerinin üzerinde gezdiriyormuş gibi hissetmeliyim okşadığımda. Ardından gülerken bile evladını yitiren bir annenin hüzün asılı bakışlarına benzeyen ve kutsiyetiyle kâinatı aydınlatan bir ışıktan diğerine ışığa koşan renkli gözleri olmalı diyorum. Hayal bu ya, kıvrımlı uzun kirpikleri göz kapaklarına takılmış siyah dikenler gibi batmalı bakarken karşısındakine diye iç geçiriyorum. Gülünce yanakları gamzelenmeye yeltenip başaramamalı diyorum ve bir şarkı söylediğinde, ötmeye çalışan tüm kuşlar gıpta edip sussun diye bitiriyorum hayalimi. Tıkanıklık iki adım geri adım atıyor ve teninde ilk defa gün ışığı hisseden bir hücre cezalısı gibi seviniyorum.

Hayal gücünün insanı götürebildiği uzak diyarlardan geliyorum ben. Atımı Shakspeare’in talihsiz krallarının yaşadığı ülkelerde sürüyorum. Savaşlar çıkıyor, kutsal bir kraliçe kutsal yarığıyla kutsayıp kutsal memelerinden aşk içiriyor bana, arzuları ve tutkuları fısıldayan sihirli bir kılıç verip, savaş meydanlarına salıyor beni. Atımla bilgelerin ve Homeros gibi maharetli tarihçilerin anlatacağı destanlar yazıyorum. Dünya yetmiyor bana, kazandığım zaferlere doyamıyorum. Atımı bırakıp, uzay gemimle başka evrenlere açılıyorum. Güneş rüzgârlarına açıyorum yelkenlerimi. Birer birer kara delikleri aydınlatıyorum. Yoğun kütlelerinde zamanla oynuyorum. Olay ufuklarından içeri, parlak zırhlarıyla omuz omuza savaşan on binlerce atlının savaş nidalarıyla dalıyorum. Zaman savurmaya çalışıyor beni, bazen neolitik çağda Stonehenge’i inşa edenlerle bazen karanlık suları ikiye bölünmüş kızıl denizde bir grup mısırlı köleyle bazen on sekizinci yüzyıl saraylarından birinde bir piyano başında buluyorum kendimi. Unutulmaz anlar ve anılarla doluyorum her seferinde. Bir silah namlusundan fırlayan bir mermi çekirdeği olup saplanıyorum hedeflere. Sonra o hedefler olup tekrar tekrar ölüyorum. Gecelerin sonu gelmeyen karanlıklarında, yalnızlığım uçan bir halıya dönüşüyor. Bağdat’a Alaaddin’in yanına gidip lamba ovalamaca oynuyoruz. Bir sihirli lamba da ben ovalıyorum, içinden çıkan cin bana sihirli olan lamba değil sersem, sihirli olan benim diye böğürüyor. Posta koyan cini tokat manyağı yapıp zorla lambasına sokuyorum. Cin, lambaya girerken göreceksin ebeninkini diye bağırıyor bana. Alaaddin üçlüsünden bir nefes daha çekip, kahkahalarla gülüyor bu duruma. Sallamamaya çalışsam da başaramıyorum. Yaşadığım maceraları anlatsam kimse inanmaz biliyorum. Her şeyden vazgeçip bir peygamber mi olsam acaba diye iç geçirirken Katmandu’da kırmızılar içinde yalınayak başıkabak gezen baldırı çıplak bir Budist rahiple karşılaşıyorum. n ağzımdan burnumdan ciğerlerime sular dolduğunu fark ediyorum. İyonize bir sıvının içimi doldurup ve dışımı kapladığını görüyorum. Ciğerlerime bu plazmayı çekiyorum. Değişik, sevgi dolu bir tat alıyorum. Huzura kavuştuğumu düşünüp kendimi koyuveriyorum plazmanın içine. Nihayet boğulduğumu düşünürken bir ışık görüyorum karanlığımın ortasında, bir çift bacağın arasından seyrediyorum etrafı. Çıkmak istemiyorum geldiğim yerlerden. Ya hepsini unutursam yaşadıklarımın korkusu sarıyor içimi. Ya hiç birini anlatamayıp, korsanların sakladıkları kayıp hazineler gibi kaybolup giderse bunlar? Bir çift el çekip çıkarıyor tünelden beni. Ağlamaya başlıyorum unutma korkusuyla ve kaybolup giden her ruhun yaşadığı o her kâbustan beter, her duygudan muaf ve muhteşemliğini bir gün tanrının kendisiyle tartışacağım sonu yaşıyorum. Nihayet o meşum uykudan uyanıp klavyenin başına oturuyorum… Mayınlı falan bir öykü görüyorum ekranda… Tekrar tekrar okuyorum, doğuyorum…
 
 
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan