Bir Kahve Molası

Perdesizler | 2

28 Mayıs 2020

Yazı: Perdesizler |2| Yazan: Edibe Vural

 

Öykünün birinci bölümü için 👉🏻 Bölüm 1

 
Duvara çarpıp kulağına gelen her bir kelime, aynı zamanda tokatlıyordu yüzünü Ayten’in. Kapıcı Ayten’in soluk teninden ve donmuş halinden dolayı tedirgin bir ses tonuyla; “Ablacım birazdan dört numaranın anahtarını getireyim sen bak, için rahat etsin” dedi. Zavallı Ayten ses edemedi, başını salladı ve kapıyı kapattı. Bir yanlışlık olmalı, diye geçirdi içinden. Olan bitene anlam veremeyen genç kadın, müziğin onu sakinleştireceğini düşündü. Pikabının yanına gitti ve Nesrin Sipahi’den Ankara Rüzgârı plağı dönerken o da çocukluğuna, gerçek Ayten’e ve Ankara günlerine dönüyordu.

Onun çocukluğu okuduğu öykülerdeki pespembe çocukluklara benzemiyordu. Hatırlanmaya pek layık olmayan bir çocukluk sayılabilirdi. Ankara’da soğuk bir kış gecesi, ocak ayının ortasında doğmuştu. Onun bu dünyaya gelişi bile bir terkediliş hikâyesini içinde barındırıyordu. Aslında ana rahminde iki bebeklerdi fakat erkek olan Ayten’i yarım bırakmıştı. Erkek bebeğin doğumda ölmesi Ayten dâhil tüm aileyi hüzne boğmuştu. Öyle ki annesinin sütü kesilmişti. Ayten ise ne kardeşine ne de annesine tam anlamıyla doyabilmişti.

Ankara’yı, kışları ve yalnızlığı hiç sevemedi.

Ayten’in hayata başlangıcı bile yalnızlık ile olmuştu. Bütün bir hayatı o fark etmese de suçluluk hissi ve bırakılmışlığın verdiği kızgınlık ile geçti. Anıları yoktu. Olanlar da ya bölük pörçüktü ya da tek başınaydı. İnsanın tek başınayken anısı olamıyordu. Anılar birileriyle yaşanınca anıydı. Ankara’daki okul hayatı boyunca neredeyse hiç arkadaşı olmadı. Liseyi ise İstanbul’da yatılı bir okulda okudu. Anne babasıyla sadece yarıyıl ve yaz tatillerinde bir araya geliyordu. Ona iyi gelen şeyleri kendiyle baş başa olduğu için daha küçük yaşlarda keşfetmişti. Okumak ve yazmak onun tutkusuydu. Çoğu zaman onu hayata bağlayan şeyler okumak ve yazmak oluyordu.

Yüzüne oturmuş soğukluk istemese de onu insanlardan uzaklaştırıyordu.

O da bu yalnızlıktan sıyrılıp kaçarak kitaplardaki kurgulara, insanlara sığınıyordu. Bazen Dostoyevski ile kumarbaz oluyordu bazen bir Stefan King romanında kendini katillerle buluyordu. Bazen Gonçarov’un Oblomov’u ile miskinlik yapıyor bazen Hemingway’in yaşlı balıkçısıyla kendini denizin ortasında hissediyordu. Kitapların dünyasında her şey yolundaydı.
Bazen kurguyu beğenmiyor olay örgüsünü değiştiriyor, kafasına göre bir son yazıyordu.

İlk zamanlar bu durum ona eğlenceli bir oyun gibi gelse de sonraları İstanbul Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanmasıyla işler sarpa sardı. Gerçek ile hayali karıştırmaya başladı. O kadar fazla okuyordu ki kafası sürekli karışıktı. Artık okulda, yemek yerken, yürüyüşte, evde, televizyonda her yerde roman karakterlerini görüyordu. Yalnızlıktan bıkmışken bu karakterlerin onunla arkadaşlık etmeleri hoşuna gidiyordu. Kendi hayatında asla olamayacağını düşündüğü karakterlere bürünüyor, sıkıcı ve bayağılık kokan hayatına bahar getiriyordu.

Bu durum ona korkunç yahut garip gelmiyordu. Ahmet Tanpınar’ın Behçet Bey karakteriyle İstanbul’un sokaklarında geziyor, Sabahattin Ali’nin Ömer karakteriyle her gün Beyazıt’a okula yürüyor, Yusuf Atılgan’ın ünlü roman kahramanı Bay C ile Kadıköy iskelesinden kalkan bir vapura binip kendini bu kahramanların hayatlarına dâhil ediyordu.

İşin garibi roman karakterleri de Ayten’in hayatına dâhil oluyor, bazen ona akıl bile veriyorlardı.

Üniversite yıllarını hayal ile gerçek arasında geçirdi. Kendi kendine konuşup duruyor edebiyatçılar hakkında kimsenin bilmediği şeyleri dersin ortasında söyleyip ilgileri üstüne çekiyordu. Sanki gerçekten o insanlarla arkadaşlık kurmuş gibi bahsediyordu büyük yazarlardan şairlerden. Ayrık otu gibi hissediyordu kendini, o canlı renkli çiçeklerin içinde bir yabani ottu… Tüm bunları düşünürken pikaptan garip bir cızırtı geldi, artık dönmüyordu plak. Pikabını bir zaman makinası olarak kullandığını düşündü, plaklarının olduğu kutudan bir plak seçti Hümeyra şimdi Kördüğüm şarkısını söylüyordu.

Üniversiteyi bitirdiği yıl her şey kördüğüm haline gelmişti. Tüm bunların normal olmadığını biliyordu fakat gerçek sandığı bu arkadaşlardan bir türlü kopamıyordu. Bir romanın içine girip roman kahramanlarıyla gerçekmiş gibi bir ilişki kurmak elbette normal değildi. Bu beyninin ve müzmin yalnızlığının ortaklaşa kurdukları bir plandı.

Biriyle paylaşmalıydı, gerçek biriyle. Annesine olan biteni anlattı. Annesi kızının hayalperest ve oldukça duygusal olduğunu biliyordu ama bu durumun kontrolden çıkmış olduğunu, Ayten’in bu kahramanları anlatırkenki ses tonunu duyunca anladı. Bu denli hayallerde yaşamak hastalıklı bir durumdu. Hemen doktor randevusu alındı. Ayten uzun bir süre anne babasıyla yaşadı; bu esnada doktorunun tüm dediklerini yaptı. İlaçlarını hiç aksatmadan kullandı. Kendini artık daha iyi hissediyordu.

Fakat artık ne gerçek ne de hayali arkadaşları vardı.

Ayten artık tek başına yaşayabilecek gibiydi. Kendini iyi hissediyor, depresif hallerinden kurtuluyordu. İstanbul’u özlüyordu. Anne ve babası Ayten’in İstanbul’da en sevdiği semtten bir daire aldılar. Varlıklı bir aileye sahip olması Ayten için büyük bir şanstı. Anne ve babası ne çok emek vermişlerdi Ayten’e. Genç kadın onları hatırladıkça garip bir sızı duyuyordu göğüs kafesinde.

Bir kapı ziliyle geçmişteki yolculuğu kesildi Ayten’in. Gelen kapıcıydı, dört numaranın anahtarını getirmişti. Eli titreyerek aldı Ayten anahtarı. İçeri girip pikabını kapattı. Hırkasını giydi kapıyı açıp çıktı.

Merdivenlerden inerken hâlâ aklı geçmişindeydi. Bir an dizleri kırıldı, kendini topladı devam etti. Sokağa adımını attı. Karşı apartmana ayak basınca bu apartmana ilk defa girdiğini fark etti.

“Neden bir kez olsun Ümit’in yanına gitmek geçmedi aklımdan?” dedi kendi kendine. Cevap ararken merdivenleri tüketmiş, dört numaralı kapının önünde elinde anahtar ile nefes nefese bekliyordu. Anahtarları kapı kilidinde çevirirken girmemek geçti içinden bu eve. Ama bir yandan uzun zamandır açılmadığı her halinden belli kapıyı ittiriyor, kapının arkasındaki ile yüzleşmek istiyordu. Ayten kapıyı açtığı an toz zerrecikleri havada uçuşmaya başladı. Önce kapının sol tarafındaki mutfağa yöneldi.

Ev bomboştu. Ayak sesleri boş evde yankılanıyordu. Giriş kapısının sağ tarafında bulunan üç yanı pencereli salona girdi. Şok içinde yere bakakaldı genç kadın. Yerde onlarca açılmamış fındıklı gofret ve bir kağıt yığınıyla karşılaştı. Ayten’in karşı daireden Ümit’e attığı gibi duruyordu her şey. Genç kadın zor duruyordu ayakta. Pencereden kafasını çıkardı nefes almaya çalıştı.

“Ümit yok” dedi.

“Yok işte, o da roman karakterleri gibi hayalden ibaret.”

Bir müddet öylece bekledi şok içinde. “Ama” dedi, “Neden? Neden şimdi gördüm. Hani iyileşmiştim?”

Ağlayarak dört numaradan çıktı. Gerçeklerden koşar adım uzaklaşıp evine girdi. Ayten günlük tutmaya bayılırdı. Ona günlük yazmayı annesi önermişti.

“Yazmak, içindeki şeytanlara savaş açmaktır. Hem seneler sonra olan biteni hatırlamak seni diri tutacaktır.”

Sözleri hâlâ aklındaydı Günlüklerinin olduğu kitap rafına koştu. Ümit’le tanıştığı günleri bulmaya çalıştı. “Geçen sene tam da bu zamanlar” dedi. En son tam bir yıl önce yazmıştı günlüğüne bir şeyler.

Şöyle yazıyordu:

“Bugün Ümit adında çok akıllı bir gençle tanıştım. Beraber kitap okuyup müzik dinledik. Sanki uzun zamandır benimle. İçimdeki derin boşluk birkaç saat bile olsa dolar gibi oldu. Umarım diğerleri gibi gitmez… Onu çok sevdim.”

Ayten’i asıl kahreden Ümit’le tanışmadan birkaç gün önce yazdıklarıydı.

“Bugün 12 Şubat, babamı ve annemi Ankara’da defnedeli tam bir hafta oldu. Artık yaşamanın ne anlamı var ki? Onlar bu dünyayla aramdaki tek bağımdı. Bu dayanılmaz boşluk gittikçe büyüyor. Yabancı ve yalnızım. Kendime bir yer bulamıyorum… İlaçları içmeyeceğim…”

Belli ki ilaçları bırakınca yeniden hayaller kurmaya başlamıştı. Yine bir kitap mıydı yoksa başka bir şey miydi onu bu hayallere götüren? Hıçkırarak kitaplığında ne aradığını bilmeden bir şeylere bakıyordu. Önce Ümit adına dair bir kitap var mı diye baktı. Bulamayınca dört numara diye bir kitap bulabileceğini düşündü. Delirmiş gibiydi, ter içinde kalmıştı. Tam vazgeçip dizlerinin üzerine çökmüşken arada sıkışmış, ters çevrilmiş bir kitap gördü. Eline aldı ve ismini okudu sesli bir şekilde.

PERDESİZLER

Ayten kitabın arkasındaki yazıyı gözlerindeki yaşları durduramayarak okudu.

“Yalnızlıkla ve içindeki derin boşlukla savaşırken ümidini karşı apartmanında bulan genç bir kadın ile engelleri gülümseyişiyle bir bir atlayan bir çocuğun hikâyesi bu. Onların başka dünyalardan yeni bir dünya oluşturmalarını okuyacağınız bu hikâye içinizi ısıtacak ve belki de hayatınızdaki boşlukları dolduracak…” yazıyordu kitabın arkasında.

Bir süre olduğu yerde kalakaldı. Okuduğu kelimeler canını acıtmıştı, her biri cam parçası gibi saplanmıştı bir yerlerine. Tüm dünya omuzlarındaydı sanki. Ne hareket edebiliyordu ne başka bir şey. Aklına bir fikir gelmiş gibi hızlıca ayağa kalkıverdi, sanki ne yapması gerektiğini biliyor gibi pikabının yanına gitti. Anne ve babasının en sevdiği plağı koydu pikaba.

Selda Bağcan, “Bu Dünya Yalan Dünya” şarkısını söylerken mutfağa gidip bir bardak su ile bir yıldır içmediği ilaçlarını getirdi. Bir soru sordu kendine: Yaşamanın ne anlamı var? Neden yaşamalıyım ki? Gerçek ile hayali ayıramayarak bunların arasında mekik dokumaktan yoruldum. Bütün kutuyu önce avucuna boşalttı ardından hepsini ağzına atarak yuttu. Son bir kez karşı daireye baktı. Ümit ona güzel gözleri ve temiz yüzüyle gülümsüyor, el sallıyordu.

“Ben gidiyorum Ümit, doğarken bırakıldım, büyürken yalnızdım, daha sonra ise hayallerle sahte bir kalabalık yarattım kendime. Belki gittiğim yerde annem, babam ve kardeşimle bir aile olabiliriz…” dedi ve uyuşmuş bedenini koltuğa seriverdi. Uzunca bir uykuya daldı.

Bu onun hayatının en anlamlı ve gerçek uykusuydu…
 

Bir fincan, bir kupa, bir bardak kahvenizin yanına yalnızlığın acılığını, hayal ile gerçek arasındaki hüznü anımsatacak bir parça bitter çikolata tadında öykü bırakıyorum buralara.

Afiyet olsun.

 
Edibe Vural

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

6 YORUMLAR

  • Yanıtla Hüseyin Küçükkelepçe 29 Mayıs 2020 at 15:34

    “Umut olmasına var. Sınırsız denecek kadar çok umut var. Ama bizim için değil.” -Franz Kafka
     
    İlaçlar, günlük rutinlerimiz; her gün içiyoruz. İlaç yoksa yaşanmaz mı? Gerçeklik/hayat ilaçtan öncesi mi sonrası mı? Sorular sorular… Yazık oldu, Ayten Hanım’ın sonu böyle olmamalıydı. Sisifos, kayayı sonsuza kadar yuvarlayacağını bile bile “gerçek uykuyu” tercih etmedi.

    • Yanıtla Edibe Vural 29 Mayıs 2020 at 20:19

      Umutsuzluk, ölümcül hastalıktır der Kierkegaard. Katılıyorum. Umut yarındır, gelecektir, büyüyecektir…
       
      Sisifos kendine “Neden?” diye sorduğunda verdiği cevap onu hayatta tutmaya yetti. Fakat Ayten için aynı şey geçerli değildi. O Camus’nun “Esas olan tek bir felsefi soru vardır bu soru; ‘Yaşamaya değer mi?'”ye cevaben “Yaşam saçmadır ve ben onu tanımak istemiyorum” dedi… Belki de hayatında özgürce yaptığı tek şeydi intihar…
       
      Yazık oldu. Hayatta kalıp ölenlere olduğu kadar…

  • Yanıtla İncisel Aytar 30 Mayıs 2020 at 13:27

    Okumayı ve araştırmayı seven bir kişi olarak öyküyü bir çırpıda soluksuz bitirdim. Çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Öykünün finali içimi acıttı, şüphesiz yazarın öyküyü kurgulamasından başka türlü bir son olamazdı zaten. Öykünün sonlarına doğru minik bir umutla farklı bir final beklediğimi de itiraf edebilirim. Çok mu duygusalım, bilemedim.

    • Yanıtla Edibe Vural 3 Haziran 2020 at 19:20

      Yorumunuz beni çok mutlu etti, evet karamsar bir son oldu… Umut yaşayanlar için hala var… Ancak yaşam tükenirse, yaşamaya dair bir sebep kalmazsa umut tükenir. Ayten’in umudu bitti… Ümit’i gitti…
      Okuyup yorum yaptığınız için çok teşekkür ederim .
      Sevgilerle 🙂

  • Yanıtla Ömriye Atmaca 2 Haziran 2020 at 23:47

    Okumayı severim, sizin yazılarınızı da ayrı severim 🙂 Bu hikayenizin sonuna hayret ettim. Siz hep geleceğe dair umut dolu yazarsınız oysa ki.. Üzüldüm beklemediğim bir son oldu.

    • Yanıtla Edibe Vural 3 Haziran 2020 at 19:16

      Öykülerimi dikkatle okuduğunuz ne kadar açık… Yazdığım tüm öyküler ben fark etmesem de umut dolu oluyor. Sıcak şeyler yazıp hem kendimi hem de başkalarını ısıtmayı bilmeden görev edinmişim. Ama bu öyküde belki de son zamanlarda yaptığım okumalardaki karamsarlıktan etkilenerek bu sona ulaştım. Çoğu zaman yazmaya başladığımda sonunu bilmeden yazarım. Hikaye beni kendi sonuna götürür. Bu hikayede beni bu sona götürdü… Lütfen okumaya devam edin. Ben de bazen istemediğim sonlar okuyor, yazara küşüyorum. Siz küsmeyin 🙂 Sevgilerle…

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan