Naftalin

Luna’nın Parkı | 1

29 Eylül 2020

Öykü: Luna'nın Parkı | Yazan: Gökçe Çiçek Gönülaçar

Seksen dokuz yılının sakin bir temmuz akşamıydı. Yıldızlar yeryüzüne inecek kadar yakın, hava oldukça ağırdı. Bahçedeki kamelyada gökyüzünü izlerken başlamıştı kasılmaları Suna’nın. “İçim boşalıyor sanki abla” demişti. Demesiyle beraber sedirin üstündeki krem rengi kilim pembeye dönmüştü bile. “Çabuk” diye bağırdı Nurhan, diğer sedirde uyuyan Süleyman’a.

“Erken geliyor bebek. Uyan çabuk! Yetiştirelim kızı hastaneye.”

Dakikalar içinde kan revan içinde kıpkırmızı olmuştu her yer. Suna ise bembeyaz.

Suna’nın kocası Osman, duvar ustasıydı. Kasabada iş yoktu. Kahveye gelen adamlar işçi götürüyorlardı yurtdışına. Katar’a çalışmaya gidecekti. “Çok para veriyorlar orada” demişti.

“Az dayanacağız güzel karım.”

Alnından öpmüştü Suna’yı otobüse binerken.

Osman gittikten birkaç gün sonra öğrenmişti gebeliğini Suna. Kimsesizdi. Ne kendi ailesinden biri vardı yanında ne de kocası. Zorlu bir gebelik geçiriyordu. Kansızdı. Halsizdi. Dermansızdı da bir o kadar inatçıydı. Zaten bir deri bir kemikti. Bayılıp duruyordu.

“Doğurma” demişti herkes.

“Ölürsün!”

“Aldır bebeği.”

Umursamıyordu. Kararlıydı Suna. Demişti ki, “Ne olursa olsun kızım gelecek bu dünyaya.”

Doğuma giderken ölüme koştuğunun da farkındaydı.

Giderayak seslendi ebeye, “Kızıma adımı verin. Bir şey bırakamadım adım kalsın onunla.” Son isteği bile yerine gelememişti bu hayatta.

Doğumda kan kaybından ölmüştü genç anne. Tiz bir bebek çığlığı duyulmuştu sadece doğum odasından. Minik kız pek de hoş gelmemişti dünyaya. Avaz avaz ağlardı yeni doğmuş bebekler ya, taş gibi susuyordu el kadar yavrucuk. Annesi az önce hakka yürümüş yapayalnız sabiyi kapıda bekleyen halası Nurhan’a verdiler. Delicesine kızı olsun isteyen Nurhan’ın ağlamaktan kan çanağına dönen gözleri parladı onu görünce. Oğlunu doğuralı henüz üç ay olmuştu. Sütü de boldu gönlü de. Aldı bağrına bastı güzel kız bebeği.

Eğilip kulağına “Hoşça gelmediysen de nahoş olmayacak yaşamın söz veriyorum kızım sana” dedi. Sarıp sarmaladılar bebeği. Alıp götürdüler. Bir beşik daha yaptı marangoz Hüseyin. Bir emzik bir biberon daha aldı Süleyman. Sol memesine oğlu Ali’yi, sağ memesine Suna’yı koydu Nurhan.

Bebeği aldıktan birkaç hafta sonra bir acı haber daha geldi gurbetten. Annesini hiç göremeden doğan bebek, maalesef babasını da tanıyamayacaktı. Osman inşaattan düşüp ölmüştü. Nüfus işlemleri için beklenen babanın yerine tabutu gelmişti uzak diyarlardan. Nurhan hem kardeşi bildiği gelinini hem de kardeşini gömmüştü arka arkaya. Kötü günlerin tek iyi yanı vardı. Küçük gözleriyle ona bakan bir minik kız bebeği.

Süleyman kız babası da olmuştu artık. Sabah erkenden kaymakamlıkta aldı soluğu. İsim hanesine Suna yazacağına “Luna” yazdı işinden nefret eden nüfus memuru. Alıp da bakmadı Süleyman nüfus kâğıdına.

Ve böylece başladı Luna’nın yaşam öyküsü.

Bir gece ateşini düşüremeyip hastaneye gittiklerinde fark ettiler gerçeği. Suna olacakken “Luna” oluvermişti çocuğun adı. Nurhan’ın çok hoşuna gitti bu isim. Yıllarca düşünse böyle seveceği bir isim koyamazdı kızına. Kasabada pek beğenilmese de, çok sükse yaptı memurun yanlışı. Acıklı öyküsü, sıra dışı ismi ile beraber anlatılmaya başlandı komşu günlerinde, pazarlarda, parklarda.

Başlarda pek önemsemedi Nurhan. Aylarca dua etmişti karnındaki bebeğin kız olması için. Süleyman’ın duaları kabul görmüştü de topaç gibi bir oğlu olmuştu. Şimdiyse hayat ona bir hediye daha veriyordu. Konuşulanlar, dedikodular hiç de önemli değildi. Küçüktü anlamazdı çünkü güzel kızı. Çok da korkuyordu bir yandan. Gün gelecek Luna’nın kulağına birisi fısıldayıverecekti olanı biteni.

Annesini öldüren kendisi değildi ki. Ona sahip çıkan, annesinin yokluğunu aratmayacak meleğiydi onun. Zamanın içinde kaybetmek istiyordu oğlunu ve kızını. Dili zehirli yılan insanlardan çok uzağa kaçmak istiyordu.

Ege’nin verimli tarlalarında, zeytinlerin arasında koşup oynayarak büyüyordu iki kardeş. Sapsarı saçlı, yemyeşil gözlü güzel bir çocuk olmuştu Luna. Nurhan, bir yaz sonu zeytinler toplanırken, ağaçların altında oturan üç kadının konuşmasını duydu. Kadınlardan biri Zahide’ydi. Üstün körü biliyordu kadını. Kızı alabilmek için Suna’yı öldürdüklerini söylüyordu koca dudaklı, şalvarlı kadın.

“Kocası da bırakıp gitmişti zaten yaban ellere. Sahipsiz gördüler Suna’yı. Oracıkta ölüme terk etmişler kızı. Kanaması varmış umursamamış bu gaddar kadın. Göz göre göre izlemiş ölmesini. Bebeği almak için. Böyle sahiplendi o kızı işte. Öğrenmeyecek mi sanıyorsun o kız bunu. Annesini öldürdüklerini bilmeyecek mi sanki?”

Duyduklarına inanamıyordu Nurhan. Bu kadar nefret niyeydi? Gecenin kör vaktinde Suna’yı doğuma yetiştirmek için nasıl koşturduğunu, onu kardeşi yerine koyduğunu, nasıl üzüldüğünü, kahrolduğunu nasıl anlatsındı bu dilli düdüklere. O gece sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Nicedir Süleyman da şehirde iş arıyordu. İlerleyen günlerde ağzından girdi burnundan çıktı kocasının. Sağa sola haber saldılar. Tarla toprak boldu da para yoktu öyle hızlıca kalkıp gitmeye. En sonunda haber geldi İzmir’den. Bir zeytinyağı fabrikasında ustabaşı olmuştu Süleyman.

Ankara’ya taşınıyoruz dediler kasabalıya.

Kabı kacağı, yorganı yatağı, dolabı, neleri varsa alıp gittiler. İzmir-Eşref Paşa’da, ikinci kat bir apartman dairesi kiraladılar. Tarlaları icara verdiler. Süleyman’ın kazandığı para az değildi. Zeytinden gelenlerle ortalama bir şehir hayatı yaşamaya başladılar.

Üstünden geçen yıllar Ali’yi yaramaz, yerinde duramaz, huysuz, haylaz bir çocuk yaparken; Luna’yı sessiz, içine kapanık, bir şey yiyip içmeyen bir kız haline getirmişti. Sadece müzik ve dans gösterilerine ilgi duyuyordu Luna. Annesi mutfakta yemekle uğraşırken, televizyonda duyduğu müziklerle esnek hareketler yapıyordu. Kızını dans ederken birkaç kez görmüştü Nurhan. Sık sık hastalansa da ayda birkaç kez hastaneye gitmek zorunda kalsalar da Luna’nın kuğu gibi süzülen bir balerin olduğunu düşlemekten büyük keyif alıyordu.

Fakat bu hayaline engel olan, küçük kızın halsiz oluşuydu. Kısa oyunlardan hemen sonra uzanıp uyuma ihtiyacı duyuyordu Luna. Endişeleniyordu Nurhan. Doktor doktor gezdiriyor, ama iştahsızlıktan, kansızlıktan öte bir teşhis konulmuyordu küçük kıza. Hastane sonrası iyi hissetsinler diye çocukları alıp Kültürpark’a götürüyordu. Bir gün yine çocukları Kültürpark’taki oyuncaklara götürdüğünde -Luna daha yedi yaşındaydı- “Kızım bak bu parka senin ismini vermişler, görüyor musun kocaman Luna yazıyor karşıda” dedi.

Annesinin bunu söylediği gün ait hissetmişti kendisini oraya Luna.

“Benim parkım burası. Cennet gibi burası anne, yemyeşil. Ne güzel” demişti.

Luna’nın yüzü sadece burada gülüyor. Yemeklerini sorunsuzca sadece burada yiyor, sadece burada sorular sormaya başlıyordu. Annesi Ali’yi çarpışan arabalardan alamazken, Luna büyük hayranlıkla dönme dolaba ve büyük bir zarafetle süzülen balerinin pembe eteğine dalıyordu. Akşam olunca evlerinin balkonundan dönme dolabın rengârenk ışıkları görülüyor, çocuklar “Hadi anne gece de gidelim” diye tutturuyorlardı.

Gündüzleri Ali’yi çarpışan arabalara bindirip oyalayabiliyordu da Luna’yı bir kez olsun ışıklı dönme dolaba bindirmek nasip olmuyordu. Gündüz vakti, hüzünlü gözleriyle kaderine razı öylece duruyordu küçük kız. Mahzun mahzun izliyordu dönmeyen dolabı ve balerini. Çünkü türlü ışık oyunlarıyla açılıp kapanan dönme dolap sadece geceleri çalıştırılıyordu.

Süleyman’ın işi çoktu.

Gece vardiyalarında da çalıştığı için Luna’nın parkına gece gitmelerinin imkânı olmuyordu. Bir gün komşularına söyledi Nurhan. “Akşam eğlenceleri varmış Kültürpark’ta” dedi.

“Hep beraber gidelim. Çocukları oyuncaklara bindirir, denk gelirse birkaç gösteri izleriz.”

Kabul gördü bu isteği. Çoluk çombalak toplanıp gittiler Kültürpark’a. Birçok etkinliğin düzenlendiği parkta gittikleri o akşam devlet opera ve balesi bir resital veriyordu. İlk kez izlediği bu gösteriden sonra Luna annesine dönüp, “Ben de o kızlardan biri olmak istiyorum” dedi.

Nurhan mahallelerindeki terzi Hayriye’ye kızı için pembe bir tütü etek yaptırdı. Bir aya kalmadan bir bale kursu buldu ve Luna’yı yazdırdı. Süleyman için her şey artık daha çok iş ve paraydı. Kendi genlerinden gelen oğlu Ali’den başkasını da görmüyordu gözü. Başta karşı çıksa da Ali’nin de bir futbol kursuna yazdırılması kararı ile Luna’nın bale hayatı başlamış oldu.

Kendini çocuklarına adamış Nurhan için hayat zorlaşmıştı. Ama asla şikâyet etmiyordu genç kadın. Hem ev işleri hem de çocukların okul, kurs ve ödevleri onu fazlaca yorsa da evlendiğinden beri, tek hayali bir kız çocuğuna sahip olmaktı. Bir kızı vardı artık ve onun eğitimi için her imkânsızlığı göze alabilirdi. Kızı onun gibi olmayacaktı. Buna emindi. Kendisi de okula gidebilseydi belki bir ressam olabilirdi. Baba baskısından kaçmak için on dokuz yaşında evlenmeyebilirdi. Daha çok kitaba ulaşabilir ve geleceği için iyi insanlarla karşılaşabilirdi. Bütün bunlar Luna’nın başına gelmeyecekti. Söz vermişti.

Tek korkusu bir gün konuyu bilen birinin, kuğu kızım, ay kızım dediği Luna’sının onun olmadığını öğrenmesiydi. Her şeye önlem alabilirdi. Fakat bu korkuyla baş edemiyor, zaman zaman kâbuslarla uyanıyordu.

Luna için disiplinli bir hayat başlamıştı.

Haftada üç gün kursa devam ediyor, evde de saatlerce egzersizlerine çalışıyordu. Başlarda başı dönecek düşüp bayılacak diye hop oturup hop kalkmıştı Nurhan. Fakat Luna günden güne iyileşiyor, hatta zaman zaman çenesi düşüyor arkadaşlarını anlatıyordu annesine. Tam da istediği gibi mutlu ve sağlıklı bir çocuk olmuştu.

Bale okulunda Coppelia’yı, Fındıkkıran’ı izliyorlar, resimlerini çiziyorlar, dekorları öğrencilere tasarlatıyorlardı. Bazen bale kostümlerini boyuyorlar ve Luna en çok işin içinde yer aldığı zaman seviniyordu. Kursu izlediği bir gün Nurhan, kostüm boyama işine yardım edebileceğini söyledi. Böylece renklerin ve boyaların yaşamında o da yerini almış oldu. Kapı kapıyı açtı. Nurhan’da aynı iş merkezinde bir resim kursunda ders almaya başladı.

Sanatın içinde, dansla, müzikle, resimle, boyalarla masal gibi yaşıyordu anne kız. Fazlaca yaramaz olan Ali’nin futbol kazaları, kavgaları, kırıkları çıkıkları olmasa nerdeyse hiç gitmeyeceklerdi hastaneye.

Kuğu kızı Luna, artık on yedi yaşına gelmişti.

Annesine yedi yaşındayken söylediği gibi, o balerin kızlardan biri olmuştu. Birçok gösteri ve resitalde en önlerdeydi. Sessizliği uysallığı ve uyumluluğu ile arkadaşlarının arasında da çok seviliyordu.

On yedi yaşının kutlamasını Kültürpark’ta yapmak istediğini söyledi annesine. Hiçbir organizasyon istemediğini, sadece kendi parkı, “Lunaparkta” hâlâ onun kadar hızlı dönemediği balerine binmek istediğini, dönme dolap sakince bulutlara çıkarken pastasını üflemek istediğini anlattı. Kızını bu yaşına kadar bin bir zorlukla ama keyifle getirebilen Nurhan için bu istek çok ama çok basitti.

O yaş gününde “Cennetim benim, benim parkım” dediği lunaparkta gönlünce eğlendi Luna.

Annesinin doğum gününde onun da hayalini gerçekleştirdiler beraber. Nurhan’ın özenle yaptığı tablolar Kültürpark’ta karma bir sergide yer aldı. Renklerle resmen dans ettiği natürmort resimleri büyük ilgi gördü.

Ali de İzmir’de meşhur bir futbol takımının alt yapısında oynuyordu. Başarılıydı. Fakat annesine ve kardeşine karşı ilgisizdi. Süleyman’ın gözü işten ve paradan başka bir şey görmüyordu maalesef. Birkaç kez Ali’nin maçına gitmişti o kadar. Bir zeytinyağı üretim tesisine ortak olmuş, yurt dışı pazarlamalarına takmıştı kafayı. Kasabadayken karısına aşık, evine düşkün adamdan eser kalmamıştı. Sadece çalışıyordu. Süleyman’ın babasından kalan yüklü mirasla Eşrefpaşa’daki evlerinden taşınıp Bornova’da müstakil bir ev sahibi bile olmuşlardı.

Her şey hep iyi gitmiyordu tabi ki…
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Gökçe Çiçek Gönülaçar

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

16 YORUMLAR

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 29 Eylül 2020 at 13:10

    Ne kadar ilginç bir isim gerçekten; lunapark bağlantısından kurduğun hikayeye bayıldım 👌🏻 Hayranım yaratıcılığına 😁
     
    Tabi bir yandan da korkuyorum mutsuz bir sonla karşılaşacağım diye 😰
     
    Merakla bir sonraki bölümü bekliyor olacağım. Aklına, kalemine, harika anlatımına sağlık Gökçecim 😘

    • Yanıtla Gökçe Çiçek Gönülaçar 29 Eylül 2020 at 13:50

      Çok teşekkür ederim sevgili editörüm. Mutsuz başladıysa da mutlu biter belki.. 😘😘

  • Yanıtla Mehmet Gökcük 29 Eylül 2020 at 13:43

    ’89 yılı girişini görünce hemen okumak istedim, o jenerasyondan biri olarak : )
     
    Ah o nüfus memurları… Kaç kişinin ismi üzerinden belki kaderiyle oynadılar.
     
    Hikayedeki bağlantılar çok hoş ve bir solukta okudum. Devamını da merakla bekliyorum.
     
    Kaleminize, yüreğinize sağlık.

    • Yanıtla Gökçe Çiçek Gönülaçar 29 Eylül 2020 at 13:50

      Mehmet Bey yorumunuz için çok teşekkür ederim.
       
      Sevgiler

  • Yanıtla Özge Can 29 Eylül 2020 at 15:16

    Gökçem bu nasıl harika bir öykü, bayıldım. Luna’nın ismi ile hayattaki tercihlerinin bağlantısı sen muhteşem bir yazarsın 👏👏
     
    İkinci bölümü endişeyle bekliyorum yalnız. Bir an önce okumak istiyorum bir yandan da kötü bir şey olmasın telaşındayım.
     
    Tebrikler canım, beklemedeyim 💙

  • Yanıtla Gökçe Çiçek Gönülaçar 29 Eylül 2020 at 15:41

    OzgeCan. Gercekten CAN sın..❤

  • Yanıtla Öznur Türk 29 Eylül 2020 at 16:01

    Canım Gökçem ❤️
     
    Gönlüne sağlık. Devamını merakla bekliyorum. Hepsi çok canlı sıcacık olması gerektiği yerde yaşıyor gibi.

  • Yanıtla Gökçe Çiçek Gönülaçar 29 Eylül 2020 at 16:20

    Çok teşekkür ederim can içi dostum. Öznur’um..

  • Yanıtla Demet Uncu 1 Ekim 2020 at 15:15

    Gökçeciğim, nasıl güzel bir hikaye. Su gibi kendi içinde akıyor. Çok sıcak ve samimi. Devamını merakla bekliyor olacağım.
     
    Yüreğine sağlık 🙂

    • Yanıtla Gökçe Çiçek Gönülaçar 6 Ekim 2020 at 12:30

      Demet Hanım, beğenmenize çok sevindim.
      Değerli yorumunuz için teşekkür ederim..

  • Yanıtla Pınar Sude Genç 1 Ekim 2020 at 16:32

    Ne güzel yazmışsınız, çok keyifle okudum. Hikayenin devamı ile ilgili bi’ tahminim var. Bir sonraki bölümü heyecanla bekleyeceğim, bakalım tahminim tutacak mı (:

    • Yanıtla Gökçe Çiçek Gönülaçar 6 Ekim 2020 at 12:32

      Ben de merak ettim şimdi Sudecim. Yorumun için teşekkür ederim.
      Çok sevgilerle öpüyorum seni.

  • Yanıtla Beril Erem 2 Ekim 2020 at 20:53

    Gökçem,
     
    Aklımdan, gönlümden geçenler yukarıda yorumlarda dile getirilmiş zaten.
     
    Seviyorum seni okumayı, benim için kıymetli bir yazarsın. Bir editör olarak da seninle çalışmaktan büyük keyif alıyorum. Duygunu, kurgunu kendime yakın bulduğum yazar arkadaşlarımdan birisin. Ne mutlu bana ki; Luna’nın hikayesinin tamamını okuma ayrıcalığım vardı 🙈
     
    Sude’nin tahmini merak ettim:)) İkinci bölümde unutmazsam soracağım ona da 😊
     
    Kalemine sağlık gönlü güzel arkadaşım 😘

    • Yanıtla Gökçe Çiçek Gönülaçar 6 Ekim 2020 at 12:36

      Benim için çok ama çok degerli bir öykü yazarının bu satırları yazması, ilkokul ögretmeninin küçük ögrencisine kurdela takması gibi bir sevinç.
      Ne diyeyim ki… Bulutlara uçtum. Sizi çok seviyorum.

  • Yanıtla Burak Süalp 14 Ekim 2020 at 11:12

    Sevgili Gökçe, tek kelimeyle, bayıldım. Harika kurgulamış ve anlatmışsın. Bakalım öykünün devamı nasıl gelecek?
     
    Bu arada, Luna’nın Parkı bambaşka bir şey hatırlattı bana. Bir çok insan lunaparkın aslının Amerika’dan çıktığını düşünür ama bildiğim kadarıyla “lunapark” hikayesi başka bir yerden başlıyor. Rus devrimci Anatoli Lunaçarski 1905 Devrimi’nden sonra Çarlık’ın baskıları sonucu Fransa’ya kaçar. Ekim Devrimi’ne kadar, 12 sene sürgünde yaşar. Paris’te yaşamını sürdürebilmek için bir park kiralayıp tahtadan oyuncaklar, salıncak, tahteravalli yapar. Çocukları eğlendirir. Karısı da sandviç yapıp satar. 1917’de Rusya’ya döner ve sonradan SSCB’nin Eğitim Komiseri olur.
     
    Fakat Paris’teki park kalır: Luna’nın Parkı. O gün bugün, Lunapark…
     
    Merakla ikinci bölüme geçiyorum. Kalemine sağlık sevgili arkadaşım.

  • Yanıtla Gökçe Çiçek Gönülaçar 14 Ekim 2020 at 11:22

    Çok teşekkürler Burak editörüm.. Ben de hep ay ışıgı ile ilişkilendirirdim, lunaparkı. Benim hikayemde küçük tatlı bir kızın parkı oldu.
     
    Yorumunuz çok değerli, teşekkürler.

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan