Çapraz Oyun

Çapraz Oyun | Bölüm 2

18 Haziran 2020

Yazı: 13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 3 | Yazan: Hasan Saraç

 

Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 1
 
 

“Kendimi ve düşünce yöntemlerimi incelediğimde, hayal kurma yeteneğimin bana pozitif bilgiyi özümseme becerimden daha çok anlam ifade ettiği sonucuna varıyorum.”

– Albert Einstein

 
25 Mart 2009 Çarşamba günü sabahı birbirlerinin peşi sıra iki uçak kalkar İstanbul Atatürk Havaalanı’ndan.

TK1825 sefer sayılı Paris uçağı ve TK1671 sefer sayılı Köln uçağı.

TK1825 sefer sayılı uçağın 12A numaralı koltuğunda oturan psikoloji profesörü Mustafa Yılmaz iki günlük bir konferansa katılmak üzere Paris’e gitmektedir. Bir yetim olan Mustafa Hoca’nın doğuştan gelen bir sıkıntısı var ne yazık ki; sol bacağı yeterince güçlü olmadığı için koltuk değnekleri ile sürdürmektedir yaşam mücadelesini.

Uçak piste indiğinde tatlı uykusundan uyanan Mustafa Hoca büyük bir sürprizle karşılaşır.
 
 

2. BÖLÜM

 
 

25 Mart 2009 Çarşamba

Gece yarısını çoktan geçmişti.

Yola çıkmadan bir gece önce yenilen bu akşam yemeği pek hesapta yoktu ama son yatırımını birlikte yapacağı Kazak ortaklarıyla felekten bir gece geçirmek hoşuna gitmişti.

İyi eğlenmişlerdi doğrusu…

Kazaklar bir, Ruslar iki. Bugüne kadar, onlarla yenen uzun yemeklerin ve zamana yayılan koyu sohbetlerin çok yararını görmüştü Kâmil Bey. Batılı iş adamlarının anlamadığı da buydu zaten. Onlar ticaretin sadece para kazanmak için yapıldığını, oradan kazanılan paranın da başka zamanlarda, başka ortamlarda, başka insanlarla harcanmasının doğal olduğunu düşünürlerdi.

Hâlâ anlamamışlar.

Adam Rus, Kazak, Türkmen, Orta Asyalı… Eğer onlarla dost olamıyorsan, birlikte vakit geçiremiyorsan, karşılıklı eğlenemiyorsan, sana neden yakınlık duysun? Sen başka dünyaların adamısın gringo!

Gecenin ikisinde eve vardıklarında sürücüsü Orhan hatırlatmıştı.

“Kâmil Bey, sizi sabah yedide almam gerekiyor. Köln uçağınız dokuzda kalkacakmış. Biletinizi, pasaportunuzu, seyahat programınızı içeren dosyanızı Zeynep Hanım bana iletti. Her ihtimale karşı kendisi de sabah saat altı otuzda sizi arayacak. Başka bir arzunuz var mı?”

“Tamamdır Orhan, saat yediyi geçirme sakın.”

Böyle dedikten sonra da kendinden emin adımlarla Boğaz kıyısındaki üç katlı yalısının arka bahçesinden geçip özel bölümün kapısını açtı. Kısa bir süre uyuyacağı gecelerde birinci kattaki özel odasında tek başına kalmayı tercih ederdi.

Karısı Yeşim bu tür durumlara çoktan alışmıştı. Ne de olsa birlikte yaşayabilmelerinin birinci koşuluydu bu!

Sabah altı otuzda sekreteri Zeynep hiç sekmeyen dakikliği ile kendisini uyandırmış, asistanının hazırladığı dosyayı Orhan’a ilettiğini bildirmişti. İki gün sonrası için dönüş yerinin ayırtıldığını, döndükten bir gün sonra Enerji Bakanı ile bir görüşmelerinin olduğunu, diğer randevularının da dosyada yer aldığını hatırlatmıştı. Başka bir arzuları var mıydı?

“Hayır Zeynep, teşekkürler. Hadi yine yaşadınız, iki gün yokum ya, biraz dalga geçin bakalım.”

Kendisinin olmadığı zamanlarda da tüm ekibin her zamanki yoğun çalışma temposunu sürdüreceğini biliyordu elbette ama “sırtlarından sopayı eksiltmeyeceksin bunların” derdi babası. Aslında çok da hoşlanmıyordu bu hoyrat, baskıcı tavırlardan, ancak babasından öyle öğrenmişti bir kere.
 
 

* * *

 
 

Havaalanına doğru yola çıkmışlardı. Arabanın arka koltuğunda otururken birden aklına geldi.

“Orhan, şu Zeynep Hanım’ı bir ara bakayım.”

Patronun her aklına geldiğinde kendisini uyandırmasına alışkındı sekreteri.

“Buyurun Kâmil Bey, sizin için ne yapabilirim?”

“Söyle bakalım, gerekli tedbirleri aldınız mı?”

“Kâmil Bey, siz lütfen merak etmeyin. Yurt dışında kullandığınız özel telefonu çantanıza yerleştirdik. Uçağa bindiğiniz andan itibaren normal cep telefonunuza gelen tüm aramaları ofise yönlendireceğiz. Acil mesajları da kısa notlar halinde e-posta adresinize göndereceğiz. İstanbul’a dönmeden önce de kimsenin sizi rahatsız etmemesi için gerekli tedbirlerimizi aldık.”

“İyi o zaman, hadi şimdilik hoşça kalın.”

Babasının ikinci kuralıydı. Kişisel savunma hattını mümkün olduğu kadar kendinden uzağa çekecek, özgürlük alanını genişletip arada tampon bölgeler oluşturacaksın. Ancak böyle olursa rahat hareket edebilirsin. En yakın aile fertlerin bile o alandan uzak duracak. Başkalarının özel sorunları sana ne kadar yansırsa işin de o kadar etkilenir. Daima sen onları idare edeceksin. Sakın unutma. Aksi olursa onlar seni idare etmeye başlar.

Babası, kurduğu imparatorluğu bir gün emanet edeceği oğluna hep böyle kestirme kurallar öğretirdi.

Oğluna, biricik evladına, en önemli varlığına…

Karısını yıllar önce kaybetmişti babası. Aslında bu kaybın öncesinde de sonrasın da yalnızca işine odaklı bir hayat sürmüştü. Neden sık sık babamı düşünüyorum acaba diye hayıflandı Kâmil. Hiçbir zaman onun kadar sert, onun kadar otoriter, onun kadar acımasız olamayacağını çoktan anlamıştı.

Daha beş yıl öncesine kadar da aynı ofis katını birlikte paylaşıyorlardı. Bir gün baktı ki babası ofise hiç uğramamış. Sekreteri büyük patronun bir daha işe gelmeyeceğini kendisine söylediğinde koltuğa yığılıp kalmıştı öylece…

Sanki aniden bir kasırga kopmuş, karanlık bulutlar amansızca üstüne çökmüştü.

Oysa daha uzun yıllar babasıyla birlikte çalışacağını, nihai sorumluluğun hep onda olacağını sanıyordu. Hiç kimse ona bir şey söylememiş, en ufak bir uyarıda bulunmamıştı. Sonrasında, üç ay boyunca yalnızca iki üç kere görüşmüşlerdi, o da ofis dışında.

Babası işini, oğlunu, sanki her şeyi unutmuş, geride bırakmış gibiydi.

Kimse onun ne yaptığını, nerelere gittiğini, kimlerle görüştüğünü bilmiyordu. Birisi psikolojiye merak sardı demişti. Üniversitelere falan gidiyor, bir hocanın derslerine izleyici olarak katılıyormuş.

Yok daha neler… Kim inanırdı bu uçuk söylentilere?
Onu yakından tanıyan hiç kimse!

Hastanede son kez ziyaretine gittiğinde artık pes etmişti babası. Mücadeleyi bırakmış, ölüme teslim olmak üzereydi. Feri kaçmış gözlerinde yoğunlaşan acıyı, kaygıyı sezmemek mümkün müydü?

Gitgide eriyen bir vücut…

Ölümün eşiğinde işlediği günahların ağırlığıyla kıvranan, ışığını yitirmiş bir ruh. Belki de hayatı boyunca Mr. Hyde olmayı yeğleyip, ancak yaşamının son demlerinde Dr. Jekyll’e bir nebze nefes hakkı verebilmiş olmanın azabı…

Sanki ölümden de beter bir vicdan azabı…

Silkinip içinde bulunduğu âna döndü birden. Tam da yolculuğa ramak kala bu karmakarışık duygular, düşünceler neden hücum etmişti ki üstüne?

Kim bilir?

Uçağa binerken bu düşünceleri arkada bırakmaya karar vermişti. Şu Almanlar’la anlaşıp güneydeki otellerinin yönetimini bir an evvel onlara devretmek istiyordu. Sekreteri ve iki danışmanı dışında kimsenin bu görüşmeden haberi yoktu. Kafasından geçenleri her şey hazır olmadan ekibiyle paylaşmamak da kendisine yine babasından miras kalan bir kuraldı.

Hiç kimseyi kararlarına karıştırmayı sevmezdi.
Patrondu o!
Neyi istediğini, neyin kendisi için daha iyi olacağını onlara mı soracaktı?

Gene geçmişine takıldın, unut artık şu babanın neler yaptığını, neler öğütlediğini diye söylendi içinden. Bir gece önce çok geç yatmıştı, hem de adam akıllı sarhoş… Dört saatlik uyku da yetmemişti zaten. Business class koltuğuna gömülüp arkasına yaslandı.

Uçağın tekerlekleri yere vurduğunda silkinerek uyandı.

Bir an için nerede olduğunu hatırlayamadı. Sonra yavaşça gerindi. Üç saatlik uyku iyi gelmişti. Uzun uçak yolculuklarında uyumak iyi oluyordu.

Birden bacaklarındaki uyuşukluğu fark etti. Koltuk da rahattı ama? Son zamanlarda spor yapmayı yine ihmal etmişim diye söylendi kendi kendine. Yavaşça göz kapaklarını araladı. Bakalım bizim çapkın hostes neler yapıyor diye geçirdi içinden. Üç sene önce karşılaşmışlardı bir yolculukta. Ona sık sık pahalı hediyeler alır, vakit buldukça da özel ortamlarda baş başa “hoşça vakit” geçirirlerdi.

Hem güzeldi hem de işveli…
İyi de şimdi neredeydi acaba?

Tuhaf şey, önünde koskoca bir set yükseliyordu. Üstüne üstlük daracık bir koltukta sıkışıp kalmış. Bütün bunlar yetmezmiş gibi yanında bir başkası oturuyor! Bu saçmalık da nereden çıktı diye söylendi. Evet, dün gece pek de iyi uyumuş sayılmazdı ama o kadar da değil.

Hırsla etrafına bakındı.

Bir keşmekeş, bir gürültü patırtıdır gidiyor. Anlaşılan etrafta hostes falan da yok. Bacağındaki sızıyı yeniden hissetti. Gayri ihtiyari eli sol bacağına gitti. Birden olduğu yerde sıçradı.

Bacak kasları!

Sol bacağının kasları neden bu kadar zayıftı? Delirecek gibi oldu. Kıyafeti de değişmiş. Altında ucuz bir Dockers pantolon, bir de lastik spor ayakkabı. Birileri kendisiyle dalga geçiyorsa burunlarından fitil fitil getirmeye hazırdı.

“Kimse yok mu orada?“ diye bağırdı. Bu ses ondan mı çıkmıştı? Sanki bir başkasını sesini duyar gibiydi.

Neler oluyor yahu?
Allah Allah…

Birkaç kişi dönüp ona bakmış, sonra halden anlar tavırlarla yüzlerini başka yöne çevirmişlerdi. Hostes düğmesine hırsla basmaya başladı. Bir kere, iki kere, üç kere… Üç kere basmak acil durumlarda kullanılırdı. Daha acil ne olabilirdi ki zaten?

Olanca hırsıyla basmaya devam etti. Çok geçmeden bir hostes belirdi yanında.

“Buyurun efendim. Siz mi çağırdınız?”

“Evet ya, elbette ben çağırdım. Beni buraya kim oturttu, önce onu söyleyin bana. Hem şu halim ne böyle? Şaka mı bu?”

Hostesin de aklı karışmıştı.

“Beyefendi, buraya sizi ben oturtmuştum. Hatta yardımcı olduğum için bana teşekkür etmiştiniz, unuttunuz mu? Dilerseniz inişte size bir tekerlekli iskemle çağıralım daha rahat edersiniz… Mustafa Bey’di değil mi?”

Kâmil söylenenleri duymamış gibiydi.

“Bana bakın. Bu saçmalıklar yetti artık. Bana hemen kabin amirinizi çağırın. O kadar.”

Hostes yolcunun gözlerindeki öfkeyi anında fark etmişti. Başına anlamsız bir bela sarmaya da niyeti yoktu. Bunca yıl uğraşıp didindikten sonra, şunun şurasında terfi dönemine yalnızca iki ay kalmışken kafayı sıyırmış bir manyakla zıtlaşıp sorun çıkartmak hiç de hoş olmayacaktı.

“Peki efendim, ben şimdi kabin amirimizi çağırıyorum. Lütfen müsaade edin.”

Hızlı adımlarla oradan uzaklaşırken, Kâmil de bacaklarına bir daha baktı. Koltuk numarası tamam da bu bacakları kim değiştirecekti? Kâmil’in öfkesi yerini şaşkınlığa, o da yerini yeni bir korku dalgasına bıraktı. Babasının işi terk edip ortalardan kaybolduğu günleri saymazsak, hayatında hiçbir zaman böylesine çaresiz kalmamıştı. Yanında oturan adamın kıpırdayıp durması da sinirlerini bozuyordu. Şuradan bir kurtulsun, hepsinin canına okuyacaktı. En iyisi o zamana kadar bir olay çıkarmadan bu badireyi atlatmak diye düşündü.

Kâbus görüyor olmalıydı. Ya da ona benzer bir şey.

“Öfkenin fazlası başa dert olur” derdi babası. “Şartlar oluşmadan tırnaklarını çıkarmayacaksın. Bir kerede işi bitirmezsen sonrası daha zor olur. Sinirlerine hâkim ol, bekle, en ummadıkları anda acımadan vur darbeyi. Yoksa onlar yer bitirir seni…”

Birlikte çalışmaya başladıkları ilk yıllarda, acemilik dönemlerinde babasına sormuştu bir keresinde:

“Tamam baba, o kadarını anladım da ya suçsuz insanların da, iyi niyetlilerin de canını yakarsak? Bu işler hep böyle mi sürüp gidecek? Yok mu bunun bir orta noktası?”

“Bak evlat” diye sözünü kesmişti öfkeli babası; “İş hayatında acımak diye bir şey yoktur. Ya sen onların işini bitireceksin ya da onlar senin canına okuyacak. Ya iyi niyetlilerse ha? Bırak şu iyi niyeti, âdil olma saçmalıklarını… Onlara iyi demezler. Onlar yalnızca zayıf karakterler. Zayıflara acımayacaksın. Sen üzüleceğine bırak o güçsüz yaratıklar sürünsün.”

Babam olsaydı şimdi ne yapardı diye geçirdi aklından bir an için.

Sonra da bir küfür daha savurdu kendisine. Öf be, Allah belanı versin senin, üstünden beş yıl geçti, hâlâ o kara gölgeyle mi hesaplaşıyorsun?

Tam o sırada ön bölümü ayıran perde aralanmıştı. Yeni bir hostes duruyordu karşısında.

“Buyurun efendim. Size nasıl yardımcı olabilirim?”

Kâmil içinde bulunduğu durumun daha gizemli, daha karmaşık, ilk başta tahmin ettiğinden çok daha tehlikeli olduğunu sezmeye başlamıştı. Sakin olmaya çalıştı.

“Üç saat önce Köln uçağına bindim. Her zaman olduğu gibi business class’taki koltuğuma oturdum. Uyandığımda bir de baktım ki buradayım. Şimdi neler olduğunu siz bana açıklayın bakalım.”

Gelen kabin amiri de şaşırmıştı.

“Gerçekten çok özür dileriz efendim. Büyük bir yanlışlık olmalı. Hemen inceleyeceğiz. Ancak ne yazık ki size söylemek zorunda olduğum kötü bir haberim var. Biz aslında Paris’e uçtuk. Şu anda Charles de Gaulle hava alanındayız. Lütfen müsaade edin, diğer yolcularımız insin. Size de bir yardımcı çağıralım.”

Bu kez söyleyecek bir şey gelmedi Kâmil’in aklına. Tüm sigortaları atmış, direnç seviyesi sıfırın altına düşmüştü. Kendisini bir an evvel toparlaması, bu saçma sapan durumu zihninde çözmesi gerekiyordu. Yavaşça başını salladı.

“Madem öyle, dediğiniz gibi olsun. Önce yolcuları dışarı çıkarın, sonra da beni buraya oturttuğunu söyleyen o hostesi ve sizi derhal buraya bekliyorum. Bu işi çözmeden buradan gitmek yok. Ona göre.”

Deneyimli kabin amiri başa bela biriyle karşılaştığını çoktan anlamıştı. Hem onun biraz sakinleşmesini bekleyecek hem de neler olup bittiğini anlamaya çalışacaktı. “Çok uygun olur, efendim” dedi. “Siz lütfen bize birkaç dakika müsaade edin. Şu telaşı bir atlatalım. Bu arada, eğer mümkünse siz de biniş kartınızı hazırlayın. Birlikte bakarız.”

Sakin görünmeye çalışarak ön bölüme, oradan da kokpite geçti kabin amiri. Bu saçmalığın faturasını tek başına ödemeye niyeti yoktu. Durumu kaptan pilota özetledi. Yolcu listesini incelemeye başladılar hemen, 12A koltuğunda oturması gereken kişinin adı Mustafa Yılmaz olarak geçiyordu. Bileti bir acente üzerinden alınmıştı.

Şimdilik her şey normal görünüyordu!

Bir yandan kalp atışlarını kontrol etmeye, bir taraftan da bu tuhaflıklar komedyasına zihninde bir açıklama getirmeye çalışıyordu Kâmil. Yanlış uçağa da binmiş olsa, farklı bir koltukta uyanmış da olsa, bu iş belli ki daha karışık, daha tekinsiz, çok daha ürkütücüydü.

Eli yavaştan yüzüne gitti. Bir kez daha yerinden sıçradı.
Resmen sakalı vardı!

Yahu ben hayatımda sakal bırakmadım ki! Düş mü görüyordu yoksa?

Ne düşü, düpedüz bir kâbustu bu!

Kavrayamadığı gizemli olaylar dizisinin rastgele bir kurbanı mı olmuştu? Daha beş saat önce onu havaalanına getiren Orhan değil miydi? Bilet işlemlerini yapan yer hostesi biniş kartını verip “İyi yolculuklar, Kâmil Bey” dediğinde kime gülümsemişti? Koltuğuna oturduğu sırada zarif bir bardakta taze portakal suyunu uzatan hostesin gözlerinin içine nasıl baktığını unutacak mıydı yani?

Gregor Samsa mı oturuyordu yoksa o koltukta?

Kafka’nın, Metamorfoz’unda sıradan bir insan olarak akşam yatağına yatıp, sabah kalktığında kendini yerde debelenen devasa bir hamamböceğine dönüşmüş olarak bulan Gregor Samsa. Gregor ilk uyandığında, o iğrenç vücuduna bile doğru dürüst bakmadan bu halimle işe nasıl giderim diye hayıflanmamış mıydı? Sonra da o tüylü, devasa bacaklarına bakıp yaşadığı “değişimi” görmezden gelmeye çalışmamış mıydı?

Hiç olmazsa benim hâlâ insana benzer bir halim var, o zaman işe gidebilirim diye içinden geçirdi Kamil.

Bir de neler olduğunu anlayabilse…

Etrafı incelemeye başladı. Üstünde spor bir ceket vardı. Ceplerini karıştırdı. Ne pasaportu bulabildi ne de cüzdanı. Herhalde bir çanta olmalı diye içinden geçirdi. Tam o sırada araya sıkışmış bir karton parçası eline ilişti. Göz ucuyla biniş kartında yazan numaraya baktı.

12 A

Yuh olsun, diye inledi.
Şu anda oturduğu koltuğun sırası da 12 değil miydi?

Yukarıya uzanıp orada bir çanta var mı diye bakmaya karar verdi. Ama yerinden kalkamadı bir türlü. Şeytanın gazabı üzerine olsun, bacaklarına bile söz geçiremiyordu. Tarifsiz bir çaresizlik duygusu içini kaplarken ağır bir taş gibi koltuğuna çöktü. Kaderin cilvesine bak! Biraz önce çok şikâyet ettiği o rahatsız koltuk şimdi onu yere düşmekten kurtarmıştı…

Uzunca bir süre, ne yapması gerektiğini bilemeden koltuğunda oturdu. Kalbinin atışlarını sayıyordu… Elleri nemlenmiş, ensesinden aşağı buz gibi ter akmaya başlamıştı.

Amansız bir canavarla mücadele etmeye hazırlanıyordu ki uçağın enikonu boşaldığını fark etti.

Aceleyle üstlerini giyen, ilk olarak da dolap kapaklarını kaldırıp bir şeyler unuttum mu dercesine telaşla etraflarına bakınan, bir yandan çok kibar görünüp öte yandan önündekine attığı omuz darbesiyle yarım metre öne geçmeye çalışan sabırsız insanlar kalabalığı yerini sessizliğe bırakmıştı.

O her zaman uçağa herkesten sonra biner, yolculuk bittiğinde de ilk o inerdi. Geride neler olduğu onu hiçbir zaman ilgilendirmezdi. Zaten sıradan insanların dünyasını hiçbir zaman merak etmemişti ki…

İçinden, şu işe bak diye mırıldandı.
Şimdi de beni en son indirecekler.

Çok geçmeden, önde hostesler arkada kaptan pilot, ekip halinde yanında belirdiler. Gözlerinden bir şeyler okumaya çalıştı. Bunlar da iyice profesyonel olmuş diye mırıldandı. Hepsi anlamsız bir nezaketle ona bakıyordu.

Önce kaptan konuştu.

“Mustafa Bey, size her konuda yardımcı olmaya hazırız. Lütfen müsterih olun, elimizden gelen her şeyi yapacağız. Edindiğimiz bilgilere göre uçak biletiniz geçerli. Hostesimiz Melek Hanım uçağa binerken ve koltuğunuza otururken size yardımcı olmuş, biniş kartınıza baktığını da çok net hatırlıyor. Siz ise Köln’e giden uçakta olmanız gerektiğini söylemişsiniz kabin amirimize. Yani biraz karışık bir durum var ortada. Acaba biletinize ve hüviyetinize bakmamızda bir sakınca var mı?”

Artık Kâmil de daha serinkanlı hareket etmesini gerektiğini anlamıştı.

Hele bir de yurt dışındayken, içinde bulunduğu uçağın kaptan pilotuyla kavgaya tutuşmasının kendisine bir yarar sağlamayacağı açıktı.

“Bakın Kaptan Bey, gerçekten tuhaf bir durumla karşı karşıyayız. İçinde bulunduğum bu karmaşık duruma şu anda bir yorum yapmak istemiyorum. Ancak biletim ve diğer evraklarım yukarıda dolapta olmalı. Ben de kendi başıma oraya ulaşamadım.”

“Evet, Mustafa Bey, burada size ait olduğunu sandığımız bir çanta var. Müsaade ederseniz yardımcı olayım.”

Kâmil adamın kendisine sürekli Mustafa demesinden yeterince rahatsız olmuştu. Tam yeniden hiddetlenmeye hazırlanıyordu ki çantasını gördü. Birden rahatladığını hissetti. En nihayet bir şeyler doğru gitmeye başlamıştı.

“Evet” diye atıldı. “İşte o benim çantam.”

Çantayı yanındaki boş koltuğa koymalarıyla birlikte bir hamle yaptı. Nefes nefese açtı kapağını. İşte tam o anda kıpkırmızı bir ışık delip geçti beyin kıvrımlarından. Resmen dudakları titriyordu. Çenesi de kasılmıştı.

Evet, doğru…
Çanta onundu elbette ama içindekiler değil…
 
 

* * *

 
 

Köln’deki sürpriz karşılama

Mustafa Hoca, Köln havaalanında bir koltuğa oturmuş sıkı sıkıya elinde tuttuğu çantaya bakıyordu, bir de bacaklarına. Kendi kimliğini de bedenini de kaybetmişti ama bir çift sağlam bacak kazanmıştı. Üzerindeki lacivert takım elbise ise onu hiç ilgilendirmiyordu.

Öte yandan rüya mı, halüsinasyon mu ne olduğuna bir türlü karar veremediği bu tuhaf dönüşümü kabullenmek zorunda olduğunu anlamaya başlamıştı.

Sanki bir UFO’dan uzaylılar çıkmış, onu alıp başka bir gezegene ışınlamışlardı. Bu çanta kime aitti? Asıl sahibi kimdi? Daha doğrusu öteden beri kimliğini taşıdığı Mustafa’ya ne olmuştu? Çift kişilikli bir insana mı dönüşmüştü, yoksa mucizevi bir değişimle sürekli rüyalarına giren o farklı bedene ve kimliğe mi sahip olmuştu?

Artık bir şeyler yapmalıydı.

İşe pratik yönden bakmanın da zamanı gelmişti. Her şeyden önce, bu havaalanından nasıl çıkacaktı? Cevapları yine bu çantanın içinde bulacağını umuyordu. Bu defa kapağını açıp sonra da telaşla yeniden kapatmayacaktı. Ürkek bakışlarla çantanın içini dikkatlice inceledi. Bir kere daha şaşırdı. İçi aynı kendisininki gibiydi.

Aynı gözler, aynı bölmeler.

İlk atışta eline bir pasaport geldi. Kapağını kaldırıp fotoğrafa baktı. Aynadaki adamın ta kendisi… Sert sert bakıyordu oradan da. Bu adam nezaketen de olsa hiç gülümsemez mi, diye mırıldandı.

Fotoğrafın altına baktı…
Soyadı, Yalçın. Adı, Kâmil.
Birden ayıldı!

Bu adam Yalçın Holding’in meşhur sahibi olabilir miydi acaba? Hiç ortalarda görünmez, televizyonlara çıkmaz, gazetelerde resmi basılmazdı.

Gücün sembolü…
Türkiye’nin en gizemli patronu…

Yanında çalışan yöneticilerin bile ortalıkta dolaştığını, basın toplantısı yaptığını gören olmazdı. Yönettiği şirketlerin haddi hesabı yoktu. Kimse ne zaman ne planladığını, bir sonraki adımının ne olacağını kestiremezdi. Hoş, Mustafa’nın iş dünyası ile bir ilgisi, ilintisi hiçbir zaman olmamıştı ama en azından o kadarını biliyordu işte.

Lacivert takım elbise, Breitling saat, altın kol düğmeleri, siyah deri valiz. Her şey yerli yerine oturmaya başlamıştı.

Pasaportun öteki sayfasında yer alan bilgilere gözü kaydı.

Doğum tarihi, 12 Mart 1959.
Doğum yeri, Bursa.

Benden üç ay da büyükmüş diye geçirdi içinden. Aslına bakarsan kendisinden genç görünüyordu. Tekrar düşünmeye çalıştı. Şu anda Paris’te olması gerekmiyor muydu? Hani uçağa binmişti? Üniversitede aldığı mantık derslerini düşündü.

Birden çok bilinmezle aynı anda başa çıkılmazdı.

Sağlam varsayımların yoksa o zaman teori de geliştiremezdin. Aynı anda hem kendi bedenine neler olduğunu hem de bu adamın iş hayatını nasıl yürüttüğünü, neler yaptığını çözmeye kalkarsa iki adımda kendini Köln’ün en seçkin kafayı üşütmüşler merkezinde bulacağına emindi.

Önce sakin olmalıydı!

Bu deli saçması duruma bir çözüm bulmadan, kimsenin inanmayacağı bu masalsı hikâyeyi tanımadığı, güvenmediği kişilere anlatmanın da âlemi yoktu. Zaten onu merak eden kaç kişi vardı ki şu garip dünyada? Kâmil denen bu adamı da tanımıyordu nasıl olsa. Her durumda ilk işi bu binadan çıkmak olmalıydı. Sonra bir otele yerleşir, başına gelenleri anlamaya, yorumlamaya çalışabilirdi.

Hatta çantada gördüğü diğer evrakları inceleyip nasıl davranması gerektiğine dair bir plan bile yapabilirdi.

Geçmişte sakat bacağı onun kendisine olan güvenini yitirmesine yol açmamıştı. Hiç kimseye hissettirmese de içindeki sessiz gücün daima farkındaydı Mustafa. Üstesinden gelinecek bir zorluk varsa er geç hakkından gelirdi bir şekilde…

İşte o kadar!

Pasaporta baktı. Sahte gibi durmuyordu. Vizeler kısmını inceledi. Vay be diye mırıldandı kendi kendine. Adamın beş yıllık Schengen vizesi vardı. Ona bir haftalık vize vermek için bin dereden su getirmemişler miydi?

Alçaklar…

Ey kendini beğenmiş Avrupa! Sen de mi güce, paraya o kadar kolay tav oluyorsun? Hani nerede kaldı onca kibir? Onca afra tafra, sürekli tepeden bakmalar, bir tuhaf havalar?

Çaktırmamıştı ama hoşuna da gitmişti.

İnadına her hafta aynı kapıdan şu yabancı ülkeye giriş yapayım, diye geçirdi içinden. Sonra da kendi haline güldü. Oğlum, manyak mısın nesin! İşin gücün yok mu senin! Başında bunca dert varken başkalarıyla dalga geçmenin âlemi var mı?

Artık havaalanında daha fazla oyalanmak istemiyordu.

Kararlı adımlarla pasaport kontrol kabinlerinin olduğu yere gitti. Zaten yeterince zaman kaybetmişti. Uçaktan inen grup çoktan işlerini bitirip dağılmıştı bile. Şimdi de İtalya’dan gelen gürültülü bir turist kafilesinin içine düşmüştü. Sakince sırasını bekledi. Hafiften heyecanlanmıştı doğrusu. Mantığı ise ona sakin olmasını öğütlüyordu.

Onun gerçekte kim olduğu alnında yazmıyordu ki.

Pasaporttaki resim orada, benim de suratım öyle işte. Halep oradaysa, arşın burada… Sıra kendisine gelmişti. Bankoya uzanıp, elinde tuttuğu pasaportu adama uzattı. Polis memuru önce pasaporttaki resme, sonra yüzüne baktı. Sıra vizeyi kontrol etmeye geldiğinde tavırları birden değişti. Beş yıllık vizesi olduğuna göre önemli biri olmalıydı. Hiçbir şey sormadan, söylemeden anında damgayı bastı:

“Bitte schön.”

Cevap sırası ona gelmişti.

“Danke.”

Adam “buyurun” diye adeta saygıyla hitap etmişti beş yıllık vizesine ve pahalı takım elbisesine. O da “teşekkür etmişti” her zaman herkese ettiği gibi…

Vay canına, sesinin o kadar tok çıktığını çoktan unutmuştu. Sanki aradan asırlar geçmiş gibiydi. Hâlbuki üzerinden en çok yarım saat, bir de ömür geçmişti, o kadar.

Bu iş de tamam diye düşündü.

Acaba bir başka valizi olabilir miydi? Aklına aynı anda soru formatında üç ihtimal beliriverdi. Zaten esas valizini bagaja veren zengin bir yolcu niye yanında bir el bagajı taşısın ki? Hem böyle çok meşgul olması gereken bir adam Köln gibi bir şehirde en çok bir, hadi bilemedin iki gün kalır, işine geri dönerdi. Bir el bagajı yetmez miydi? Üçüncüsü daha da gerçekçiydi. Başka derdi mi yoktu, hem zaten tanımadığı bir bagajı o kalabalıkta nereden bulup, nasıl seçecekti? Tek yapabileceği tüm bagajlar gittikten sonra geride kalanlardan isim kontrol etmek olabilirdi.

Değmez doğrusu, diye düşündü.

Kendini olabildiğince hızla dışarı attı.

Çıkmadan cebindeki cüzdana da bakmıştı. Yeterince avrosu vardı. Hatta istemediği kadar çok… Zengin adamın hali de bir başka oluyordu. Birden gözü çıkışta bekleyen kızıl sakallı adamın elindeki kartona ilişti.

“Herr Kâmil Yalçın” yazıyordu o elinde tuttuğu şık panoda… Bu kendisi oluyordu icabında!

Olduğu yerde sendeledi. Böyle bir sürprize nasıl karşılık vermesi gerektiğini kestiremiyordu. İşin kötüsü her şey çok çabuk olup bitiyordu. Bir an için durakladı. Kendisini bekleyen adamı görmezden gelip, geçip gidebilirdi.

Peki ya sonra?
Kaçmayı kendine yediremedi.

Madem öyle gittiği yere kadar, diye mırıldandı. Oynamak zorunda olduğu yeni bir rol vardı. Öne doğru ilerledi. Adam da başıyla selam verip, sormuş gibi yaptı.

“Herr Yalcin?”

Evet benim diye yanıtladı. Bir başkası olacak değilim ya? Madem balık batmış, yan gidecekti elbette… Son model siyah bir Mercedes onları bekliyordu park yerinde. Adam yavaşça arka kapıyı açtı. Hiç böylesine şık bir arabanın arka koltuğunda seyahat ettiğini hatırlamıyordu. Ama rolünü olabildiğince iyi oynamaya niyetlenmişti bir kere.

Bir dakika bile geçmeden araç yavaşça hareket etti.

Etmesine etmişti de Mustafa fark edememişti bu değişimi. Anlaşılan bu arabayı hiç ses çıkarmayan malzemelerden üretmişlerdi. Sanki onlar oldukları yerde duruyorlardı da etraflarındaki cisimler hareket ediyordu. Psikolojiyi seçmeseydim rölativite ile ilgilenirdim herhalde, diye iç geçirdi.

Sağlam bacaklarını keyifle ileriye uzatıp sonra da düzgün bir Almanca’yla önde oturan sürücüye seslendi.

“Evet, söyleyin bakalım, bugün benim için nasıl bir program hazırladınız?”

Doğrusu da buydu. Kendisine cevabını bilmediği bir alay soru sorulmasını istemiyorsa ilk önce o davranmalıydı.

“Herr Yalçın, dilerseniz sizi önce otelinize bırakayım. Birkaç saat dinlenirsiniz. Saat dört otuzda sizi otel lobisinden alabilirim. Başkanımız sizi saat beşte ofisinde bekliyor olacak. Ne dersiniz?”

“Mükemmel,” diye cevapladı. Bu fırsat ona yaklaşık üç saat hazırlanma süresi verecekti.

Her kimse şu başkan, her şeyden önce ona dair bir şeyler öğrenmeliydi icabında!
 
 
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Hasan Saraç

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

4 YORUMLAR

  • Yanıtla Nalan Bulakeri 18 Haziran 2020 at 17:58

    Çok heyecanla okuyordum. Birden bitti.
    Merakla bekliyorum.
     
    Sizin gibi bir yazarla tanışmamıştım, kitap sever ve çok okuyan bir okuyucu olarak!! ☺☺

    • Yanıtla Hasan Saraç 18 Haziran 2020 at 22:24

      Değerli okurumuz Nalan Hanım,
       
      Sizi merakta bırakmış olduğumuz için üzülmeli miyim, yoksa sevinmeli miyim kestiremedim.
       
      Elbette ilginizin devamını dilerim, ancak bir süre daha sizi merakta bırakmaya mecburum. Zira bu tür romanlar yazmaktan hoşlanan bir faniyim. Sitedeki özgeçmişimde internet sitemin linki mevcut, dilerseniz bir göz atabilirsiniz.
       
      Üçüncü bölümü de yeniden elden geçirdim (yaklaşık 6-7 kere) yarın site yönetimine göndereceğim. Pazartesi sabahı her zamanki dakikliği ile site yönetimiz saat 07.00’de yayınlayacak.
       
      İzninizle bu fırsattan istifade nisan-mayıs aylarında da 13 Saat + 1 Ömür adlı romanımı yayınlayarak beni okurlarıyla buluşturan Sen ve Ben sitesine ve kurucusuna teşekkürlerimi iletmek istiyorum.
       
      En iyi dileklerimle 🙂
       
      HS

  • Yanıtla Hilkat 21 Haziran 2020 at 09:18

    Tesadüfen dün, bugün okuyorum. Emeğinize sağlık.
     
    Teşekkürler

    • Yanıtla Hasan Saraç 22 Haziran 2020 at 14:16

      Hayat zaten tesadüflerle dolu değerli okurumuz. Dilerim bundan sonra karşınıza çıkacak olan tesadüfler de Çapraz Oyun gibi zararsız olur, hatta sayesinde biraz eğlenebilir, bazen farklı tatlar aldığınızın için mutlu olabilirsiniz.
       
      İlgi ve desteğiniz için çok teşekkür ederim.
       
      Perşembe günü 4. bölümle yeniden buluşmak dileğiyle
       
      HS

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan