Yaşamak Yaratmaktır

Dağ ve Felsefe

27 Mart 2019

Dağ ve Felsefe
“Dağ”ı öne koymamın özel bir amacı yok; “Felsefe ve Dağ” da denilebilir. Dağ ile Felsefe; ikisi ayrı alanlar: Biri doğa, diğeri kültür. Biri doğanın en sivrilip, yükselip, görkem kazanıp, zorlaşan yanı; diğeri ise kültürün. Yine de arasında koşut (paralel) gelişen yanlar var. Burada doğrudan doğruya Dağ ve Felsefe arasındaki koşutlukları saptamak gibi bir amacım yok.

Dağlarla dostluğum 50 yılı çoktan geçti. Bir o kadar da Felsefe’nin içindeyim. Bu birliktelik, Dağ ve Felsefe arasında koşutluklar görmeme ne ölçüde etki yaptı, irdelemedim. Sözgelimi yemek ile yemek yapma, sunma, yeme çizgisinde ilgilenmeyi seviyorum ve yemek “bilgi” konusunda önemli bir iğretileme (metafor) olabilir fakat “Yemek ve Felsefe”yi düşünmedim. Doğrusu Dağ ve Felsefe’yi de öyle düşünüp, tasarlamış değilim: Dağ ve Felsefe’yi öncelikle yaşıyorum. Hangisinde etkinsem, diğeri çıkıp geliyor. Burada anlatmak istediğim de bu birliktelik, bu kesişme noktaları.

‣ Dağ ve Felsefe

Neresinden tutmalı, neresinden başlamalı?

Felsefe ağırlığını koyuyor ve diyor ki; “İlkin bu ikisinin her birinden ne anladığını anlat.”

Dağın ne olduğunu yıllar önce sormuş ve bu yolda bir denemeyi de yaşamıştım. Kitabımda “Bir Çiçek Türküsüdür Dağ” adlı yazıda “Dağ Nedir?” sorusunu sorduktan sonra, dağlara gidişimi, yaşadıklarımı ve dağın ne olduğunu arayışımı anlattım.

“Dağ Nedir?” sorusunun yanıtı yerbilim, coğrafya, haritacılık, bitkibilim, buzulbilim, meteorologi ve daha bir çok ilgili uzmanlık alanında verilebilir; bunların ortak birleşeninden hareketle ortak bir tanıma da ulaşılabilir. Ne var ki, bu tanımda dile gelen, yaşanan “Dağ” değildir. Tanım iş yapmak üzere oluşturulmuştur ve işe yaradığı ölçüde kullanılır, sonra değiştirilir. Her insan dağı kendisine göre yaşar ve her insan için dağ, nasıl yaşadıysa öyledir. Yaşamanın kavrama sokulduğu yerde bireylik ortaya çıkar. Birey tanıma feda edilemeyecek ölçüde önemlidir.

Benzer bir durum “Felsefe” için de söz konusu:

Varlığımda, benliğimde duyduğum “felsefe” yaşadığım felsefedir ve bana özgüdür. Felsefe her zaman bireye özgüdür. Felsefede ortak birleşen diye bir şey, olsa olsa sorular bakımındandır. Sonrası bireyindir, bireye özgüdür. Bu bireye özgü olan Felsefe nedir? Soruyu sorup, ardına düşmenin daha yapıcı bir yol olduğunu düşünüyorum. Kavramın etrafında dolanınca hem zaman yitiriliyor, hem de olumlu bir yol alınamıyor. Soruyu kısaca soralım.

‣ Felsefe Nedir?

Felsefenin uzağında değilim: Hatta zaman zaman içinde kendimi aradığım oluyor. Felsefe ile mutlu olanlardanım. Felsefeden bir nedenle uzak kaldığımda sıkıntı duyanlardanım. Özellikle felsefenin içinde olup da onu değişik biçimlerde ve değişik amaçlarla yanlışa kullananlara, hafifletenlere, felsefe katındaki yerleri, adları, ünleri, ünvanları ne olursa olsun içerleyip, kızanlardanım. Yaşamama önemli renkler, sesler, soluklar katan kaynaklardan biri felsefe.

Bu açıklamalar “felsefe”nin ne olduğunu değil, benim felsefeyle ilişkimi veriyor. Denilecektir ki, madem felsefe ile böylesine içli dışlısın öyleyse “felsefe”nin ne olduğunu da söyleyebilirsin. İlk bakışta insana sanki öyleymiş gibi geliyor, fakat değil. Neden değil?

Şöyle düşünelim: Çok sevdiğiniz, değer verdiğiniz, önemsediğiniz, kendisiyle dolu dolu, derin ve çok zaman coşkulu yaşantıları yarattığınız bir insan var. O eşiniz olabilir, eski ya da yeni bir dostunuz olabilir, kardeşiniz olabilir, hatta çocuğunuz olabilir. Şimdi şöyle soralım; o çok sevdiğiniz, yapıcı-yaratıcı etkinliklere girdiğiniz insan nedir? Bir anlatmayı deneyin; nedir?

Eşini çok seven bir arkadaşıma, bir gün, söz arasında eşinin ne olduğunu sormuştum; eşinin bir çok özelliğini anlattı, kimilerinde ayrıntılara girdi, sıraladı, saydı. Sorunun yanıtı bunların hiçbiri değildi. Soru tüm canlılığı ve çekiciliğiyle çırılçıplak duruyordu. Dilerseniz siz de çok sevdiğiniz, değer verdiğiniz ya da nefret ettiğiniz birinin ve/veya bir şeyin ne olduğunu sorun ve soruyu tüm içtenliğinizle, dürüstçe yanıtlamaya çalışın. Benim değerli arkadaşım soruyu sordukça eşine daha çok yöneldi ve eşinin göz ardı ettiği, ayırdına nedense varamadığı, hatta önemsemediği bir çok yanını gördü fakat eşini tüketemedi.

Bir insanı tüketmek kolay mı?

Birilerini tükettiklerini sananlar, gerçekte kendileri tükendikleri için, tükettiklerini sanmaktadırlar. Arkadaşım ve eşi, birlikte yapmak istedikleri ve başarılı olacaklarını düşündükleri çalışmalara yöneldiler. Zaman zaman aralarında ciddi gerginlikler oldu, zorlu tartışmaları, hatta sertleşen münakaşaları yaşadılar, dahası bir iki gün soğuk bazen de kopuk beraberlikleri oldu. Sonraları anlattığına göre, o gergin yaşantılarında da eşinin değişik yanlarını fark etmiş ve sevgisi, ilgisi mayalanmıştı.

Onunla konuşmalarımda ben de bazı şeyleri fark ettim. Şöyle ki:

‣ Sevmek içten, sade ve yalın olmayı gerektiriyor. O zaman birey neyse o oluyor ve öyle kavrıyor, öyle anlıyor. Araya karıştırılacak her şey sevgiyi bulandırıyor.

‣ Sevmek olup-bitecek bir süreç değil. Sevgi hep gelişen, gelişmeyi
isteyen, derinleştikçe artan, çoğalan bir yaşama. Sevgi gerçekleştikçe, seven de sevilen de daha yüksek bir yaşamaya ulaşıyor.

‣ Sevgi kendisini geliştiren bir güç: Neyin sevgisi olursa olsun; doğru sevilirse ya da sevgi doğru yaşanırsa veya sevgi doğru yaratılırsa tükenmeyen, fakat artan bir güç oluyor. Orada zaman aşılabiliyor; sözgelimi yaşlanmak siliniyor; çünkü her şey ve her an anlam ve önem kazanıyor, güzelleşiyor.

‣ Sevme etkinliğinde birey yalnızca sevdiğini tanımaz. Sevme etkinliğinde birey “Sevdiği Karşısındaki Kendisi“ni de tanır.
Orada birey “Sevdiğini Seven Ben” olur ve Sevdiğini Seven Ben ile karşılaşır.

Arkadaşım sevgili eşinin ne olduğunu bu gün de söyleyebilmiş değil. Arada bir söz oraya geldiğinde “Yaşıyoruz,” diyor. Mutlu, sevdalı, eşinin ulaşamayacağı sınırlarına ulaşmaya çalışıyor.

Bu gerçekleşenlerin tersi de olabilirdi: Eşinin ne olduğunu sorusunu yanıtlamaya çalışırken, hiç tanımadığı, uyuşamayacağı, yaşamanın sisi altında durup-kalmış kabullenemeyeceği pek çok özellikle karşılaşmak da olası idi. O insanı ya da her neyse onu sevdiğimizi sanmışızdır ve göremediğimizle karşılaşınca yanıldığımızı da anlarız.

Karşılaşma için bireyin ayrıntıları ayıklaması önemlidir.

Ayrıntılar gerçeklikten izler taşırlar, fakat Asıl Olan’ı bulandırırlar. Sevgi asıl olanla, bulandırılmamış olanla, som olanla, halis olanla ilgildir. Diğerleri beğenme olur, hoşlanma olur, haz duyulan olur. Oysa “Sevdiğini Seven Ben” öze, derine gidendir.

Burada Felsefe kendisini fark ettiriyor:

“Felsefe sevdiğinin asıl olan yanına, özüne gitmeyi amaçlayan insan etkinliklerinden biridir.”

Bu belirleme, tam olmayan belirlemeler gibi belirsizlikler içeriyor.

Yeniden deneyelim:

‣ Philosophia

Özgün adı “philosophia” olan bir eylem alanından söz ediyoruz. Kavramı açarsak “Bilgelik Sevgisi” ile karşılaşıyoruz. Bilgelik ve Sevgi. Sevgi konusunda burada bize yetecek kadar söz söylendi kanısındayım; gerektiğinde elbette sevginin başka yanlarına değinilecektir. Şimdi Bilgelik üstünde durmak gerekiyor.

Kamu anlayışında Bilgelik denilince “Bilen İnsan” akla geliyor; yaygın anlayış böyle. Doğrudur, fakat açık değildir:

Neyi bilen İnsan?
Her şeyi mi?

Bu iki bakımdan olanaksız:

‣ Bir insan her şeyi bilemez.
‣ Bir insan her şeyi bilse bile bu, olsa olsa ansiklopedik bir kafa olur. Malumat sahibi olmak ile, Bilgi İnsanı olmak ayrıdır. Biri bilginin hamalıdır, diğeri bilginin mimarı.

Soru biraz daha önemle öne çıkıyor:

Bilge insan neyi bilir?

Sorunun dokusunda bir donukluk var. Soru, sanki tüm bilgiler ortada da “Bilge bunlardan hangilerine sahip?” gibi bir izlenim veriyor. Evet, doğada, toplumda, tek bireyde her şey bilgidir, fakat bu bilgilerin ancak bir bölümünü bilebiliyoruz, onların da çoğu değişebilir ve değişiyor, örneğin bazı bilgilerin geçerlik alanı daralıyor, bazılarının geçerliği sona eriyor, bazılarının geçerliği artıyor… Hem eldeki bilgilerin değişebilirliği ve hem de yeni bilgilerin elde edilmesi, bilgi dağarımızın sürekli gelişmesi nedeniyle bilginin alanı donuk ya da durağan (statik) değil, devingen (dinamik) oluyor.

Şimdi böylesine devinen bir süreçte bilge insan neyi bilecektir?

Bu işaret etmeye çalışılan bir kaç durum bile sorunun yanıtına ulaşmakta yeterli oluyor:

Bilge, bilgisizliğini bilen kişidir.

Ayrı dille söylersek: Bilge neleri bilmesi gerektiğini bilen kişidir. İnsan ancak cehaletinin farkına varınca bilgeliğin kapısı önüne gelir. Burada, “Felsefe bireyin kendi cehaletinin kapısını aralayıp, girmesidir,” gibi bir tanım kendisini gösterebilir. Böyle bir tanım bir çok kişi tarafından beğenilebilir. Yine de bu tanımı arkadaşlar arasındaki sıradan sohbetlere ya da takvim yapraklarının arkasındaki güzel veya özlü sözler veya “Günün Sözü” bölümüne bırakarak, düşünmeyi kaldığımız yerden sürdürmekte yarar olduğu kanısındayım.

Şöyle soralım:

Bilge hangi alandaki bilgisizliğini bilir?

Günlük yaşama bilgileri olamaz. Oradaki bilgiler, eksiklidir, tam değildir, hatta çok yetersizdir. Fakat o bilgiler sanki kesinmiş, mutlakmış gibi davranılır, tavır alınır, onlarla iş yapılır, ta ki bilginin geçerliği sallanıncaya kadar. O zaman yerine yenisi konulur ve o da yine kesinmiş gibi kabullenilip, iş yapılır. İş yapabilmek için bu bilgilere ihtiyaç vardır. Günlük yaşamayı derin bilgilerle kurmaya çalışmak olanaksızdır. Kimileri böyle yaşamayı çok isterler, ama iş yaşamaya gelince durum değişir.

“Bilimsel Bilgiler” de olamaz, onlarla zaten Bilim İnsanları yetesiye ilgilenip, uğraşıyorlar. Aynı durum “Teknik Bilgiler” için de geçerlidir.

Din bilgilerini de din bilimcilerin elinden alamayız. Sanat bilgisi konusunda sanatın büyükleri yetkedirler ve kimseye pek söz bırakmazlar.

Felsefeye hangi bilgi kalıyor?

Bu bilgilerin her biri kendi içlerindeki çeşitlemelerle yayılıyor, etkileşiyor ve “yaşama”nın dokusunu oluşturuyorlar. Her biri “yaşama”ya güç katıyor, devinim veriyor, renklendiriyor, canlandırıyorlar.

Ne var ki “yaşama” bu bilgilerin hiçbirine eşit değil; hiçbiri ile “yaşama”yı anlatamayız, fakat onlar “yaşama”dalar. Yaşamayı kuran, canlandıran değişik bilgilerin her birini önemsizleştirmeden usulca ayıklayıp bir kenara koyalım ve geriye ne kaldığına bakalım.

Ne kalıyor?
Yaşama.
Yaşamanın Kendisi.

“Yaşamanın Kendisi” üstüne ne biliyoruz?

Bu biraz erken dile getirilmiş bir soru. Önce şöyle soralım:

“Yaşamanın Kendisi”ni, ne olduğunu kaç kişi merak etmiştir? Örneğin siz merak ettiniz mi: “Yaşama Nedir?”

Bu her insanın soracağı soru değil. Bir şey daha var: Bu ve bu tür soruları sormayan kınanmaz, soranlarsa onurlandırılmaz. Böyle bir soruyu insan kendisine, kendisi için, merak ettiği için, özel bir bilgi kaygısıyla, bilme isteğiyle, bilgi sevgisiyle sorar ve ardına düşüp, anlamaya, bilmeye çabalar.

Soru bir öz sorusudur:
“Yaşamanın Kendisi” ya da “Özü” nedir?

Birey burada, bu soruyu sorduğu yerde ve zamanda bilgisizliğiyle karşılaşır. Dahası, birey orada bilgisizliğini sever. Bilgisizliği bilincinde dolduracağı boşluktur, yaşamasında aydınlanmayı bekleyen alacakaranlıktır. Bilge bilgisizliğini önemser, çünkü bildikçe bilmesi gerekenler artmaktadır. Burası bilgenin sonsuzlukla karşılaştığı yerdir. Bilge bu nedenle susar, dinler, anlamaya, öğrenmeye çalışır; öğrendiklerini yoklar, sınar, denetler ve sonsuza uzanan bir yolda ilerlemekten mutlu olur, o yolu ve o yolda yürümeyi sever. Ne kadar yürürse o kadar bilir.

Bütün bunlar filozofun kendi başına yaşadığı süreçlerdir. Burada şu sorulabilir:

Filozof ile Bilge aynı kişi midir?

Konuya bir başka bağlamda ayrıntılı olarak girilebilir, fakat burada değil. Burada yalnızca küçük bir değini ile yetineceğim:

“Filozof, felsefe bilgileri üreten bir insandır.”

Eğer yalnızca felsefece bilgiler ortaya koyuyor ve orada kalıyorsa, Türkçemizdeki olgun bir deyişle ona Felsefeci denilebilir, fakat ne filozof ve ne de bilge denilemez. Felsefeci felsefesini yaşamaya başlarsa ya da hiç değilse felsefece yaşamaya başlarsa, bilge ile birbirlerine yaklaşırlar, fakat aynı kişi olamazlar.

Felsefe ile Bilgelik, filozof ile bilge bir çok bakımdan örtüşseler de, aynı kişi değildirler.

Bilge de, Filozof da, ikisi de bilgi uğraşında kendi başına, aynı kaygı ile uğraşırlar. Felsefe, Bilgelik gibi, bireyin kendisinde gerçekleşir. Felsefe Sevdiğini Seven Ben’in iç yaşantılarıyla somutlaşır. Filozof kendi iç yaşantılarında somutlaşan ve kendisini sonsuzukla karşı karşıya getiren soruyu bir başkası için sormaz; Tıpkı dağa çıkar gibi.

Dağcı da dağa kendisi için çıkar. Dağa bir başkası için çıkılmaz. Dağcı “Dağ”ı kendisi için sever ve “Dağı Seven Ben” olarak o çıkışa girer. Çıkış Dağcı’nın kendi özel, özgün yaşamasıdır. Dağ her çıkışta yeniden keşfedilecek bir Ben’dir. Her çıkışta, onu sevene özel ve özgün güzellikler sunar Dağ; felsefe gibi, yaşamanın eşsiz kımıldanışlarıyla karşımızda durur.

‣ Dağ ve Felsefe

Bu yazım , dağ ile felsefe arasındaki bir özdeşliği değil, benzeşmeyi, koşutluğu dile getirmeyi amaçlamaktadır. Şimdi sormak gerekiyor, yukarıda değindiğim bir kaç yan dışında “Dağ ve Felsefe nerede benzeşirler, nerede koşutturlar?”

Çıkışta.

Dağı bir kaya kütlesi olarak görenlerin bakışında değilim. Dağ hem kayadır, hem çarşaktır, hem buzuldur, hem kardır, hem ottur çiçektir, hem böcektir kelebektir, hem buluttur, hem güneştir, hem çağıldayan sudur kaynaktır, hem yağmurdur kardır, hem keçidir geyiktir, hem tavşandır kurttur, eteklerinde ormandır, yücelerinde rüzgardır dumandır. Dağ bunların hepsiyle vardır, fakat bunların hepsi “Dağ” değildir.

Dağ ona gidilip, çıkmaya başlanınca yaşanandır.

Atilla Erdemli | Dağ ve FelsefeBen nereye çıkıyorum?

Görünüşe bakılırsa dağa çıkıyorum.

Dağ nerede?
Dağ bende.

Dağ onu duyduğum, düşündüğüm, kaygılandığım, heyecanlandığım, sevindiğim, korktuğum, önlem aldığım, acı çektiğim, dayandığım, sabrettiğim, umutlandığım, hayal ettiğim, atılıvermek istediğim, ulaşıvermek istediğim, coşkulara kapıldığım, kendime egemen olduğum, anımsadığım, yorulduğum, bitkinlik duyduğum, kendimi, orada bulunan Ben’i sorguladığım, doğrulup yeniden uğraşa girdiğim, ona sarıldığım, onu sardığım, içimde ta derinde ve tüm benliğimde onu yaşadığım yerdedir.

Felsefe sorusunun ardına düşer gibi, çıkış da nerede yükselmektir, nerede derine inmektir; belirlemek zor.

‣ İkisi de önümde tüm görkemi, yüceliği, sertliği, aman vermezliği ile dikilmektedir.

‣ İkisi de akıl ve sabır, sevgi ve azim gücü istemektedir.

‣ İkisi de kendilerine bilgisizce geleni, heves edip içlerine gireni durdurmaya, hatta kaçırtmaya hazır güçlerle donanmıştır.

‣ İkisi de saf ve temiz, abartısız, bulandırılmamış bir sevgi ile ona eşlik eden sade, kandırıcı yan yollara sapmayan, zeka ışığı ile parıldayanı denetleyen bir aklın çizdiği yolda gelişirler.

‣ İkisi de gösterişten uzaktırlar; kendisi ne ve ne kadarsa, onlar da o ve o kadar gerçekleşirler ve bundan sevinç duyarlar.

‣ İkisi de bireye özgüdürler. Birey kendisi için tırmanır, kendisi için benliğinde duyduğu bir felsefe sorusunun ardına düşer. İkisi de başkası için yapılmaz. İkisi de bireyin özel ve özgün yaşamıdır.

‣ İkisi de kendisidirler; kendisi ya da Sevdiğini Seven Ben geliştikce “Çıkış” da gelişir. O zaman Dağ da Felsefe de değişir, gelişir.

‣ İkisi de insanı kendisine götürür.

‣ İkisi de yaşam boyu sürer. Dağ da, Felsefe de olup bitecek, yapılıp tüketilecek süreçler değildirler.

‣ İkisi de insanı sonsuzlukla karşılaştırırlar. Bu dışımızda görüp, algıladığımız bir sonsuzluk değildir; içimizde duyup, yaşadığımız bir sonsuz-luktur ve her birey onu ne kadar duyup yaşıyorsa o kadar büyük olan sonsuzluktur.

‣ İkisi de gerektiği gibi yapıldığında bireyin ufkunu açar, yaşamanın canlılığına, sonsuzluğuna, gelişimin devinimine katar. Dışardan bakıldığında böyle yaşaması bulunanlar gelişiyorlarmış gibi bir izlenim doğar; içerden bakıldığında o henüz başlangıçtadır, kat edeceği uzun yollar, tırmanacağı nice doruklar vardır.

Atilla Erdemli | Dağ ve Felsefe


İÜDKB | Niğde – Aladağlar
Lahit Kaya – Cebel Başı Kampı
28 Haziran – 5 Temmuz 1997

Felsefeye de, Dağcılığa da bir usta ile başlamak gerekir.

Birey sonra kendince ilerleyecektir, fakat onun ilkin yoluna doğru koyulması gerekir.

Herkes felsefeye merak salıp, okumalar yapıp, kendince düşünceler geliştirebilir. Herkes gerekli donanımı sağlayıp, dağlara gidebilir. Felsefe de Dağ da ilkin ve önemle bir iç duyuş, bir iç yaşama, bir dokunuştur. Kişinin şansı varsa eğer, bunları yaşama olanağı bulur. Oysa bunlar olmadan felsefe bir düşünceler yığını, dağ da kaya, kar, buz olmaktan öteye gitmeyecektir. Felsefeyi de, Dağı da benliğinde duyarak yaşayabilmek için ilkin bir usta gerekir.

İkisi de birer süreçtir:
Devinen, gelişen bir süreç.
Yaşamak gibi.

Dağcı yükseldikçe aşağıdan görünen dorukları daha iyi tanır. Yüksek, hırçın, kimi yanlarında geçit vermez görünen pek çok doruğun o yüksekliğe ulaşılınca hiç de öyle göründüğü gibi zorlu olmadığı fark edilir.

Felsefede de içine girip, dokusunda ilerleyince kavrayış genişler ve gerek günlük yaşamada ve gerekse daha yüksek sanılan yaşamalarda önemli görünenlerin pek de öyle olmadıkları anlaşılır. Kuşkusuz dağlar gibi felsefede de küçük doruklarla oyalananlar vardır.

Dağ da, Felsefe de iğreti yaşamalara kapılmış olanlara kendilerini kaparlar. Öyleleri Dağ’ı da, Felsefe’yi de gereksizce zorlarlar. Öyleleri ne yaparlarsa yapsınlar onlar birer “Yok Dağcı” dırlar. İsterseniz onlara “Yok Filozof” da diyebilirsiniz.

Prof. Dr. Atilla Erdemli

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

3 YORUMLAR

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 27 Mart 2019 at 14:08

    Önce Felsefe hocam ardından Dağcılık eğitmenim; bana her ikisini de tutkuyla sevdiren, hayata bakış açımı şekillendiren sevgili Atilla Erdemli, özellikle bu yazınızın sitede olması beni inanılmaz mutlu ediyor. Her satırını büyük bir keyifle okudum.

     
    Yazıyı düzenlerken kendi albümümden iki fotoğrafınızı ekledim. Umarım bu sürpriz hoşunuza gitmiştir.

     
    Kucak dolusu sevgiler 🤗

  • Yanıtla Demet Uncu 27 Mart 2019 at 16:48

    Değerli Hocam, yazınızı büyük bir keyifle okudum. Öncelikle kaleminize, yüreğinize sağlık. Bizler öğrencileriniz olarak naçizane felsefe eğitiminin bizlere kazandırdığı bakış açısıyla hayatlarımızı şekillendirmeye veya yorumlamaya çalışıyoruz ya da öyle zannediyoruz. Sorular ise beni hep etkilemiştir, ama doğru soru sorabilmeyi sizlerden öğrendiğimizi düşünüyorum hocam.
     
    Çok sevgiler 🙂

  • Yanıtla Didem Elif 27 Mart 2019 at 19:55

    Dağ ve Felsefe başlığını görür görmez, yazınızı okumadan ilk anda aklıma Camus‘un Sisifos Söyleni kitabı geldi. Tekrar tekrar aşağıya yuvarlanan bir taşı her seferinde tepeye taşıyan Sisifos’un hikayesi. Bende mihenk taşı olmuş bir hikaye olduğu için başlık bana direkt onu hatırlattı.
     
    “Dağ ve Felsefe. Biri doğa, diğeri kültür.”
     
    Doğadan nasibini almamış bir kültür her zaman biraz eksik kalır kanımca. Çok güzel bir yazıydı. Elinize sağlık hocam.
     
    Sevgiler

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan