Köşe Yazıları

Bayramda Ne Yapıyorsunuz?

29 Temmuz 2020

Yazı: Bayramda Ne Yapıyorsunuz?  | Yazan: Burak Süalp

Son kurban bayramından beri bir ay yılı daha geçti ve bu cuma kurban bayramının ilk günü. Bayram planlarınız nasıl? Büyüklerin bayramını kutlama faslından sonrasını soruyorum. Deniz tatili mi, yurtdışı mı? Gerçi bu sene hem bayram haftasonuna geliyor hem de durumlar karışık, pandemi nedeniyle yurtdışı tatiller genel olarak azalmıştır, diye tahmin ediyorum.

Babalar gününden sonra sitemiz yazarlarının dahil olduğu mesaj grubunda hararetli bir tartışma oldu. Son zamanlarda trend oldu, birçok insan anneler gününde annesiyle, babalar gününde babasıyla fotoğraflarını sosyal medyada yayınlayıp duygularını, anılarını herkesle paylaşıyor. Yani normalde herkese göstere göstere yapmayacağımız bir şeyi, ortam sanal olunca gönül rahatlığıyla yapıyoruz. Hatta başkaları yapıp biz yapmayınca da suçlu hissediyoruz. Gruptaki tartışmada kimi arkadaşlarımız bu paylaşım konusunda farklı fikirlerini dile getirdi. Sadeleştirerek özetlersem; olan var olmayan var, başkalarını da düşünmek lazım, dedi.

O gün oradaki yazışmalar bana başka şeyler düşündürdü, beni yıllar öncesine götürdü.

Bizim çocukluğumuza denk gelen yıllarda bayramların içeriği biraz daha farklıydı. O zamanlar bayramlarda ailemizin büyüklerini ziyaret eder, ellerini öpüp, şekerlerini, harçlıklarını alırdık. Annemiz güzel kıyafetlerimizi giydirir, bayramlık yeni ayakkabılarımızı ayağımıza geçirir, büyüklerimizin elini öpmeye götürürdü. Çocuk halimizle şeker ve harçlık kısmı keyifli fakat uzadığında sıkıcı olmaya başlayan ziyaretler bittiğinde kendimizi sokağa atardık.

Biz erkek çocukları o bayram harçlığını kız kovalayana, füzeye, torpile yatırırdık. Ne yapalım kız çocuğu değil, erkek çocuğuyduk, bizim de aklımız anca o kadardı.

Çocukluğumun bir kısmının geçtiği İstanbul’da, Mecidiyeköy’e bağlı Gülbağ, o zaman gerçekten bağlık bahçelikti, o isim oradan geliyor. Bakkalımız bile dut bahçesi içindeydi. Her gittiğimde kendi evimizdeki dolaptan alır gibi aldığım çikolata, gofretlerin parasını sonradan büyükbabamın ödediğini bilmezdim. Para alışverişini görmediğim için olsa gerek, bakkalın bizim olduğunu zannediyordum.

Bir bayramda, harçlığımla aldığım füzeyi sokağın ortasına dikmiş fitilini yakarken füze elimde patlamıştı. Elimdeki yanığın acısına mı yanayım, arkadaşlarımın bir yandan panikle bana yardım etmeye çalışırken bir yandan halime gülmelerine mi, bilememiştim. Tedavi de aynı bakkaldan alınıp yanığa basılan bir kalıp buzdu. Başka bir zaman dilimiydi o.

O yıllarda Gülbağ’ın tek bir belediye otobüsü vardı: 66 Numara.

Gülbağ’dan çıkar, Eminönü’ne kadar giderdi. Bugün olsa trafikten, kalabalıktan, itiş kakıştan bitmez o yol. Zaten bir mecburiyetin yoksa gitmezsin. Fakat o yolculuğu İstanbul’un şimdiki haliyle düşünmeyin.

Gülbağ son duraktan bindiğiniz ve içindeki herkesi tanıdığınız, mahallenize hizmet veren otobüsle dut bahçelerinin içinden Özlem Sineması’na geldiğinizi düşünün. Evet, o zaman Gülbağ’ın içinde sinema vardı. Haliyle bugünküler gibi AVM sineması değil, alt katında dükkanlar olan Özlem Pasajı’nın içinde pasaj sinemasıydı.

İnmeyin, otobüs devam etsin, pazar yerini geçsin, kasaba ayarında bir kent merkezine Mecidiyeköy’e varın. Henüz 7 Eleven yok, Likör Fabrikası ve Ali Sami Yen Stadyumu var. Oradan sonra oturma şansınız pek yok, küçüksünüz ve kalabalıklaşmaya başlayan otobüste büyüklere yer verin, geçin arkaya, yapışın arka cama. Şişli’den Osmanbey’e, Nişantaşı’na aksın otobüs. Kaldırımdaki insanlar değişsin, Gülbağ’daki kasketlerin yerini erkeklerin başında fötr şapkalar, kadınların üzerinde diz üstü elbiseler alsın.

Taksim’den sonra Karaköy’e, Eminönü’ne varın. Eminönü’nde saatlerce dolaşın, balıkçıların tutup kovalarına attığı balıkları seyredin, güvercinlere yem verin, Kapalıçarşı’yı gezin, dillerini anlamadığınız binbir çeşit insanıyla eski dünyanın merkezinde alışveriş yapılmasına tanık olun, pazarlık seyredin, öğrenin.

Sonra, saatte bir kalkan 66’ya binin Gülbağ’a geri dönün. Dönüş yolunda Mecidiyeköy’de otobüs boşalsın, artık sadece Gülbağ’a gidenler kalsın ve günün tüm yorgunluğunun üzerine son 10-15 dakika oturun, otobüste kalanlarla mahalleye dönün.

Belediyenin otobüs hattı değil, kültür turu sanki.

Ben bu yolculuğu ilkokula gittiğim yaşlarda her yaz tatilinde birkaç kez yapardım. O günün 66 numaralı belediye otobüsü bugünün okul servislerinden bile daha güvenliydi. Sene ’81 belki ’82. Şaşırabilirsiniz ama Ankara’dan İstanbul’a da hep tek gelirdim. Tabii ki o yaştaki aklımla öyle istediğim için değil. Koşullar öyleydi. Okullar tatil olur, beni Ankara’dan otobüse bindirir muavine teslim ederlerdi, İstanbul’da da Levent Kavşağı’nda büyükbabam karşılardı. Şimdi o yaştaki çocuğunu tek başına bakkala gönderen arkadaşım yok. Haksız da değiller. Zaten bakkal da kalmadı, hepsi zincir market oldu.

O güzelim Özlem Sineması’nı ne yaptılar sonra biliyor musunuz? Halı saha. Evet efendim, binanın içinde beşe beş top oynanan halı saha yaptılar sinemayı. Belli ki bir zaman gelmiş halı sahalar sinemalardan daha çok kazandırmaya başlamıştı. Ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu…

Konu nereden nereye geldi.

O yıllarda Osmanbey’de, Bomonti’de otobüsün arka camından izlediğim insanları da başka türlü hatırlıyorum. Zaman zaman oralarda iner dolaşırdım. Kimi günlerde o evler ışıl ışıl süslenir, başka kutlamalar yaşanırdı. O günlerden biri Noel’miş, bir diğeri Paskalya. O zaman özeniyor ama tam anlamıyorduk. Evlerin bahçelerinde güzel sofralar kurar, eğlenirlerdi. Çok merak ederdim, o kutlamaların tam olarak dışında değildim ama içinde de değildim. Bomonti’de gezdiğim bir gün, evinin önüne sandalye atmış oturan bir teyzenin verdiği rengarenk yumurtalar, sonra o yumurtaları evde dolabımda sakladığım günler hâlâ aklımda. O zaman evlerin önüne sandalye atılıp oturuluyordu. Şimdi biliyorum ki Noel, yılbaşı, Paskalya onlar için aynı şekilde önemliymiş.

Yıllar sonra İstanbul’da, Moda’da oturduğum dönemde oturduğumuz apartmanda o teyzelere benzeyen başka teyzelerle komşu oldum. Yeri geldi evlerindeki ampulü değiştirdim, yeri geldi antenlerini ayarladım, sigortalarını tamir ettim. Çok sevdiğim komşularımdı, onların inancı nezdinde hayır dualarını aldım. Umarım daha çok hayır duası alırım, hangisinin lazım olacağı belli mi olur?

Hıdırellez oluyordu örneğin, önemliydi.

Hayattan ne istiyorsak bir kağıda yazıyor, çiziyor dibine koyacağımız gül ağacı arıyorduk. O zaman sanırım Ankara’daydık ve civarımızda çok fazla gül ağacı yoktu, gül ağacı bulamazsak, dileklerimizi başka bir ağacın dibine bırakıyorduk; vişne, dut ne varsa.

Yalnız bir sefer, yıllar sonra İstanbul’da Tarabyaüstü’nde oturduğumuz dönem, kız arkadaşımla hayattan bize ne vermesini istiyorsak yazdık, çizdik, dileklerimizi dibine koymak için gül ağacı aramak üzere gecenin bir yarısı dışarı çıktık. Hıdırellez, önümüz çamlık, gül yok, aradık aradık bulamadık. Eve dönüş yolunda çöp konteynerinin yanında bir saksı bulduk. Saksıda gül.

Saksıyı heyecan ve mutlulukla kaptığımız gibi eve getirdik, balkonun köşesine yerleştirdik, mektuplarımızı altına koyduk. Belli ki o dileklerimiz pek de gerçekleşmemiş. Fakat ne önemi var. Kıymetli olan o anlar, o arayış değil mi? Hatırası kalmış, işte bugün yazıyorum.

Yerli Malı Haftası’nı hatırlıyor musunuz?

Evet, bizim bir yerli malı haftamız vardı. O hafta okula giderken elma, portakal, fındık, fıstık, ülkemizde üretilen ne varsa onu götürür, kutlama yapardık. Yerli üretimin önemine vurgu yapan dersler işler, dünyada kendi üretimi kendine yeten az sayıda ülkeden biri olmakla övünürdük. Sonra işler değişti, tahıl ambarı olmakla övünürken tahılı ithal eder hale geldik. Ülkemizin dörtte birinde fındık üretiliyor fakat fındık, fındık ürünleri en pahalı ürünler oldu. Tarih boyunca zeytin bu topraklarda üretilmiş, iyi zeytin yağı kullanabilmek için orta-üst gelir gurubunda olmamız lazım. Üç tarafımız denizlerle çevrili ama çocuğuna balık yedirebilen anne baba kendini şanslı sayıyor. Her tarafımız orman, dağ, nehir, maden, Bereketli Hilal’in son misafirleriyiz fakat her şeyi ithal ediyoruz. Yanlış anlamayın kuru kuru iktidar eleştirisi yapmıyorum. Şapkası olanın şapkasını, kasketi olanın kasketini önüne koyup düşünmesi lazım.

Kutlama günlerini konuşurken içinizi kararttım farkındayım ama bu durum içime sinmiyor.

Yine 80’li yıllar, Ankara’da olduğumuz günler, evimize misafir olan amca ve teyzelerle o zaman zor anladığım tartışmalar dönerdi. Deniz’ler, Mahir’ler, 1 Mayıs’lar çarpardı kulağıma. Çocuk halimizle pek de içine giremeden o tartışmalarda sarfedilen her sözü dikkatle dinliyordum ama benzer dünya görüşüne sahip insanların neden o kadar şiddetli tartıştığını anlamıyordum. Şiddetli tartışma kısmını çok anladığımı hâlâ söyleyemem. Fakat o tarihler, o anmalar da bir mücadelenin anılarını, tarihini nesilden nesile taşımıyor muydu?

İlerleyen yaşlarda öğrendim, başka insanlarımız için Nevruz da böyle günlerdenmiş.

Aslında bahar bayramıymış ve baharın gelişi kutlanırmış, bereket yani. Geceleri ateş yakılır, üzerinden atlanırmış. Sonra ne oldu da baharın gelişinin kutlandığı bir gün her sene devletle halkın bir kesiminin karşı karşıya geldiği, şiddet dolu yasaklı bir güne dönüştü, düşünmemiz lazım.

Bu arada, kanımca resmi günlerimiz de ayrı bir başlık olmayı hakediyor. Sizce de o günlerin her biri yeni Cumhuriyet’in halkına kazandırmak istediği kimliği taşımıyor mu? Ülkeyi yönetecek meclisin kuruluş tarihinin çocuklara, Kurtuluş Savaşı’nın başladığı tarihin gençlere hediye edilmesi herhalde rastlantı değildir. Her devrim kendine sahip çıkacak bir halk yetiştirir. O yetiştirme de sadece okulla, kışlayla olmaz, bir yandan da kültürle, önemli gün ve haftalarla olur.

Mesela, keşke Türkiye kadınlarının, muassır medeniyetler diye işaret edilen Avrupa ülkelerinden çok daha önce eşit oy hakkını kazandığı günü de bayram olarak kutlasak. Gerçekten hak etmiyor muyuz?

Bir toplumun dili ve edebiyatı gibi özel günleri, kutlama günleri de o toplumun tarihini, hikayesini taşır. Hele bizimki gibi farklı toplumsal tabanlara sahip bir ülke için kimi onlarca, kimi yüzlerce yıl geriden gelen o günler tarihi bir mirastır. Sahip çıkmak gerekir, ben öyle düşünüyorum.

Bu arada, “kutlama” günlerinin ne kadar arttığının hepimiz farkında mıyız? Herhalde bunu bir tek ben düşünüyor olamam. Yılbaşını, sevgililer gününü, anneler, babalar günlerini geçiyorum, belli ki onların zaten dokunulmazlığı var. Fakat artık hemen hemen her gün kutlanacak bir şey var fakat sanki hepsinin içi boşalmış.

Bayramlar artık sadece tatil fırsatı. Hâlâ hayattalarsa anne babaya birer telefon, sonrası tatilsepeti.com.

Anma günleri bile kutlanır oldu. Eskiden emekçi kadınların mücadele günü olan 8 Mart, plazaya gül gönderme gününe döndü. İşçi sınıfının tarihsel mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs, İşçi Bayramı adı altında kutlama günü oldu.

“Nerede o eski bayramlar” yazısı gibi oldu farkındayım, ama aslında başka bir şey anlatmaya çalışıyorum. Kutlama günleri içinde köklerimizle bağımız kopuyor, tarihimiz eksiliyor ve kültürel birikimimizi yitiriyoruz.

Bugün artık çocuklarımız bu önemli günler karmaşasına doğduğu için durum onlara normalmiş gibi gelebilir. Fakat şehir deyince gözümüzün önüne ticari amaçla planlanmış beton ve asfaltın gelmesi ne kadar normalse, her güne içi boş birkaç kutlama başlığıyla doğmamız da ancak o kadar normal sayılabilir.

Laf aramızda, ben paha biçilmez 66 Numara Gülbağ-Eminönü seyahatlerini ve hiç film izleyemediğim Özlem Sineması’nı özlüyorum.

Bayramınız kutlu olsun.

Burak Süalp

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

5 YORUMLAR

  • Yanıtla Cem Albayrakoğlu 29 Temmuz 2020 at 08:36

    Selam Burak ;
     
    Gerçekten yazıyı okurken o otobüse bindim ve senin anlatımınla gezdim o güzergahı ben de. Arkadaşım oturuyordu Gülbağ’da. Nerede senin hayalindeki nerede şimdiki hali.
     
    Ben hep 80-90’larda şimdiki yaşımı yaşamak istemişimdir, hey gidi hey diyorum 😂😂
     
    Bence ne varsa eskilerde var.
     
    Bayram kutlaması bizim için o zamanlar Adapazarı, Hendek demekti. Bayram olunca gider, birkaç3 gün kalırdık. Paraları, şekerleri toplamak, arkadaşlarla oyun oynamaktı. Vay be nerden nereye…
     
    Çok keyifle okudum, kalemine sağlık.

  • Yanıtla Burak Süalp 29 Temmuz 2020 at 13:29

    Cem selam, teşekkür ederim yorumun için. Ben de o dönemi ayrı seviyorum. Hatta bir elektronik mühendisi olarak az teknolojili, elektroniksiz zamanlara bayılıyorum. Fazla teknolojiyle birlikte otomatikleşiyoruz, robotlaşıyoruz sanki. O dönemler çok daha güzeldi sanki. Sevgiler…

  • Yanıtla Cem Albayrakoğlu 29 Temmuz 2020 at 13:34

    Ben de teknoloji sevmiyorum ama bir nevi teknoloji firmasında çalışıyorum. Bu arada Insta’dan istek göndermişsin, teşekkür ederim ama ben o illetten şimdilik kurtuldum. Onun için yazayım istedim.

  • Yanıtla Nimet Canbayraktar 1 Ağustos 2020 at 16:02

    Burak Bey, yazınıza bayıldım, bayram şekeri tadındaydı. Çok büyük bir zevkle okudum.
     
    Ben, 2015-2016 yılında, 1.5 sene kadar, Gülbağ ilk duraktan sonraki 1. durağın orada geçici olarak kaldım. Sizin anlattığınız kadar olmasa da hâlâ nostaljik ve mahallelinin birbirini tanıdığı ve küçük marketlerin adeta bakkal gibi çalıştığı ve müşterilerini tanıyıp, yakın ilgilenen yerler var. Hala o eski havadan kalan bir hali var, tabi yaşayan bir sürü yabancı da var ama onlarda ortama uymuşlar sanki.
     
    Ama diğer söylediklerinizin hepsine katılıyorum ve dile getirmiş olmanız çok güzel. Teşekkürler ve sevgiler. İyi bayramlar size ve Sen ve Ben ailesine. Keşke o yıllara dönebilsek…

  • Yanıtla Burak Süalp 3 Ağustos 2020 at 13:36

    Nimet Hanım, güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Hele o yıllar gerçekten mahalledeki herkes birbirini tanıyordu. Değişik bir kültürdü. En azından çocukluk yıllarımda o döneme yetişebildiğim için şanslı hissediyorum. Bugün içinde yaşadığımız sistemde değişim, dönüşüm kaçınılmaz olsa da bir şekilde kültürel değerlerimizi koruyup saklamamız lazım diye düşünüyorum.
     
    Sizin de bayramınızı kutluyorum.
     
    Sevgiler

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan