13 Saat + 1 Ömür

13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 2

9 Nisan 2020

Yazı: 13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 2 | Yazan: Hasan Saraç

 

Romanın birinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 1

 
 

“Hayatınızı oluşturan şeyin hafıza olduğunu idrak edebilmeniz için, bölük pörçük de olsa hafızanızı kaybetmeye başlamanız gerekir. Hafızasız hayat, hayat değildir. Hafızamız bizim bütünlüğümüz, tutarlılığımız, mantığımız, hatta eylemimizdir. Onsuz, biz bir hiçiz.”

– Luis Bunuel

 
 

2. BÖLÜM

 
 
Odanın içinde bir süre dört döndükten sonra masanın üzerinde duran otel telefonuna uzanıp resepsiyonu aradı.

“Buongiorno, Signor Adoni, nasıl yardımcı olabilirim size?”

Zihinsel refleksi kendiliğinden devreye girmiş, o da tipik bir San Marino İtalyancasıyla cevap vermişti.

“Sanırım kasamın şifresini unutmuşum Signora. Yardımcı olur musunuz lütfen?”

“Hiç sorun değil efendim, hemen gelip açabilirim.”

Telefonu kapattı. Sakin bir sesle konuşmuştu ama şimdi avuçları terliyordu. “Signor Adoni” dememiş miydi resepsiyondaki kız?

Kulağı kirişte, yüreği daralarak bekledi.

Tıklatma sesini duyar duymaz kapıyı açtı ve karşısında gözleri hayretle büyüyerek dikilen genç kıza zoraki gülümsedi:

“İyi ki hemen geldiniz, sanırım başım biraz belada.”
“Ama Signor Adoni” dedi kız, muzip bir gülümsemeyle onu tepeden tırnağa süzerken, “Henüz misafir kabul etmeye hazır değilsiniz sanırım.”

Üzerinde yalnızca bir boxer şort olduğunu ilk o zaman fark etti. Bir yandan telaşla kapıyı örterken, bir yandan da laf yetiştirmeye çalışıyordu.

“Ah, özür dilerim. Yeni kalkmıştım, başım çok ağrıyordu, ne kılıkta olduğumun bile farkında değildim. Bana bir dakika izin verin lütfen.”

Tek eliyle dolaba uzandı. Bulduğu ilk gömleği sırtına geçirip pantolonunu da giydikten sonra mahcubiyet ve telaştan allak bullak olmuş yüzüne eğreti bir nezaket ifadesi kondurup kapıyı yeniden açtı.

“Oldu galiba, artık gelebilirsiniz içeri. Lütfen bağışlayın beni.”

Alımlı genç kız koyu kahve gözlerini kaçırmadan cevap verdi:

“Siz hiç merak etmeyin Signor Adoni, kimseciklere söylemem. Bu da bizim minik sırrımız olsun.”

Zarif adımlarla yürüyüp dolabın önünde diz çöktü.

Mahir parmaklarıyla önce kasanın arkasına gizlenmiş bir düğmeye basmış, ardından o sihirli dört rakamı peş peşe iki kere tuşlamıştı. Birkaç saniye bile geçmeden kasanın kapağı yavaşça kendini salıverdi.

“Şimdi” dedi alçak sesle, yerinden doğrulurken, “kasanızı yeniden kapatmak istediğinizde hatırlanması zor bir şifre yerine 1-2-3-4 tuşlarına basmanız yeterli olacaktır. Merak etmeyin, şifrenizi bir tek ben bileceğim ve gördüğünüz gibi kasanızı istediğim zaman açabiliyorum zaten.”

“Evet, farkındayım” diye söylendi adam mahcup bir edayla. Sonrasında söze nasıl devam etmesi gerektiğini kestiremiyordu.

“Size zahmet oldu, çok teşekkür ederim.”

Bembeyaz dişlerini göstererek gülümsedi lacivert ceketinin yakasında Maria Costa yazan dilber.

“Rica ederim, benim için zevkti, bir sıkıntınız olursa yine aramaktan çekinmeyin lütfen.”

Sonra biraz duraksadı ve devam etti.

“Demek bugün Profesör Bruno Moretti’yle buluşacaksınız. Ne heyecanlı!”

“Profesör Moretti’yle mi? Peki, siz nereden biliyorsunuz bunu?”

Maria, uzun siyah saçlarını eliyle arkaya atarken kendisine şaşkın şaşkın bakan adama bir daha gülümsedi.

“Siz söylemeseydiniz nereden bilebilirdim ki? Zaten Profesör Moretti ile görüşmeye gelen konuklar hep bizde kalır. Kayıt yaptırdığınız sırada buraya neden geldiğinizi sormuştum dün akşam. Siz de bugün saat beşte kendisiyle randevunuz olduğunu söylemiştiniz.”

Yine duraksadı, sanki bir şey söyleyecekmiş de vazgeçmiş gibi… Sonra uygun sözcükleri arayıp buldu.

“Yol yorgunluğu işte, unutmuşsunuz.”

Bir sessizlik girdi aralarına. Her geçen saniye mesafe hızla açılıyordu.

“Hazırlık yapmanız gerekiyordur herhalde. En iyisi ben görevimin başına döneyim. Kahvaltıya da inmediniz. Aç değil misiniz?”

Adam boş gözlerle bakıyordu.

“Doğru ya, kahvaltı… Ne yazık ki çok geç uyandım bu sabah. Hem zaten aç da değilim. Şu işleri bir yoluna sokayım, sonrasında aşağıya iner bir şeyler atıştırırım.”

“Merak etmeyin Signor Adoni. Aşçımız burada zaten. Yeter ki siz isteyin, damağınıza uygun bir şeyler hazırlayabileceğinden eminim.”

Adam yalnız başına kalır kalmaz, kalbi çarparak kasaya yaklaştı. Elleri mi titriyordu yoksa?

“Uzatma” diye söylendi içinden. “Anladık işte, başın belada. İçine düştüğün şu kör kuyudan seni kim gelip kurtaracak sanıyorsun? Sihirli değneğini bir o yana bir bu yana sallayan periler mi? Hayır efendim, kendi göbeğini kendin keseceksin bu dünyada.”

Ani bir hareketle kapağı ardına kadar açtı. Kasanın içerisinde bir pasaport duruyordu, bir de siyah deri cüzdan. Ayrıca içinde kâğıt paralar olan bir zarf, katlanmış bir kâğıt ve bir de ses kayıt cihazı. Beyni uğulduyordu.

“Tanrım, neler oluyor bana?” diye mırıldandı kendi kendine. “Hadi bakalım, korkunun ecele faydası yok.”

İlk olarak pasaportu aldı eline. Kalın kırmızı kapağın üzerinde altın yaldızlı harflerle Unione Europea Repubblica Italiana yazılıydı.

Demek bir İtalyan vatandaşıyım diye düşündü. Eh, zaten ana dili gibi İtalyanca konuştuğuna göre… Hemen fotoğrafının olduğu sayfayı çevirdi.

Soyadı Adoni, adı Erol olarak geçmişti kayda.

5 Nisan 1966, İstanbul doğumluydu. İstanbul mu? Evet, öyle yazıyordu işte, İstanbul. Pasaportu da 11 Kasım 2016 tarihine kadar geçerliydi. İkamet adresi de İstanbul… Neden İstanbul’da yaşıyorum ki diye mırıldandı. Soyadı da Adoni’ymiş demek! Erol Adoni…

Başını yan tarafa çevirip adını bir kez daha tekrarladı. Erol Adoni sözcükleri ağzından dökülürken merakla yüzünün aynadaki görüntüsünü izliyordu. Nabız atışları normale dönmeye başladığında pasaportu kasaya geri koydu.

Sıra cüzdana gelmişti. Kendi adına çıkartılmış iki kredi kartı vardı içinde, ikisi de Türk bankalarından alınmıştı. Yerleri, adları hatırladıkça panik duygusu hafifliyordu. Evet, okuduğu, izlediği şeylerden birçoğu aklındaydı galiba. Şöyle bir taradı zihnini. Makaleler, romanlar, televizyon haberleri, seyrettiği filmler, dinlediği şarkılar, maç sonuçları… Anlaşılan, iş kişisel bilgilere gelince tekliyordu hafızası!

Kasada duran katlanmış kâğıdı eline alıp yine o mahut koltuğa doğru yöneldi. Büyük bir hışımla terk etmişti onu yarım saat kadar önce, şimdi tıpış tıpış dönüyordu işte, o kahrolası davetkâr kucağına. Kimliğinin, geçmişinin bölük pörçük silinip, teker teker kaybolduğu puslu bir boşlukta tutsak gibiydi ela gözlü adam. Başka bir deyişle, sinyor Erol Adoni…

Derin bir nefes aldı ve elinde tuttuğu kâğıdı okumaya başladı. Aslında bir mektubun kopyasıydı bu. Paris Review antetliydi ve Psikoloji Profesörü Bruno Moretti’ye hitaben yazılmıştı. Derginin önde gelen eleştirmenlerinden Erol Adoni’nin 12 Kasım 2012 günü kendisiyle gerçekleştireceği söyleşinin ana başlıkları özetlenmişti o mektupta.

“Demek bugün 12 Kasım 2012” diye mırıldandı oturduğu yerde.

Her karşısına çıkan taze bilgiyi beyninin hafıza kıvrımlarında depoluyordu telaşla. Prof. Moretti’nin yeni kitabı Niccolo Machiavelli’nin Düşleri büyük ilgi uyandırmış, New York Times çok satanlar listesinin başköşesine haftalarca konuk olmuştu. Biliyordu, tanıyordu, daha doğrusu en ince ayrıntısına kadar hatırlıyordu Erol, bu ünlü simayı ve karmaşık geçmişini. Robespierre’in biyografisinden sonra romanlar da yazan Moretti’nin üçüncü eseriydi bu. Ama bu kitapları ne zaman ve nerede okuduğunu bir türlü anımsayamıyordu kahramanımız. Oysa içerikleri bugün gibi belleğine kazılıydı.

Bir meslektaşının geçenlerde Corriere Della Sera gazetesinde profesörle yaptığı röportaj da tümüyle aklındaydı mesela. Prof. Moretti, o söyleşide özgürlük kavramı hakkında ne düşündüğü kendisine sorulduğunda, Milan Kundera ve Ayn Rand’ın demeçlerinden alıntılar yapmıştı. Nitekim yirmi yıl Saint Petersburg’da yaşadıktan sonra Amerika’ya göç eden Ayn Rand’a göre fikir ve vicdan özgürlüğü, mülk edinme özgürlüğü gibi bireysel haklar her şeyin üzerindeydi. Hayatının büyük bölümünü Sovyet rejiminin amansız pençesi altında Prag’da geçiren Kundera ise, insanın kendisi için tasarlanmış bir hayatın içine doğduğuna ve bireysel özgürlüğünün peşinde koşması gerektiğine dikkati çekiyordu.

Kendi düşüncelerini ise şöyle açıklamıştı ünlü İtalyan düşünür:

“Başkalarının inançlarına, düşüncelerine, özgürce yaşam hakkına saygı duymayan toplumlar er ya da geç bunun bedelini öderler. Öte yandan, özgür bir insan olmak da öyle sanıldığı kadar kolay değildir, her şeyden önce kendisine karşı dürüst olmayı gerektirir. Özgür bir ruha sahip olduğu kadar zihinsel melekeleriyle de özgür olmalıdır. Örneğin farklı düşünceleri olanların yaşam ve söz hakkına saygı duymayanların özgür bir toplum talep etmesi anlamsızdır, hatta oksimorondur…”

Evet, Prof. Moretti’nin yaşamı hakkında pek çok detayı hatırlıyordu.

Eserlerinin tümünü, bilimsel makalelerinin pek çoğunu okumuştu zaten. Bu söyleşi için ciddi bir hazırlık yapmış olması, soracağı soruları önceden hazırlamış olması gerekmez miydi? Peki, o notlara nasıl ulaşacaktı bilgisayarı kapalıyken? Daha önce inceden inceye kurguladığı bir söyleşiyi irticalen yürütebilir miydi?

“İmkânsızı dene ki en zoru başarasın.”

Kim söylemişti bu sözü? Gerçekten de böyle bir söz söylenmiş miydi bir tarihte, kayıtlara geçmiş miydi usta kalemlerce? Yoksa kendi kendine mi uydurmuştu bu iddialı lafı?

Bir süre gözleri kapalı sessizce oturdu o koltukta. Zihninin bir bölümü berrak, ikincisi karmakarışıktı. Söyleşiyi boş verip bir psikiyatri kliniğine mi yatmalıydı acaba? Yoksa “Hafızamı kaybettim, araştırın bulun benim kimliğimi, köklerimi ve de ailemi” diyerek polise mi başvurmalıydı tez elden?

Yavaşça doğruldu koltuğundan. Artık sağa sola yalpalamıyordu. Yeniden banyoya doğru yürüdü, bu kez adımları daha kararlıydı. Duşa girip soğuk suyu sonuna kadar açtı ve hiç kıpırdamadan dakikalarca altında durdu. Bu zorlu eylem bir ceza mıydı kendine reva gördüğü? Yoksa buz gibi suyun etkisiyle ayılmayı mı umuyordu bilincini yitirmiş bu kimliksiz adam?

Banyodan çıkarken acıktığını hissetti Erol. Saatine baktı… 12.16 Lanet olsun, çok az zamanı kalmıştı. Hemen hazırlanmalıydı. Füme pantolonunu, açık mavi polo gömleğini ve lacivert ceketini hızla geçirdi üstüne. Çoraplarını giyip, ayakkabılarını da bağladıktan sonra manyetik oda kartını eline alıp dışarı çıktı. Ahşap merdivenlerden aşağı inerken birden gözleri karardı. Sanki çevresindeki her şey fırıl fırıl dönüyordu etrafında. Soğuk bir ter boşandı sırtından. Tam sakinleşmeyi umarken kalbi yeniden hızla çarpmaya başlamıştı. Neyse ki resepsiyondaki esmer güzeli genç kız sıcak bir ilgiyle ona bakıyordu.

“Ben de hiç acıkmayacak mısınız diye merak etmeye başlamıştım Signor Adoni. Şimdi bir şeyler atıştırmak ister miydiniz acaba?”

“Evet, ufak bir sandviçle bir fincan duble espresso sanırım iyi gelecek.”

“Yanında biraz da dilimlenmiş meyveye ne dersiniz? Hepsi tazecik, hepsi kendi bahçemizden.”

“Fena fikir değil. Kahve sıcak olsun lütfen, gerisi kolay.”

Bankoya dirseklerini dayayıp, Maria’ya dert yanmaya hazırlandı.

Nereden girseydi lafa? Bilgisayarımın şifresini de unuttum dese iyice rezil olacaktı.

“Aslında kahvaltı hiç sorun değil” dedi kısık bir sesle. “Benim asıl derdim bilgisayarımla. Sanırım diski bozulmuş. Belgelerim, isimler, adresler, hepsi içindeydi. Demek istediğim, biraz yardımınıza ihtiyacım var.”

Maria’nın alnı kırışmıştı.

“Size nasıl yardımcı olabilirim acaba?”

Bir hata yapıp her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmaktan korkuyordu. Hafifçe öksürüp boğazını temizledi.

“En çok ihtiyaç duyduğum şey Internet bağlantısı olan bir bilgisayar. Bu arada, Prof. Moretti’nin adresi sizde vardır nasıl olsa, öyle değil mi?”

“Başka?”

“Hepsi bu kadar aslında, yeter ki olabildiğince çabuk bir çözüm bulun” derken gözlerinde bir yakarış vardı.

“O zaman” dedi Maria, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, “bugün sizin şanslı gününüz olmalı. Zira otel müdürümüz izinli olduğu için odası boş. Bakın işte, hemen şu karşıdaki oda… içeri girip orada bekleyebilirsiniz. Ben de önce kahvaltı siparişinizi vereyim, sonra da masasındaki bilgisayarı sizin için açarım.”

Erol’un gergin yüz hatları hafiften gevşemişti. Teşekkür ederek ofise doğru yürüdü. Aralık duran kapıyı itip içeri girince etrafına bakındı meraklı gözlerle. Masanın üzerinde bir sürü evrak, klasör duruyordu. Kesilmiş faturalar, rezervasyon fişleri, fiyat listeleri, broşürler. Birden ayıldı. Peki, İtalya’nın neresindeydiler? Önünde duran otel broşürünün kapağındaki adrese baktı göz ucuyla.

Castello di Villa
Via Casale 23, San Michele
Alessandria

Hmm, Alessandria kuzey İtalya’da, Torino ile Milano arasında bir yerlerde olmalıydı. Bunda şaşılacak ne var, diye mırıldandı. Prof. Moretti, Milano Üniversitesi psikoloji anabilim dalı başkanı değil miydi? Maria beş dakika geçmeden ofise gelmiş, çalışma masasının üzerindeki bilgisayarı açıp şifresini girmiş, kahvaltısının birkaç dakika içinde hazır olacağını söyledikten sonra da geldiği gibi sessizce odadan ayrılmıştı.

Artık yalnızdı.

Hazırlık yapmaya başlayabilirdi. Birkaç saat sonra yıllardır hayranlıkla eserlerini okuduğu profesörle bir röportaj yapacaktı ve neler soracağına, hangi sırada soracağına dair hiçbir hazırlığı yoktu. Daha doğrusu vardı da şifresinin ardına gizlenmiş bilgisayarı sırlarını paylaşmaya yanaşmıyordu.

Korkuyordu. Bilinmezliğin doğurduğu bir korkuydu bu. Bir an için her şeyden vazgeçmeyi düşündü. Hayır, pes etmeyecekti!

Parmakları klavyenin üzerinde, gözleri ekranda, kahvaltısının usulca masaya bırakıldığını bile fark etmeden çalışmaya koyuldu. Başını kaldırdığında tam üç saat uçup gitmişti hayatından. Bir yandan karnını doyururken, bir yandan da kurulu bir robot gibi Google sayfalarında dolanmış, Prof. Moretti hakkındaki tüm güncel bilgileri taramıştı. Tabağındaki son elma dilimini ağzına attığında Maria’nın ona verdiği ince bloknotun neredeyse tamamı Türkçe, İngilizce, İtalyanca notlarla dolmuştu. Son üç saatte göz atabildiği dosyaların çoğu tanıdıktı aslında, yalnızca bir yapbozun parçaları gibi zihnindeki haritaya yerleştiriyordu onları. Belki birkaç farklı soru, birkaç kışkırtıcı yorum eklemişti. Hepsi, o kadardı işte.

Şimdi geriye, odasına çıkıp kasada duran cüzdanını ve ses kayıt cihazını almak kalmıştı. Madem buraya bu söyleşi için gelmişti, programını bozmayacaktı. Önce işini yapacak, sonra da kendiyle, onu terk edip giden belleğiyle, ona bu acı oyunu hazırlayan geçmişiyle hesaplaşacaktı. Biraz önce kendi adını Google’da sorgulamayı da düşünmüş ancak eli bir türlü gitmemişti. Belli ki kendisi hakkında bir şeyler keşfetmeye hazır değildi. Henüz değildi.

Mantığı ne derse desin, ruhunun derinliklerinde o gücü bulamamıştı bir türlü. Kim olduğunu Internetin karmaşık koridorlarında araştırma düşüncesi buruk bir gülümseye dönüştü sıkıntılı yüzünde. “Önce ilk adım, sonra ikincisi” diye ikna etmeye çalıştı kendi kendini. Bebek adımlarıyla başlayacaktı yeniden yürümeye. Ofisin kapısını kapatıp yeniden resepsiyona yöneldi. Ona sürekli gülücükler saçan güzel kızdan bir yardım daha isteyebilirdi artık.

“Her şey için teşekkür ederim Maria, gerçekten çok yardımcı oldunuz. Şimdi hocamızın adresini de verirseniz sanırım yola koyulabilirim. Ha, bir de taksi bulabilirsiniz değil mi?”

Genç kız bir kez daha hayretini gizlemeye çalıştı.

“Dün akşam size yolun tarifini vermemiş miydim? Hatta haritada evin yerini bile göstermiştim. Arabanıza atlayıp önce ana caddeye çıkacak sonra da…”

“Araba mı dediniz?”

Bu kez genç kızın gözleri kocaman açıldı.

“Signor Adoni, şaka yapıyorsunuz galiba. Dün akşam arabanızı yan taraftaki sundurmanın altına çekmemi rica edip, anahtarını da bana vermiştiniz ya?”

Erol bir kere daha duvara toslamıştı. Beyin hücreleri bu badireyi nasıl atlatacağını düşünmekle meşguldü. Önüne çıkan engelleri bir şekilde aşmaya, hayata tutunmaya adam akıllı kararlıydı yaralı adam. Çaresizliği ilan etmeye, teslim olmaya niyeti yoktu anlaşılan…

“Tabii Maria, haklısınız. Size anahtarı vermiştim, ancak yolumu kaybedersem randevuma geç kalırım diye korktum birden. En iyisi bir taksi çağırmak sanki.”

“Signor Adoni, hava henüz aydınlık, ben de arabanızın navigasyon sistemini ayarlarım, o size yolu gösterir.”

Daha fazla itiraz etmedi Erol. Edemezdi de. Önce odasına çıkıp cüzdanını ve kayıt cihazını koydu cebine. Sonra banyodaki aynaya baktı bir süre. Evet, oradaydı işte, tam karşısında. Gözlerini gözlerine dikti büyük bir özenle. Aslında kendi kendini gaza getirmeye çalışıyordu. Biraz zorlama da olsa, yüzüne kocaman bir gülümseme kondurmayı başarmıştı en sonunda. Hadi bakalım diyordu sanki, maça çıkmadan önce takımına son talimatları veren deneyimli bir antrenör gibi…

Çık bakalım sahaya ve göster onlara!

Yeniden aşağıya indiğinde genç kızı kapının önünde kendisini beklerken buldu. İkisi birlikte otelin bahçesine doğru yürüdüler sessizce. Milano havaalanından ne zaman ve nasıl kiraladığını bir türlü hatırlayamadığı dört kapılı siyah Fiat Sedici’ye atladı mecburen. Önce aracın navigasyon sistemini ayarladılar birlikte, sonra emniyet kemerini taktı ve meraklı gözlerle onu süzen Maria’ya el sallayıp gaza bastı.

Prof. Moretti onu bekliyor olmalıydı.
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Hasan Saraç

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

7 YORUMLAR

  • Yanıtla Gürol Tulunay 9 Nisan 2020 at 14:50

    Not: Hâlâ merak içindeyim. Birinci bölüme yazdığım yorum “tekrar” diyerek kabul edilmedi. Altına yazdığım ben daha önce yorum yapmadım yazım ise görülmedi her halde. Bu yazdığımıda göreceğinizden şüphem var.
     
    Sayın Saraç, romanınız beni ilk bölümden itibaren etkisi altına aldı. Arkadan neler geleceğini doğrusu merak ediyorum. Umarım gelecek perşembe de üçüncü bölümü okuyabilirim. Sizlere ve ailenize sağlık ve esenlikler dilerim…

    • Yanıtla Site Yöneticisi 9 Nisan 2020 at 15:32

      Gürol Hanım merhaba;
       
      Size konuyla ilgili açıklamayı mail olarak göndermiştim. Buradan da yazayım: Okurlarımızdan gelen yorumlar önce editörlere ulaşıyor. Editörler yayın onayı verince siteye düşüyor. Bunu da gene okurlarımızı ve yazarlarımızı korumak amacıyla yapıyoruz.
       
      Dergimize olan ilginiz için teşekkür ederiz.
       
      Saygılar
       
      SenVeBen Kurucusu
      Didem Çelebi Özkan

      • Yanıtla Leyla Beyazcaoğlu 24 Nisan 2020 at 22:54

        Merhaba Hasan Bey. Romanınızı az önce görüp okumaya başladım. İçinde yaşayarak okuyorum. Birazdan 3. ve 4. bölümleri de okuyacağım. Mümkün olsa da haftada bir değil de iki günde bir okuyabilsek. Heyecanla diğer bölümleri bekliyorum. Yüreğinize, kaleminize sağlık.

        • Yanıtla Hasan Saraç 25 Nisan 2020 at 00:40

          Değerli okurum Leyla Hanım, öncelikle güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Haftada bir yayınlamamızın önemli bir nedeni her perşembe saat tam 13.00’da okurlarla buluşuyor olması. İki ya da üç günde bir yayınlayacak olursak belli bir düzen olanağı kalmayacak… Bir de şunu fark ettik, bölümlere yapılan ziyaret neredeyse 5-6 güne yayılıyor. Takipçilerimizin sayısı da hızla artıyor, şimdiden beş bine yaklaştı. Ne yazık ki sizi de bir hafta bekleteceğiz.. Sonradan katılanlar için eski bölümler her zaman tek tıklamanın ardında hazır olacak… 4. bölümde göreceğiniz gibi gelecekteki bölüm başlarında küçük bir hatırlatma yapmaya ve bazı açıklamalarla sevgili okurlarımızın meraklarını gidermeye devam edeceğim.. Bu duyuruyu yapmana vesile olduğunuz için ayrıca teşekkür ediyorum… En iyi dileklerimle… 🙂

  • Yanıtla Hasan Saraç 9 Nisan 2020 at 15:38

    Gürol Hanım, ilk bölüme yaptığınız güzel yorumu aldım, cevap da verdim. O yorumları ilk bölümün dosyasında, sayfanın en altında görebilirsiniz ancak. Eğer sitenin sağ alt tarafına da bakarsanız “Yapılan Yorumlar” bölümünde adınızı göreceksiniz. Başka sorunuz olursa bana @hasansarac1951 Instagram adresinden de ulaşabilirsiniz.
     
    En iyi dileklerimle…

  • Yanıtla Burak Süalp 11 Haziran 2020 at 11:59

    Hikaye çok güzel akıyor. Gerçi bazen düşünüyorum, o durumda uyanan insan niye yardım istemez de tek başına çözüm üretmeye çalışır? Haliyle çeşit çeşit insan var, kimi de istemez. Diğer bölümleri bir çırpıda peşpeşe okuma isteği yarattı bu bölüm bende. Ama biraz günlük işlerime dönmeliyim. Kaleminize sağlık.

    • Yanıtla Hasan Saraç 11 Haziran 2020 at 12:58

      Yeniden merhaba Burak Bey,
       
      Anlaşılan ben sizin birinci bölüm yorumunuza cevap vermeye çalışırken siz de ikinci bölümü okumuşsunuz.
       
      Çok haklısınız, her kişinin sorunlara tepkileri farklı oluyor. Sanırım bazı karakterlerimin başlarına bir iş geldiğinde gösterdikleri tepki de benim de payım var. Onların tek başlarına mücadele etmelerini istiyor olabilirim farkında bile olmadan…
       
      13 Saat + 1 Ömür benim aynı yıl içinde yazdığım üçüncü romanımdı. Zaten yazmaya da o yıl başlamıştım. Daha sonra kaleme aldığım romanlarda stilimi biraz değiştirdiğimi sanıyorum.
       
      İşlerinizde kolaylıklar dilerim…
       
      Bu arada size bir de haber vereyim… Haftaya, yani 15 Haziran Pazartesi günü de saat 07.00’da ilk romanım Çapraz Oyun’un birinci bölümü yayınlanacak.
       
      Ne yazık ki oradaki roman karakterlerimin de başı epey derde girecek gibi görünüyor.
       
      Yoksa Paul Auster ya da Haruki Murakami‘nin etkisinde mi kaldım gerçekten? Olmaması gerek, zira Murakami’yi kendim roman yazmaya başladıktan sonra okumaya başlamıştım.

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan