Dünya Ağrısı

Alnı Açık, Vicdanı Hür

30 Ekim 2020

Öykü: Alnı Açık, Vicdanı Hür | Yazan: Egemen Alper

Süreyya Kurum 40 yaşının henüz başlarında, kırk yılda bir olacağına inanarak, belki başka çaresi olmadığı belki de konuşacak kimsesi kalmadığı için bir psikoloğa gitmeye karar verdi ve hızlı adımlarla evinden çıktı. Yapacağı bu görüşme onun için en uygun ve zahmetsiz koşullarda gerçekleşmeliydi, bu yüzden de gideceği kişinin kim olduğundan çok nerede olduğuyla ilgilenmişti. Evine yürüme mesafesinde bulunan bir psikoloğu seçmesi de bu sebeple çok mantıklıydı, yürüyerek gidecek ve yolda söyleyeceklerini düşünecekti. Yaşadığı mahalle şehrin görece güzel ve nezih bir kısmında olduğundan kaldırımları da düzgün ve engebesizdi, Süreyya önüne bakmadan yürüdü, vitrinlerde, insanlarda, binalarda, arabalarda, gözünün görebildiği her ayrıntıda anlatmak istediklerinden bir liste yaptı.

Ekim ayının son günlerinde hava soğuk ve kapalı, Süreyya dalgın ve kararlıydı.

Tüm dalgınlığı ve düşünceleri ile bir kaldırımdan diğerine geçmeye çalışan Süreyya, yanında beliren otobüsün sesine irkildi, yaşadığı korku otobüsün hoparlörlerinden bangır bangır çalan 10. Yıl Marşı’na karıştı. Kendisini takip eden onlarca araçla beraber, üzerinde kocaman ay yıldız bulunan otobüs önde, otobüs ileri gidiyordu. Otobüsten yükselen ses caddeye ve sokaklara yayıldı, Süreyya görmese de birçok insan sesin nereden geldiğini anlamak için üzerinde elleri bayraklı, takım elbiseli sırıtkan insanları taşıyan otobüse bakmak için camlardan dışarı baktı. Süreyya bir an otobüsün ön camından etraftakilere el sallayan birini gördü ancak o sırada hangi cümleyle konuşmaya başlayacağını düşündüğünden ne gördüğünü sallamadı. Kaldırımdan karşıya geçti, yaklaşık 100 metre daha yürüyerek psikoloğun olduğu iş hanına vardığında otobüsten gelen marş sesleri de azalarak arka sokaklarda kayboldu.

Asansöre binmekten vazgeçip dördüncü kata kadar yürüyerek anlatacaklarını toparladı ve ilk cümlesine karar vermeye çalıştı ancak biliyordu ki o ilk cümleyi ne kadar iyi olursa olsun hiçbir zaman tasarladığı gibi söyleyememiş, konuşmalarına karman çorman kelimelerle başlamıştı. Bu sefer de öyle olacağından emindi, sıkıntılarım şunlar veya bunlar demek yerine büyük ihtimalle “Efendim benim derdim büyük, nasıl anlatsam bilemiyorum” diye başlayacaktı konuşmaya. Belki böylece psikolog, “Biraz kendinizden bahseder misiniz?” diyecek, Süreyya da kendini anlatırken zaman kazanıp hangi konudan başlayacağına karar verecekti. Merdivenler bittiğinde üzerinde “Dr. Mümtaz Siper, Klinik Psikolog” yazılı ahşap kapının ziline bastı.

Kapıyı açan 30 yaş civarında, esmer, küt saçlı, oldukça güzel, sporcu gibi rengarenk giyinmiş ve bütün suratıyla gülen bir kadındı.

“Hoş geldiniz, Süreyya Bey değil mi?”

“Evet, merhaba ben Süreyya, doktor Mümtaz Bey’den şeyim vardı, randevum!”

“Biliyorum saat 14:00 için, zamanlamanız harika. Ben Simten, salona buyurun lütfen.”

Simten kapıyı kapatıp, koridorda yürüyen Süreyya’nın önüne geçti. Süreyya duvarlara asılmış ucuz kanvas tablolara bakıyor ve daha önceleri bunları kimin alabileceğine dair kurduğu düşüncelerine yanıt bulmuşa benziyordu. Birkaç ucuz soyut tablo ve yanlarında orman, deniz, günbatımı manzaraları. “Hah işte, yurdum insanını kandıran bir başka yurdum insanı” diye düşünürken gözü Simten’in poposuna kaydı. Genişliğine, yüksekliğine, sporcu taytının iyice belirginleştirdiği çıkıntılarına baktı, kadının tam da doğurma yaşında olduğuna karar verip kafasını her zamanki gibi 15 derece sağa yatırıp sol kaşını kaldırdı.

“Buyurun lütfen, sizi böyle alalım. Ne içersiniz? Çay, kahve, soğuk bir şeyler? Mümtaz Hocam biraz gecikecek, çok özür diliyor, hastaneden gelirken yoğun trafiğe takılmış.”

“Haa, öyle mi, iyi o halde burada bekleyeyim, çay alırım ben, fincan çay, şekersiz lütfen.”

Simten mutfağa giderken Süreyya onun poposu yerine etrafa bakmayı tercih etti. Pencerelerdeki storları inceledi. Perde varken neden bu storlar alınır hiç anlamazdı. Yurdum insanının kolay, hızlı ve ucuz çözümleri diye düşündü. Kendisini sıcak bir ev yerine buz gibi bir hastanede hissetmesini sağlayan bu storlar varken nasıl rahatlayıp konuşabilirdi ki. Gelenlerin anlatacakları da storlar gibi katman katman olsun diye mi tercih etmişti yoksa Dr. Mümtaz? Perde olsa daha güzel ve yumuşak olurdu ama yıkatması dertti tabi. Duygular da böyle işte dalgalar gibi, bazen sakin bazen yıkıcı, keşke kirlendiğinde yıkatmak da mümkün olsa diye iç geçirdi.

“Çayınız, afiyet olsun. Hocam da yolda, birazdan burada olur. Bir ihtiyacınız olursa seslenin lütfen, ben yan odadayım” diye gülümsedi Simten.

“Teşekkür ederim, iyiyim böyle, umarım Dr. Mümtaz Bey geç kalmaz, işim var da.”

Çayından bir yudum alan Süreyya gecikmenin günümüzde ne kadar kabul edilebilir bir mazeret haline geldiğini fark etti.

Kendi gecikmeleri aklına geldi. Söylemeye, yapmaya, gitmeye, karar vermeye geciktiği ne varsa tekmili birden aklına geldi, çay ağzını, geç kalmışlığı içini yaktı. Zamanında yapamadığı ne varsa, yolda gelirken bir araya getirmeye çalıştığı cümlelerden, alt alta sıraladığı listeden koparak üzerine yıkıldı. Çok iyi bir işi vardı Süreyya’nın, insanlar ona imreniyor, hatta kıskanıyorlardı. Maaşını hep zamanında almış ancak söyleyeceği hiçbir şeyi zamanında söyleyememiş, bu yüzden de doğru zamanın geldiğine inanarak psikoloğun yolunu tutmuş, anlatmak için Mümtaz’ın geleceği zamanı bekliyordu.

Süreyya geçmişte gerçekleştirmesi gayet mümkün olan ne varsa yapmadığı için pişmandı. Pişmanlığı kızgınlığına, kızgınlığı ise korkusuna yenik düşüyordu. Sahi kim çıkarmıştı şu “konfor alanı” denilen tabiri? Bu tanımı çıkaran kişiyi bulsa evvela onun bütün konforunu bozacak ne varsa yapardı. Fakat kendi konfor alanını bir türlü bozamamış, adeta sınırını işaretlemek için etrafına işeyen bir hayvan gibi kendi sidiğine hapsolmuştu. Diğer insanlar onun kadar rahatsız değildi bu dünyada yaşananlardan, en azından bir araya gelip kendilerine daha büyük sidik daireleri çizerek bir arada kokuşuyorlardı. Aynı salyaları akıtıp, aynı pisliğin içerisinde birbirlerini boğazlayarak yaşayabiliyorlardı.

Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlardan çok korkardı Süreyya, aslında kendi korkusu da kaybedeceği konfor alanı değil, daha çok itibarıydı. İnsanlığı da iktidarıyla elden gidecekti, bir hiç olduğunda hiç kimse onu dinlemeyecekti. En azından sözünün geçtiği birkaç yere ve insana sığınmış yaşıyordu ve bu duygusunu bir türlü terk edemiyordu. Şahsi seçimleri ne olursa olsun, kokuşmuş pislikleri içindeki insanlara boyun eğerek yaşamaktan kendi kendine konuşur hale gelmiş, sanki karşısında kendi varmış gibi boynunu 15 derece sağa yatırarak düşüncelerini onaylamaya başlamıştı. Fikir beyan edemediği her konuda düşünüyor, inceliyor, yanıtlar arıyor, tatmin olduğunda da başıyla kendisini onaylıyordu. İstediğini seçemiyor, seçileni istemiyordu. Sokakta, iş yerinde, insanlar arasında, yapmak, söylemek istediği ne varsa onu bu arafta hapsediyordu.

Aslında yaşadığı çevrede ilgi gören, anlattıkları dinlenen biriydi, oysa Süreyya iyi biliyordu ilginin kendisine değil ünvanının itibarına olduğunu.

Onu terk ettiğinde, kendisi de terk edilecekti. Şimdi tek başına mücadele etmenin eşiğinde, içinde ve dışındaki tüm ordulara kafa tutup gerekirse ölmeyi göze almak istiyordu. “Hepinizin Allah belasını versin” diye bağırdığında bir hücrede ıslak halat ile dövülmek değil, kendi hücresinden çıkıp özgür olmaktı hayali. Kendisini ifade etmekten aciz düştüğü her gün Süreyya’yı daha da tıkamış, artık konuşmaktan bile tasarruf eder hale gelmişti. Söyleneni yapıyor, bazen yapılanlara içinden söyleniyor ancak yapmak istediklerini söyleyemiyordu. Çoğu zaman sevdiğini bile istediği gibi anlatamıyordu. Belki de bu yüzden sevmeden sevişebiliyor, sevişmeden sevebiliyordu. Birbirini yiyen hayvanlar gibi bu iki davranışın birbirini yiyip yok etmesini istiyordu. Bu zamana kadar yıkıcı birçok dış ve iç etkene rağmen sağlam kalabilmeyi becerebilen, en azından gerçekleştirmek istediği hayalleri bulunan bir insan olduğuna inandığından, bu inancını Dr. Mümtaz veya insan konusunda uzman başka herhangi birinin de onaylaması onu rahatlatacaktı.

İşte tam da bu sebeple bu soğuk ofisin köşeli ve sanki aritmetik bir mantıkla döşenmiş salonunda oturmuş estetik kaygılarla etrafına bakıyor, zamanını bekliyordu. Gözüne estetik gelen her şeyi seviyordu. Evi, zevkleri, hayatını dilediği gibi yaşama arzusu bunun üzerine kurulmuştu. Duygulara daha çok hitap ettiğinden Süreyya yaptığı her şeyi estetik bir yaklaşımla ele alıyordu. Sadece ifade şekli paralel olamıyordu zira ne zaman böyle bir durumla karşılaşsa duygusal olduğundan dem vurulur, sert ve köşeli olamayacağı düşünüldüğünden kritik kararlar ona bırakılmaz, kişiliği ve davranışları eleştirilirdi. Estetik bakış ve yaklaşım zarafetle eşdeğer tutulur, zarif olan da zayıf olarak değerlendirilirdi. Süreyya da kendiyle çelişen tavırlar sergiler, daha düz, sert bir adam olurdu.

İsminin bile altında ezilirdi bazen;

“Süreyya diye isim mi kaldı?” veya “Ne kadar antika, dedenin ismi mi?” ya da “Hem erkek hem kadın ismi olduğundan kâğıt üzerinde kim olduğunu nasıl kanıtlıyorsun?” benzeri nahoş sorularla karşılaşırdı. Sonra susardı Süreyya, her zamanki gibi, geçerli akçe olan gibi. Maaşını alır susardı, sevdiğini zamanında söyleyemediği için terk edilir susardı, seçimleri çoğunluğa uymadığından ötekileştirilir susardı. Birileri gibi değil, sadece kendi olan insanların kazanacağına inanır ancak genel olarak inancı çok kuvvetli olmadığından inancını sık sık kaybederdi. Kaybettikçe de boyun eğer susardı. Her ayaklandığında şöyle bir yukarıdan bakar vazgeçerdi, zor geldiğinden değil, savaşmaya henüz hazır olmadığından. Etrafına ördüğü konfor alanı duvarlarının içine yeterli cephaneyi doldurduğunda kalesini de savunacak hale gelecekti.

Süreyya bütün bunları Dr. Mümtaz’a nasıl anlatacağını biliyor ancak nereden başlayacağını hiç bilmiyordu. Yaşadığı çevrede zarafet yoksunu insanlardan nasıl arınacağı hususunda yardımcı olabilecek miydi doktor? Peki ya ifade şeklini değiştirebilecek miydi onca zaman sonra? Dilinin kemiğini Dr. Mümtaz kırabilir miydi? Teslim olmadan kendini ifade etmeye başlamak ne kadar zaman alırdı? Hem kendisi başarsa bile diğer insanların da birer Dr. Mümtaz bulmaları gerekmez miydi düzelmeleri için? Bu Mümtaz olayını çok mu büyütüyordu yoksa? Kendi kendine de defalarca denemiş ancak değişmek bir yana daha çok teslim olmuştu korkularına. Zaten korku değil miydi bütün bunlara sebep? Oturduğu yerde değiş deyince değişmiyordu ki hiçbir şey. İstemiyorum, kabul etmiyorum, beğenmiyorum, hakkımı arıyorum, seviyorum, vazgeçiyorum, değişmek istiyorum gibi kelimeleri daha çok kullanması gerektiğini iyi biliyordu Süreyya. Kendi gibi herkesin de. Ancak o zaman inandığı gibi olabilirdi her şey, daha güzel, daha zarif.

Ofisin salonunda 20 dakika kadar geçirdiğinde beklemekten ne kadar sıkıldığını fark etti.

Beklemek onu çok sinirlendiriyordu çünkü iyi bir şeyleri beklerken çok zaman harcanıyor ve o iyi şey ne ise bir türlü gelmiyordu. Gelmeyince de Süreyya herkes gibi susuyor, elinde ne varsa onu düşünüyor ve başını 15 derece sağa, ruhunu da düzene eğiyordu. Anlatmak istedikleri onu yormuş, üzerine de beklemek epey germiş, öfkelendirmişti. Sırtı terledi, bacakları gerildi, kelimeleri birikti. Dr. Mümtaz geldiğinde derdini anlatmaktan çok ona geç kaldığı için kızacak, bağıracak ve muhtemelen adamın tepkisiyle karşılaşacak, daha çok sinirlenecekti. Bunları gözünde canlandırmak bile Süreyya’nın yorulmasına sebep oldu. Üstelik öğle yemeğini geciktirdiği için acıkmaya başladı, sırtı da ter içinde kalmıştı.

Süreyya sokaktan gelen marş sesine irkildi. Yerinden kalkıp storu aralayarak camdan aşağı baktı. Mahalle turunu tamamlamış otobüs başka bir semte gitmek üzere ana caddeden geçiyordu. Üzerinde elleri bayraklı takım elbiseli insanlar manasızca sırıtıyor ve el sallıyorlardı. Otobüsün önündeki kalabalık, ön camdan kendilerini selamlayan ve bir yandan da açık kapıdan bir şeyler veren insana ulaşmaya çalışıyordu. Yukarıdan bakınca, birbirlerinin üzerinde dönerek bir ekmekten parça koparmaya çalışan balıklara benziyorlardı. Kapının başında bütün kalabalığın saydığı bir insan, etten ağlarla örmüşlerdi otobüsü dört baştan.

Süreyya homurdanarak pencere storunu bıraktı ve az evvel oturduğu kanepeye yöneldi. Sinirlendiği için beklemekten vazgeçip evine dönmeye karar verdi. Kanepeden montunu alırken altından katlanmış beyaz kumaş bir çanta çıktı. Kendisinin getirip getirmediğinden emin olamadı. Çantanın üzerinde ay yıldız vardı, ağzını açtı ve içinde birer paket bisküvi ve çay olduğunu gördü. İkisi de Türk bayrağı deseniyle paketlenmişti. Nereden gelmiş olabileceğini düşünürken, Dr. Mümtaz’ın ofisine yürürken caddede otobüsle karşılaştığı anı hatırladı. O dalgınlık ve karmaşada biri ay yıldızlı çantayı uzatmış o da fark etmeden almış olmalıydı. İçine tekrar baktı, başını 15 derece sağa yatırarak sol kaşını kaldırdı. Önce bisküvi paketini sonra ofisin kapısını açtı. Ofisten çıkınca rahatladı. Bisküvi yiyerek merdivenlerden aşağı inerken eve gidip güzel bir çay yapmaya karar verdi.

Egemen Alper

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

4 YORUMLAR

  • Yanıtla Hakan Özbek 30 Ekim 2020 at 17:50

    Planlı bir görüşmede planladığı gibi konuşan var mıdır? Ben beceremiyorum mesela. Sanırım karşımdakinin ne söylediği bütün planı bozuyor; sonuçta onu planlayamıyoruz.
     
    Kalemine sağlık.

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 31 Ekim 2020 at 12:12

    Psikoloğun karşısındaki koltuğa oturmadan önce yapılan planlar, planlar 😁 Görüşme gerçekleşseydi yaşanacak diyaloğu da merak etmedim değil 😉
     
    Kalemine sağlık Egemencim, harika bir anlatımdı. Senden öykü okumak ayrı bir keyif. Devamının gelmesini umut ediyorum.

  • Yanıtla Beril Erem 2 Kasım 2020 at 14:57

    Bu kadar çok kendini sorgulayan, üstelik bazı şeyleri söylemeye, yapmaya geciktiğinin de farkında olan bir adamın psikoloğa gitmeye karar verip, hiçbir şey anlatmadan çıkması…:))
     
    Dr. Mümtaz’ın değil de, bence kendi zihninin bekleme odasında çok oturuyor bu Süreyya Bey.
     
    Dağıtılan poşet çaylar, bisküviler… Ve marşlarla ilerleyen yığına üst kattan (tepeden) bakan bir adam, aldığının farkına bile varmadığı bisküvi ve poşet çay poşeti… Bütün bu samimiyetsiz ortamdan demek kendine de bir pay çıkarıyor.
     
    Kalemine sağlık Egemen, her paragrafında ayrı bir pencere açtı bana, çok sevdim bu öyküyü 👌

  • Yanıtla Cem Albayrakoğlu 28 Şubat 2021 at 17:23

    Selam Egemen
     
    Ben de hiçbir zaman o koltuğa oturmak istemeyenlerdendim ama birkaç kez oturmuşluğum var. Bu kadar detaylı bir anlatım beklemiyordum ki popo kısmı ince görülmüş bir detay olsa gerek :))
     
    Bence hayat bu kadar hassaslığı kaldırmıyor. Bu kadar detayın içinde kaybolmak da var, pişman olmak da, pişman olup söyleyememek de. Hayat yaşadığın o an olsa gerek.
     
    Kalemine sağlık.

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan