Yıldız Tozu

Bekleyiş

17 Haziran 2019
Öykü: Bekleyiş | Yazar: Sıla Malik

Okuduğu kitabın son sayfasının da bitmesiyle gözünden bir damla yaş düştü. Sanki gerçek bir insanmışçasına sardı kollarını kitaba. Bitmesin diye kaç aydır günde sadece iki sayfa okumuştu. Uzun süre bölüm bitimlerinde oyalanmış, kendince notlar çıkarmıştı.

Şu son altı aydır içerisinde bulunduğu ruhsal durumun da etkisiyle bağlanmıştı işte. Bir kitap hiç bu kadar “onu” yansıtmamıştı. Öyle çok afili cümleleri yoktu, doğaldı. O kadar doğaldı ki sevmediği karakterin ölüm sahnesinde bile ağlamış, içinde bir yerlerin acıdığını hissetmişti.

Kitabın arkasındaki yazar tanıtım kısmına baktı. “Frezya.” Yaptığı işler, yazdığı kitaplar ve nesnel birkaç bilgi daha. “Gerçek ismi mi acaba?” diye düşündü. Gecenin kör bir vaktinde, gözpınarları yeni yeni kurumuşken bilgisayarın başındaydı. Ona nesnel, soğuk bilgilerden fazlası gerekiyordu. Arama motorunun verdiği o saniyede milyonları geçmiş sonuçlar neden hep benzer olmak zorundaydı? Birkaç saatini harcadı o bilgisayarda. Son çare yayınevine bir e-posta gönderdi. Onunla iletişime geçebileceği ufacık bir materyal, mutlu olmasına yetecekti.

Defterini aldı, gece lambasını yaktı ve kitaptan çizdiği satırları özenle yazmaya başladı.

“Yalnızlığım, gün ışığının üstüne çekilmiş bir perde şimdi. Hafif aralanmış da üstelik. Güneş yavaş yavaş kabul ediyor beni. Hissediyorum, dünya güzelleşiyor ve ben biraz daha bağımsızlaşıyorum.”

Bağımsızlaşmak. Onun düşüncelerine göre en büyük tutsaklık oysa ki. Bu kitabın bir getirisi daha. Bakış açısına yepyeni bir yön daha katıyor. Eleştiriye açık fakat bir o kadar da net bir yön. Bir gülümseme yayılıyor yüzüne. Posta kutusuna son bir iç geçirme sunuyor ve günü sonlandırıyor.

Gariptir ki o gece daha çabuk sabaha eriyor.

İçindeki o günlerdir yoklayan sıkıntı, bugün yok. Perdesinin kapalı olduğunu fark ediyor. En son gün ışığını ne zaman hissetti? Anımsayamıyor. Başta gözünü alsa da aydınlık, ruhu martı misali kanatlanıyor sanki.

Gün içinde yapması gerekenleri düşünüyor. Uzun süre önce astığı “Yapılacaklar Listesi”nin önünde buluyor kendini. Yazılacak ve yazabileceği ne çok şey varmış, benliğinin görmediği.

Eski çaydanlığa suyu koyuyor, hafif hafif kaynamasını beklerken köşedeki kitaplığı çarpıyor gözüne. Rastgele yerleştirilmiş onlarca kitap. Ufak bir gülümseme sunuyor onlara. Ne kadar zengin olduğunu anlıyor. Kocaman bardağı -ki garip tasarımlarla dolu- ve çaydanlığıyla balkonun önüne kuruluyor.

Çizelgeye göre altı aylık bir bekleyiş söz konusu. Evet, evet bekleyiş bu. Asla bir gecikme veya aksaklık değil. Sadece doğruyu bekleyiş.

İlk önce yazması gereken köşe yazısına yelteniyor. Eski yazılarından farklı olarak ilk defa günlük olaylardan bahsetmiyor. Bir çocuk parkını anlatıyor. Kaydırak ve salıncağıyla. Aşağıya doğru hem de hızlanarak gitmenin aslında hiç de kötü olmadığını anlatıyor. Olduğun yerde ileri-geri hareketlerle yola devam etmenin heyecandan hiçbir şey çalmadığını kanıtlamaya çalışıyor.

Son zamanlarda, popüler kesimin değişen ilgi ve yönelimleri altında sesini duyuramamış, işini güzel ve hakkıyla yapan insanları tanıtıyor bir yazısında. Yüzdelik ömürlü batarya fakirliklerine karşı somut zenginlikleri savunuyor. Kokusunu doyasıya içinize çekebildiğiniz sayfaların kıymetini anlatmaya çalışıyor.

Şöyle bir geriye yaslanıp, yazdığı satırlarda gezdiriyor gözünü. Hoşnutluk ve gönül rahatlığı, hissettiği. İçinden bir ses “Şimdi oldu,” diyor, “işte şimdi başardın.”

Bir gün hiç bu kadar hızlı geçmemişti onun için. Saatler sonra kalkıyor oturduğu yerden. Sokağa çıkıyor, kalabalığın bir parçası artık o da. Başta öylece yürüyor. Etrafındaki insanları inceliyor. Sokak satıcıları, esnaflar, yerde oturup dilenenler ve hep acelesi olanlar. Yaşamaya acele gerekiyor gibi. Ya da hayat şartlarından yaşamı yakalamaya çalışmak gibi.

Diğerlerine nazaran daha sakin bir kafeye oturuyor.

Bir fincan kahve ve bir dilim pasta söylüyor kendine. Ardından yine çıkıyor o meşhur defteri çantasından. Bir arkadaşının sözünü anımsıyor; “Yazmaktan, elleri nasır tutsa da hiç bıkmayacak bir sensin.”

O zaman birlikte güldükleri söze şimdi hak veriyor. Ama onun da var haklı bir sebebi. “Söz uçar, yazı kalır” değil mi? Defterde son kaldığı, yanları sararmış sayfayı açıyor. Rastgele bir kitap sayfasından çizdiği cümleleri aktarıyor, yine.

“O, başta ulaşılmaz gelirdi bana. Hiçbir zaman kavuşamayacak, yakın olamayacak ve uzaktan izleyecektim. Ne kadar da acı. Sonra, sonra zaman geldi yanıma. Sana göstereceklerim var dedi. Şimdi bakıyorum da ulaşılmaz dediğim, kendime acizce vurduğum zincirlermiş.”

Son kelimeyi de yazmasıyla gülümsüyor. “Ulaşılmaz yok diyorsunuz,” diye mırıldanıyor. Eli telefonuna gidiyor. Heyecan ve korku bir arada posta kutusunu açıyor.

Beklediği cevap çoktan gelmiş oysa ki.

Elleri titriyor, kalbi deli gibi atıyor. Ona bir adım daha yakın şimdi. Apar topar çıkıyor kafeden. Koşar adım eve gidiyor. Hızla bir ileti yazmalı ona. İçindeki duygular patlamaya hazır volkan artık. İlk defa bu kadar hızlı hareket ediyor parmakları klavyenin üzerinde.

“Bir gece bitti kitabınız. Ağladığımı son sayfanın köşesine düşen bir damla yaşla anladım. Nasıl olur da böylesine etkilenirim? Size ilk yarım saat hissettiğim boşluğu ne anlatabilir ne de tarif edebilirim. Ancak bir şeyi net söyleyebilirim. Sizi tanımak istiyorum. Gerçekliğinize sirayet etmek, ruhumu coşturan bu duygunun temel kaynağını hissetmek istiyorum. Size bir teşekkür borcum var. En ihtiyaç duyduğum anda geldiğiniz ve beni eski ben yaptığınız için. Birinin hayatında dönüm noktası oldunuz. Her ne olursa olsun, minnettarım…

Saygılarımla Yağmur…”

Gönder tuşuna bastığında günler süren bekleyiş serüveni başlıyor Yağmur’un. Hemen gelmeyecek, biliyor. Bu süreçte daha çok yazmaya adıyor kendini. Sanki kelimeleri yeni keşfetmiş gibi, durmadan. Yazmanın gücüne bir kez daha inanıyor çünkü.

Birkaç hafta önce yazdığı köşe yazısı ilgi görüyor, beğeniler topluyor. Yalnız olmadığını fark ediyor Yağmur.

“Benim gibiymiş meğer herkes. Yorgun, bitkin ve bir kurtuluş eli bekleyen. Ne çokmuşuz meğer. Üstelik yapayalnız hissederken.”

Geçen dönem mezun olduğu bölümün rektörlüğünden tebrik mesajı alıyor. Bir de teklif. Okul bünyesinde oluşturulan bir farkındalık projesinde yer alması üzerine.

Farkındalık…

Bu ifade düşündürüyor onu. Bu dönemde fark yaratmak için ses getirmek gerekiyor. Bulunduğu konumu ve kişisel yapısını düşününce çekiniyor. “Ben mi getireceğim o sesi?” diyerek kendi gücünü reddediyor. Fakat ters giden bir şeyler var.

“Ulaşılmaz dediğim kendime acizce vurduğum zincirlermiş.”

Karartıyor gözünü, kabul ediyor. Korkaklığa, çekinmeye vakit yok. Yaşam geçiyor. Şu andan itibaren bambaşka şeyler olacak.

Teklifin geldiği hafta Yağmur için beklediğinden de yoğun geçiyor. Konular, düzenlemeler, sabahlara kadar yazmalar ve sonu gelmeyen kısır döngü. Ama asla şikayetçi değil.

Yorgun bir akşam, mahcup bakışlarla alıyor defterini eline. Sözü var, her gün dolduracak onu.

“‘Hayat aslında ne?’ sorusunu çok sordum kendime. Sordum, çünkü kaybolmuş hissediyordum. Sordum, çünkü belirsiz ve bu belirsizlik beni korkutuyordu. Yıllar geçti, hayat hala belirsiz. Ancak ben korkmayı da sormayı da bıraktım. Cevabı olmayan, aklını kurcalar yalnızca.”

Yağmur da çok düşünüyor mu acaba? Defterdeki diğer alıntılara bakılırsa elbette düşünüyor. Ve bu, sonradan fark ediyor ki; savaş ortasında Suç ve Ceza okumak kadar ruhu yoran bir eylem. Oysa o daha çok genç. Vakti bol, ömrü uzun. Bu düşünme hali de çağın getirdiği sıkıntılardan herhalde.

Okul bünyesiyle ortak çıkartılan dergi ulaşıyor eline. Renkli, açık ve ferah sayfalar. Sıkmayan ama kendini okutan, okuturken düşündüren yazılar. Yazılara uygun görsel imgeler ve minik illüstrasyonlar. Dönüp baktıracak cinsten. Gülümsüyor Yağmur. Şimdilerde de bu gerekli değil mi zaten? Koşuşturma içinde dikkat çekmen gerekiyor, görülmek için.

Dört hafta geçmiş atılan iletinin üzerinden.

Hala beklemekte Yağmur. O gece son buluyor bu bekleyiş. Bir yeni gönderi. Gözleri gülerek açıyor postayı.

“Birinin hayatına dokunabilmek zordur aslında. Genelliğin dışında, büyük bir kişisellik barındırır içinde. Hikayelerimiz benzer mi bilemem. Ancak ruhundaki boşluğa ilaç olabilmeyi ben de çok isterim. Madem bir dönüm noktasıyım hayatında, geri kalan yaşamında yanında olmak beni onurlandırır. Yayınevine bana ulaşabileceğin tüm kaynakları bırakıyorum. Sanallıktan uzak, güzel bir başlangıç yapalım. Ne dersin? Bekliyor olacağım…

Sevgilerimle Frezya.”

Mutluluktan ağlamak… Önceleri anlamsız gelen bu eylem şimdi anlam kazanıyor Yağmur’un ruhunda. Önündeki iki gün içerisinde hem kendi yazılarından hem de derginin ilk üç basımından oluşan bir kutu hazırlıyor. Yazıların üstüne, solmalarından korkarak frezyalardan koyuyor.

Bir de küçük not ekliyor; “Belki de kendi serüvenimde yaptığım en doğru şey; kitap okumak. Sizin kitabınızı okumak. Şimdi size, sizin kitabınızın ruhuma dokunuşundan sonra daha da emin çıkan kelimelerimin ahenklerinden yolluyorum. Umarım beğenirsiniz. Hoş geldiniz!”

Kargo bir bahar sabahı çıktı yola. Yağmur içinde tanımlayamadığı duygularla yazıyor yazılarını gün boyu. Hani insanın içi kıpır kıpır olur ya. Yağmur bu duyguyu doruklarında yaşıyor.

O gün önce yazılar yazıyor, ardından birkaç söyleşiye katılıp geri dönüşler alıyor. Fark ediyor ki; fark edilmişler. Birileri duymuş seslerini, anlamış onları. Birileri, kurtuluş eline ortak olmak istiyor. Düşünmeden edemiyor Yağmur birkaç ay öncesini.

Tüm duyguları çekilmiş gibiydi. Amacı yoktu, sonu olabileceğini düşündüğü bir yol yoktu önünde ona göre. Oysaki o kitaplığındaki her kitap gibi bir kitap da bekliyordu onu. Okudu o kitabı Yağmur. Ruhunda yer edindirerek okudu. Kaybettiği umudu ararcasına okudu.
Gecenin kör bir vaktinde çalındı kapısı. Uykulu bir sesle kim olduğunu sordu.

“Benim Yağmur, Frezya.”

Frezya “umut” demekmiş aslında.

Sıla Malik

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

1 Comment

  • Yanıtla Selma Bilkay 17 Haziran 2019 at 18:29

    Harika bir yazı olmuş eline yüreğine sağlık 👋👋👋 💞💞💞

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan