Liya

1959

3 Aralık 2018

1959

Sene 1959

Sanki hayatın durduğu bir köy evindeydim. Geçmişle yüzleşiyordum. Yanan sobanın çevresine oturmuş, kıkır kıkır gülen çocuklarımı izlerken, yüreğim öyle bir ofluyordu ki…

Uzandığım somya, üzerine ayaklarımın terinin deyip ıslattığı hasır, sobadan çıkan cızırtı, boyası kırık beyaza dönmüş duvarlar, birer birer bana bakıyorlardı sanki.

Hepsine teker teker hesap veriyordum. Bugüne kadar sizlere sahip olmak için sürdüğüm tarlalar, sağdığım hayvanlar, şu evi inşa ederken yaraladığım incittiğim bedenim bunu mu hak ediyordu, diye.

Çocuklarımın biri altı diğeri yedi yaşındaydı. İki tane güzeller güzeli kızım vardı. Peki ya şimdi? Annelerinin öldüğünden habersiz nasıl oynaşıyorlardı pişirdikleri kestane ve kabuklarıyla.

Duvardaki tahta saatime bakıp ömrümün geri kalanını sordum. Daha cenaze namazındayken beni süzen dul Sabiha gözleriyle evlenme teklif ediyordu. İyi inek sağıyordu fakat tarlada ağır olduğunu duymuştum. Veyahut kayınbabamın “Torunlarımın üstüne üvey anne getirmek yok” deyişi…

Gönlümün efendisini toprağa verirken, herkesin benim uçkurumu düşünmesi kadar gerçekti hayat. Fakat sonra bizim köyün delisi Abdul’u düşündüm. Adam beni ne zaman görse, selam veriyor, hal hatır soruyor, ardından da; “Çok iyi, çok iyi, dört eder iki kere iki” diyordu. Fakat köy meydanında durup her gelene gidene yardım etmek isteyişine hayrandım. Mürvet Teyzenin tarladan eşek ile gelişinde yükü sırtlanıp ahıra indirişi, çocuklarla saklambaç oynarken sobelenişi, hele ki rahmetli Necmi Abinin dükkanından sebil dolu bidonu alıp ahaliye satmaya çalışması. “Alın, alın, alın” diye bağırıyordu. Ah deli Abdul, senden öğreniyorum hayatı, insanlığı, yaşama sevincini, maksadı ve ulviyeti.

Sobanın az ilerisinde yere açılmış sedirde uyuya kalmıştı kızcağızlarım. İkisi de Hümeyra’ma çok benziyordu. Ölmeden önce ne dilerdi ki benden acep.

Ağzımda sabahtan kalmış tek lokma acı biberli ekmeğin ekşimiş tadına çarpıyordu dilim. Ben bir eşi değil, bir anneyi bir ablayı kaybettim. Bu Züleyha bakışlı yarenlerimi yarım bıraktım. Onları dünyaya getirirken nasıl sözünü verebilirdim ki annelerinin ölmeyeceğinin.

Yüreğimde bir türkü çalıyor.

Hâlâ Hümeyra’ma sesleniyor. Söyle ey kadın, uskumru dolmasını nasıl yaptın? O leblebi zeytinleri nasıl döğdün? Sabah tarlaya giderken çantamı sırtıma nasıl yükleyeceksin?

Leblebi şekerleri ilişti gözüme. Bir de imamın titreye titreye okuduğu ezanı dinliyordum. Cemaat nasıl üşüyordur şimdi, velakin benim yüreğim kadar üşümez ayakları.

Vicdanımın acısını hafifletecek hiç bir ibadet tanımıyordum. Kime dua etsem getirmeyecekti çocuklarımın annesini, gönlümün çiçeğini.

Güneşin doğuşuyla köy pınarına gittim. Buğdayları yıkadım, kazana doldurdum. O sessizlik içinde at kişnemeleri, horozun ötüşü ve inek böğürmeleri bana günaydın diyen tek canlılık belirtisiydi. Taşları iyice oturtup, ardından kalın odunları yerleştirip çaktım kibriti.

Elimdeki gaz lambasına üşüşen sinekler kadar üşüyordu sol yanım.

Koşar adımlar duydum. Bir de kimi göreyim, Abdul. Yine başladı sormaya, “Nasılsın Mehat Ağabey“

Ağabey demesine tebessüm ettim, çünkü benden yaşça büyüktü.

“La Abdul, ne annen yaşıyor ne baban, yarı aç yarı toksun. Sabahın bu saatinde nasıl böyle güle oynaya geziyorsun?”

“Dediler ki dört eder iki kere iki.“

“Ya Allah aşkına başlama yine Abdul. 2 saat sonra gel sana haşlanmış buğday vereyim. Adettir.“

Gülerek ve yan yan koşarak uzaklaştı.

Pencereye çıkıp bana ilk günaydın diyen komşum Hacer oldu. Gece öksürük seslerini duyuyordum. Hal hatır sorarken anlattı. Zatürre olduğunu söylemiş köyün doktoru. Okuma yazması yoktur ama bütün şifalı bitkileri bilir Hekim Hilmi Bey.

Hümeyra’ma son müdahaleyi de o yapmıştı. Isırgan otu yedirdi, yine de fayda etmedi. Göçmeliymiş bu dünyadan demek ki. Kızlarım uyanmış pınara gelmişlerdi. Kazanın ateşinde ısınıp, yüzleri asık halde bana bakıyorlardı.

Nilüfer sordu önce; “Annem niye gelmedi?“ diye. Ateşin en sıcak hali, en gürültülü sesi yüzüme vuruyor, evin odalarından sonra şimdi de dava arkadaşlarıma hesap veriyordum.

Hiç yalan söyleme kabiliyetim yoktu. Biraz iç çekip;

“Dün annenizi defnettik benim çiçeklerim… Kurtaramadık“ dedim. Ben bu kadar zorlanırken söylemekte, onların kan feryat üzülmeyişine şaşırdım. Gözleri doldu, bana sarıldılar, saçlarından öptüm… Bütün acıları benden güç alır gibi dinmişti.

Dalgınlığım çekingen bir ayak sesiyle ayıldı.

Başımı kaldırıp sesin geldiği yere bakınca köy muhtarını gördüm. Emin ve Üzgün bir tonda “Günaydın” dedi. Tespihini elinde çevirip, sanki üçüncü bir kişiyle sohbet ediyormuş gibi kaftan bıyıklarının üstünden konuşuyordu.

“Başımız sağ olsun Mehat efendi. Fakat biliyorsun, köyümüz küçük ve son zamanlarda şehre ve Almanya’ya çok göç vermeye başladık. Kadınlarımız tek kaldı. Şimdi sen de yalnızsın. Eğer çocuklara bakacak birine ihtiyacın olursa vakit erkendir diye çekinme. Ben ahaliye konuşur, gönlünün istediğinle izdivaç yapmana destek olurum.“

Muhtarın gözlerinin içine bakıp acılı yüreğimle sordum; “Diyeceğin başka bir şey var mı Muhtar Efendi?“

Ses tonumdan ve ekşimiş yüz ifademden halimi anladı ki ürkek bir tonda cevap verdi.

“Yok, estağfurullah. Yardıma ihtiyacın olursa biliyorsun mekanımızı.“

“Allah razı olsun” deyip, kızlarıma sarılıp bakışlarımı ateşe çevirdim. Belki evlilik iyi bir fikir olabilirdi ama benim büyütmem gereken iki kızım vardı.

Gel zaman git zaman çocuklar büyüdü, ben kırk bir yaşıma basmışken okula bir öğretmen atadılar.

Genç daha yeni tahsilini bitirmiş, hemen bizim buranın okuluna vermişler. Dört sınıflı bir mektep. Delikanlı ile abdest alırken cami avlusunda tanıştık. Eve davet ettim. Öğretmen Bey iyi, temiz imanlı biriydi. Köylüler olarak yabancı hissetmesin diye kendini, el birliğiyle hep misafir eder, yemeğini içeceğini çamaşırını hallederdik. Evin odasında raflara dizilmiş tabakları seyredip, utangaç bir edayla konuşuyordu.

“Ne kadar sıcak bir yuva Mehat Amca. Her şey yıllardır özenle korunmuş gibi.”

Ben de övünmek için sebep buldum gayri,
“Kızlarım sağ olsun annelerini hiç aratmadılar. İkisi de eve ve bana çok iyi baktılar.“

Tam bunu söylerken Mine elinde tandır ekmekleriyle geldi. Sıcacık gülüşüyle öğretmen beyi selamladı ve koşarak tezgaha gidip hazırladığı sıcak ekmekleri zeytinyağı ve acı biber ezmesiyle ikram etti. Ayran da hazır balkonda duruyordu, bir koşu da ben alıp tasını doldurdum. Ardından sorusunu duyarmış gibi söz aldım.

“Bizim buralarda ekmeği tandırda yaparız. Biberimizi tarladan toplar, ezmemizi kendimiz yaparız. Köy hayatı sizin şehirlerinizden farklı oluyor. Büyük kızım Antakya Kız Mektebinde okuyor. O da muallim olacak senin gibi. Yarın şehre ziyaretine gideceğim,” dedim.

Ekmeğin lezzetinden zevk almış halde yarım dolu ağzıyla bana bakıp; “Çok güzel. Ben de yarın şehre gideceğim, size eşlik edebilir miyim?” diye sordu.

Çok sevinerek cevapladım; “Yaşa öğretmen bey. Çok iyi olur. Mektebe de beraber gidelim. Kızıma erzaklarını verelim, akşam yine döneriz. Minibüsler günde bir sefer gidip geliyor Cindarlı’ya. Kaçırmayalım, yoksa şehirde belimiz bükülür vallahi.”

Kızarmış yanakları ile gülümseyip onaylarcasına başını salladı genç Muallim.

Akşam ezanı okunurken camiye doğru yola çıktık. Oradan sonrada yarın sabah görüşmek için sözleşip yollarımızı ayırdık.

Sabaha yakın erzakları bohçaya doldurup köy meydanında minibüsün olduğu yere geldim.

Muallim Bey de oradaydı. Şoförle sohbet ediyorlardı. Kırmızı bir minibüs, şen şakrak bir kornası ve şehre kadar dinmek bilmeyecek bizim için dünyayı gezermiş havasında heyecanla olan yolculuktu bu.

Şehre geldik ve herkes işlerini halletmek üzere dağıldığında Öğretmen Beyle ikindi ezanında Antakya Öğretmen Kız Mektebi önünde buluşmak için sözleşip yollarımızı ayırdık.

Okula yetişip kızımı gördüğümde o siyah üniforma içinde nasıl gurur duymuştum. Evlenmedim, eğlenmedim fakat mutluluğu çocuklarımda had safhada bulmuştum.

İkindi vakti Öğretmen Bey de geldi. Kızım ile tanıştırıp kısa bir sohbet ettikten sonra balıkçılar çarşısına doğru yürüyüp muhabbet ede ede minibüsün yanına geldik. Dalgındı muallim. Ruhunda kambur bir illet varmış gibi eğriydi bakışları. Özel bir mevzu olabilir diye sormadım hiçbir şey.

Köyümüze haftada bir telgraf gelirdi ve genelde bu muhtar ya da muallim için olurdu. Biz de o sırada muallim ile sıkça görüşür olmuştuk. Seviyordum genç adamı. Bir gün bana hayırlı bir iş için ailesiyle ziyarete gelmek istediğini söyledi. Şaşırdım. O şaşkınlıkla;
“Hayrdır inşallah Muallim Bey?” diye sordum.

“Hayr efendim, müsaadenizle kızınız Nilüfer ile İzdivaç için görüşmek istiyoruz.“

Bunu söylerkenki zorlanışı ama söyledikten sonraki rahatlayışı gözümden kaçmadı. Kızımın okulu bu sene bitecek, muallim olacak ve çalışacaktır. O ne derdi ki böyle bir şeye?

Muallimi sevmiştim.

Uygun olabilirdi de. Fakat önce kızıma sormalıydım. O yüzden muallime bunun için 2 gün süre istediğimi, Nilüfer ile konuşmam gerektiğini söyledim.

Sabah minibüse binip okula gittim. Kızıma durumu açıkladım. Utangaç halde başını eğip “Sen bilirsin babacığım, nasıl uygun görürsen,” dedi. Yüzünde tebessüm vardı ve bu onun da istediğini gösteriyordu. Gel zaman git zaman, düğünlerini yapıp ikisinin de tayinlerini İstanbul’a alıp taşınmalarıyla, ardından Mine‘yi de şehirdeki mektebe yazdırıp köyde bir başıma kalmaya başlayınca, saçlarım ağardı. Artık yoruyordu beni bu yalnızlık, bu işler…

Ben de şehre taşınıp, pazarda köy mamulleri satmaya karar verdim.

Hem kızım bana yakın olur, hem de ben hayatıma bir mânâ katarım diye düşündüm. Harekette bereket vardır diyerek yola koyuldum.

Tarlayı, evi, arsayı satıp şehirden bir küçük müstakil ev satın aldım. Haftanın her günü bir pazarda tezgah açıyorken Melek Hanım ile tanıştım. Her seferinde aynı yerde tezgah açıyorduk. O dönemlerde yaygın olmayan bir radyosu vardı. Canı gibi bakar, frekans tutturunca sevinçten dans ederdi. Kendisinin de eşi genç yaşta ölmüş, bir daha da oğlunu büyütene kadar evlenmeyi düşünmemiş. Velakin büyüyünce oğlu Almanya’ya işçi gitmiş, o yine bir başına kalmıştı. Ben de bu halimizi göz önüne alarak kendisiyle evlenmek istediğimi söyledim.

Her zamanki o kısık gözlerle olan bakışını yapıp, ellerini beline yumruk yapıp yaslayıp; “Bir yıldır bekliyorum, şimdi mi aklına geldi ey saf adamım? Tabii ki evettt.“

Ben gönül işlerinden anlamazdım ki.

Yabancıydım kadınlara. O kabul edince yüzümde oluşan gülüş, mutluluk, ikinci baharımın habercisiydi.

Nilüfer‘e telgraf çekip, evleneceğimizi söyledim ve yaz tatilinde gelmelerini istedim. Kızım, canım balım, her şeyimdi o benim. Mine ise beni aşırı kıskanırdı ve evliliğime biraz farklı bakıyordu. “Baba 45’ten sonra ne evliliği ya, ben bakardım sana,“ demişti.

Evlat işte. Benim gönül işlerime de söz hakkı alıyorlardı. Onlarla olan bütünlüğümü zaten kaybedemezdim. İstekleri benim için çok önemliydi.
Düğün olacağı vakit Nilüfer ile Hüseyin geldiler. Muallim çocuklarım bir de geleceğin doktorunu dünyaya getireceklerinin müjdesiyle gelmişlerdi. Yanlarında dünürlerim, Hüseyin’in erkek kardeşi de vardı. Güzel bir mahalle düğününün ardından yine herkes vedalaştı ve yolları ayırdık. Bütün ömrüm bir karşılaşma ve bir veda ile gidiyordu. Hep bir geliş bir gidiş…

Zamanı durdurmak imkansızdı.

Ben henüz evliliğime alışırken bu defa Mine için aynı dünürlerim ziyaretime geldiler. Meğerse Hüseyin’in erkek kardeşi de Mine ile işi pişirmişler, hemen de evlenmek istiyorlardı. Neyse ki tanıdık birine kız vermek daha kolaydı. Bir mutlu veda da Mine’ye yapacaktım.

Kızlarım için yaşadım, kızlarım için yaşattım hayatı… Bencilce düşseydim kendi zevkimin peşine, belki de bugün olmayacaktı bu huzur, bu kader, bugün…

Hayatımızda evlatlarımızdan daha öncelikli bir şey olamazdı…

Canımın cananlarına ömrüm feda olsun…

Ahmet Yonca

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

23 YORUMLAR

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 3 Aralık 2018 at 08:20

    Evlat uğruna kendi hayatını ertelemenin aslında anne ve baba için ne kadar doğal bir seçim olduğunu son derece sıcak bir hikayeyle anlatmışsın Ahmetcim.
     
    Öykünün her satırında Mehat‘ın aldığı yalnızlık kararından bir gün olsun yüksünmediğini hissediyoruz.
     
    Bu arada Mehat ismi bir anagram olabilir mi 😉

    • Yanıtla Ahmet Yonca 3 Aralık 2018 at 10:30

      Mehat ismini iki kitabımda da kullandım 🙂 O benim sırdaşım 😁😁 Sen anlamışsın olayı çoktan zaten 🙂
       
      Ayrıca her hafta harika övgülerinle beni onurlandırıyorsun 🙏🙏
       
      Çok teşekkür ederim.

  • Yanıtla İrem Savaş 3 Aralık 2018 at 08:38

    Günaydın, sanki fırından yeni çıkmış bir ekmek gibi sıcak, içten bir kalem ile uyandık senveben ailesi olarak 🙏🏼
     
    Kendimi bir anne, baba gibi sizin yerinize koyamasam da bir evlat olarak o iki kız çocuğunun yerine koyabildim. Okurken aşırı keyif aldım!
     
    Gerçekten hayat dünyaya gelen bir can’dan sonra bu derece onun üzerine mi kuruluyor? Anlamak şu an çook güç 🤷🏼‍♀️
     
    Hayat renkli, günler şeker 🍭

    • Yanıtla Ahmet Yonca 3 Aralık 2018 at 10:34

      İrem, Küçük İrem 🙂 Yaşından büyük İrem 🙂 Harika bir yorum! Çok teşekkür ederim. Birgün güzel bir aile kurabilmen dileğiyle 🙏🙏

    • Yanıtla Nurdan Yılmaztürk 3 Aralık 2018 at 20:56

      yaaaa İrem bak senin yorumunu okumadan evvel Didem’e de söyledim hatta, yazı benim de içimi fırından yeni çıkmış tandır ekmeği gibi 2ye yardı. niye ekmek?? ilginç di mi? 🙂 🙂

  • Yanıtla Nurcan Doğan 3 Aralık 2018 at 09:10

    Merhaba Ahmet. Sana bahsettiğim gibi iyi bir yazının iki özelliği olmalı benim için. Öncelikle yazı özgün bir kurguya sahip olacak, ikinci önemli özellik ise duygu dünyama dokunacak. Elbette bu konuda otorite değilim ama senin yazıların her iki anlamda da başarıyı kucaklıyor bana göre. Anlaşılman uzun sürmesin arkadaşım, yolun açık, anlayanın çok olsun.

    • Yanıtla Ahmet Yonca 3 Aralık 2018 at 10:38

      Senin yardımların, özgün yazıların sayesinde, o detaylı eleştirilerinle ikinci kitabı tamamlayabildiğimi biliyorsun. Sen bu işin hepimizden daha iyi yapıyorsun. Yazılara küsmemen dileğiyle! Güzel yorumun için teşekkür ederim.

  • Yanıtla Ahmet Atılganlar 3 Aralık 2018 at 10:09

    Kardeşim benim, yine dokunmuşsun içimizdeki bam teline. Eline, yüreğine, emeğine sağlık.
     
    Hem kendimi, hem seni gördüm satırlarında. Köy bizim köy hayatı, betimlemeler benim gözümden sanki. Sanırsın ki aynı evde yaşadık senle, duygulara tercüman olmak dedikleri bu olsa gerek.
     
    Kalemin susmasin koca adam, davandan vazgeçme cesur BABA.
     
    Her şey gönlünce olsun kardeşim. Selamlar, sevgiler, saygılar.

    • Yanıtla Ahmet Yonca 3 Aralık 2018 at 14:52

      Seni tekrar tekrar seviyorum Ahmet Ustam 🙂 Tabi ki bizim memleketin havasını yazıya vermeye çalışıyorum. Oralara ait hayatım. Sana ayrı ayrı teşekkür ederim 🙏 okumayan ülkemizin okuyabileni olduğun için. Var ol abim 🙏🙏

  • Yanıtla Neşe Kazan 3 Aralık 2018 at 13:39

    Ne kadar düz anlaşılır, kendimi içinde bulduğum bir yazı bu böyle…
     
    İnsanların evlatları için fedakarlık yapmalarını ve kendi hayatlarında vazgeçmelerini asla tasvip etmiyorum. Gereksiz fedakarlık olarak düşünüyorum. Çünkü bunun örnekleri en yakın çevremde mevcut. Sadece adil olabileceğine inandıkları insan seçimi yapmalı ebeveynler…
     
    Çok güzel hir hikaye olmuş. Yüreğinize sağlık.

    • Yanıtla Ahmet Yonca 3 Aralık 2018 at 14:53

      Sizin yorumlarınızı özellikle bekliyorum, biliyorsunuz 🙏 Çok teşekkür ederim… İyi ki varsınız.

  • Yanıtla Nurdan Yılmaztürk 3 Aralık 2018 at 20:53

    Vay canına 🙂 🙂
     
    Girizgah Ayla Kutlu yahut Memduh Şevket Esendal, final Gülten Dayıoğlu…
     
    Kızlar büyüyene, baba şehre göçene dek olan kısım girizgah diye bahsettiğim… Avusturya’lıların tabiriyle söyleyeyim; wunderbar.. 🙂 🙂
     
    O tasvirler, ruh hallerini ifadeler, tek kelimeyle şahaneler..
     
    Ben edebiyat konusunda heyecanlı 1 insanım ve okurken hissettiğim; fırından yeni çıkmış tandır ekmeği gibi ortadan 2ye yarıldı içim..
     
    Ve dürüstçe söylemeliyim, benim için hikayenin (Okula yetişip kızımı gördüğümde o siyah üniforma içinde nasıl gurur duymuştum. Evlenmedim, eğlenmedim fakat mutluluğu çocuklarımda had safhada bulmuştum..)’a kadarki kısmı son derece kafi ve etkileyici idi.
     
    Hikayeyi sonuna kadar okuduğumda da farkettim ki, duygu olarak hâlâ o cümlenin bittiği yerde beklemekteydim. Zira o cümle ve öncesi zaten bütün anafikri içinde sıkıca tutmakta..
     
    Mehat’ı böyle 1 hikayesi olduğu için yürekten tebrik ederim 🙂 🙂

    • Yanıtla Ahmet Yonca 3 Aralık 2018 at 21:39

      Sizin kadar güzel yazan, düşünen birinden övgü almak benim için muhteşem bir detay. Özgüven depoluyorum 🙂 Hikayeyi yazarken bitirmek kısa kesmek istemiyordum. Birşeyler beni o döneme götürüp, yaşattı…
       
      Hikayenin ana fikrine ulaşmamın nedeninin metroda giderken bir orta halli adamın pencereleri, koltukları seyredip, onları sorguluyor gibi bakmasıydı 🙂
       
      Ben yazarken yaşıyorum. Hislerimi o dönemlere, o mekanlara götürüyorum. Bazen bir sonu olmamalı diyorum ama sonsuz olanı da kimse okumaz 😁 Bu Wunderbar teriminiz benim için mükemmel bir söz! Çünkü o sözden daha iyisi yoktur…
       
      Çok teşekkür ederim 🙏🙏

      • Yanıtla Nurdan Yılmaztürk 3 Aralık 2018 at 22:27

        “Bazen bir sonu olmamalı” bu cümleyi bugün kurdum senin yazınla ilgili sohbet ederken..
         
        kesinlikle ba(ğ)zen olmayabilir ve bu çok cesur, takdir edilesi 1 seçimdir..
        🙂

        • Yanıtla Ahmet Yonca 4 Aralık 2018 at 02:37

          Kalp kalbe karşıdır 🙂 Bu sosyoiletişime bayılıyorum 🙂 Ortak fikirler, ortak düşünceler. Her daim duymasak da görmesek de bir birliktelik halindeler. Güzel yorumuna minnettarım 🙏

  • Yanıtla Sıdıka Kepenekli 3 Aralık 2018 at 21:08

    Evlat, romanın minik olduğu halde, içeriği o dönemleri yaşattı. Okuduklarım kadarıyla bunları senin yazdığından şüpheliyim. İçinde görmüş geçirmiş bir bilge bunları sana söylüyor olmasın. 🙄
     
    Romanı iyi bitirmen hoşuma gitti. Bundan sonraki yazını merakla bekliyorum. Güzel düşler kaleminden dökülsün. Tekrar görüşmek üzere evlat.

    • Yanıtla Ahmet Yonca 3 Aralık 2018 at 21:41

      Annem 🙏
       
      Geçmişi gelecekten daha çok seviyorum 🙂 İçinde yaşadığım çok olmuştur o dönemlerin 🙂 Ben yaşamadıysam da, yaşayanları inceleme fırsatım oldu. Aslında bu yazıya beğeni beklemiyordum 🙂 Herkes yarım bırakır çıkar diyordum. Beni yanılttığınız için çok teşekkür ederim ❣️

  • Yanıtla Didem Elif 4 Aralık 2018 at 15:14

    Dün sitenin anasayfasında Liya ismini görünce, “Aa yeni köşe, yeni bir yazar mı?” diye düşünerek açtım sayfayı. Yazıyı okumadan yazarına baktım. Kalemini güzel kullanan size ait olduğunu görünce daha heyecanla okudum açıkçası.
     
    Roman tadında bir kısa öykü olmuş. “Bu kadar hızlı varmasa, yavaş gitse,” dedim sadece. Onun dışında ruhunuzun trenle sadece Kaş’tan geçmediği belli. Dünyanın dört bir yanına gidecek zenginlikte olmanız takdire şayan. Yazma dürtüsünü bilen biri olmama rağmen; Cafe Mozart’ın mutfağından çıkıp, kendinizi bir tarlanın içine götürebilmenizi etkileyici buldum.  
    Kolay gelsin.

    • Yanıtla Ahmet Yonca 4 Aralık 2018 at 18:16

      Şu iletişim tarzına hayranım. Bir kaç harfi yan yana getiriyoruz ve birbirimizi görmeden o harflerle hissediyoruz. İnanılmaz bir şey… Aynı bu yorum gibi. Öyle güzel harfler kullanmışsın ki, muhteşem hisler veriyorlar….Çok teşekkür ederim….

  • Yanıtla Çiğdem Mertoğlu 5 Aralık 2018 at 23:58

    Merhaba Ahmet Bey, yazınız için ne yazsam bilemedim. Çünkü yorumları okuyunca söylemek istediklerimi birilerinin daha önce söylediğini gördüm. Demek ki herkese aynı duyguları yaşatmış yazınız.
     
    Kaleminize, yüreğinize sağlık. En kısa zamanda kitaplarınızı okuyacağım. Çok merak ettim.
     
    İyi geceler…

    • Yanıtla Ahmet Yonca 6 Aralık 2018 at 01:44

      Bende buradaki bu bağı bu samimiyeti artık nasıl yorumlayacağım bilmiyorum 🙂 Hem yazılarınızdan faydalanıyorum hem yorumlarınızdan…Çokkkkk teşekküüürrr ederimmm

  • Yanıtla Ayşe Dikmen 8 Aralık 2018 at 22:19

    Merhaba Ahmet Bey, ben de yazılarınızı okuyorum ama ilk defa bu yazınıza yorum yapıyorum. Hani demişsiniz ya yorum beklemiyordum bu yazıya diye… Tam tersi roman tadında bi’ öykü olmuş bence.
     
    Hikaye çok güzel, hep annelere atfedilen bir şeyi burada baba gönüllü bi’ şekilde yapıyor. Yani eşi öldükten sonra evlenmemeyi… Toplum olarak o kadar hasretiz ki böyle erkeklere, böyle babalara… Okurken yer yer içim burkuldu… Tolstoy’un İnsan Ne ile Yaşar? kitabındaki bi’ öyküyü çağrıştırdı bana. Orada da yeni doğmuş ikiz çocukların anneleri ölüyordu…
     
    Kaleminize, bilginize, yüreğinize sağlık.
     
    Siz yazın okunuyorsunuz…

    • Yanıtla Ahmet Yonca 9 Aralık 2018 at 23:07

      Muhteşem bir dikkat ile yazılmış yorumun kalitesi öyle güzel geliyor ki yüreğe. Çok teşekkür ederim 🙏🙏🙏🙏

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan