Kara Edebiyat

Felekten Bir Gece

21 Ocak 2021

Öykü: Felekten Bir Gece | Yazan: Sertaç SüralSaat ne zaman ki gece üçe yaklaşsa kıraathanenin kapısına kilidi vurup eve doğru yola koyulurum. O gün işler iyiyse “oh ne âlâ” bir gülümseme yapışır suratıma, akşamdan kalma olan türküyü mırıldanır, cebimdeki paraları eve gidene kadar sayar dururum. Çoğu kez arkamda nal seslerine benzeyen ayak sesleri olur, duymamış gibi yaparım ama duyarım. Paraları cebime sokar, aydınlatıcının izne ayrıldığı dar bir sokağa sapıp pusuya yatarım. Bu ufak tefek yan kesici numaralarını yiyecek adam değilim ki ben, hemen yapışırım yakasına, sanki bacısını kesmişim de sıra ona gelmiş gibi neye uğradığına şaşıran bir surat ifadesine bürünür karşımdaki.

“Ağabey delirdin mi?” der çoğu, genizden konuşuyormuşçasına çıkan bir sesle. Yaşları on sekiz var ya da yok, kara kuru bir şeyler. Gözlerindeki korkuya aldırmam, sahte olduğunu hemencecik anlarım. “Kes ulan it” derim, iti biraz bastırırım “sen misin İhsan’ın paralarını cepleyecek olan?” ardından şamar oğlanına çeviririm. Bir şekilde kurtulmayı başarır kaçıp giderler.

En son böyle ıssız dar bir sokakta, babamın anneme vermem için cebime soktuğu parayı kaptırdım, şimdi onların yaşı o zaman benim yaşımdı. Ağlayarak eve gittiğimde yan kesicilerin eline düşmüş bir genç şefkatiyle değil, babamın eşeği sudan gelmeyi unutturacak sopasıyla karşılaştım. E haklıydı da bir yerde koca Hasan’ın oğlu İhsan’ım, olacak şey mi? O günden sonra günahımı bile cepleyecek adam çıkmadı.

Neyse canım, bunlar çok da şaşılacak meseleler değil. Bir sigara ateşler yoluma devam ederim.

Evin kapısına elimi attığım an içeriden tıkırtı seslerini duyarım. Bu karım Hicret’e ait olan tıkırtılar. Kurulmuş çalar saat nasıl ki vakti geçirmez kendisi de öyle, her gün aynı saate ayakyoluna kalkar. Ben içeri geçip paltomu astıktan sonra elimi yüzümü yıkamaya giderken göz göze geliriz kendisiyle ama hiç konuşmayız. Kaç senedir de konuşmadık bilmiyorum ama aşağı yukarı yuvarlama bir hesap çıkaracak olursak beş senesi vardır.

Nedeni ağabeyinin ölümü. O kadar dil dökmüşlüğüm oldu, ağabeyinin benim yüzümden değil de kumar oynarken karşısındakinin bacısına küfrettiği için öldürüldüğüne dair ama inandıramadım. Ağabeyi hacıymış kumar oynadığını uydurmuşmuşum ben falan… “Hicret,” dedim o günü yaşlı gözlerinin içine bakarak “sokaktaki itten korkma; hacıyım, böyle Müslümancıyım, şöyle namaza taparım diyenlerden kork. Bunlar işte değil dini, insanlığı pazarlarlar bir dakikada. Ağabeyin sadece kumarcı olsa gene iyi, sahte muska yazıp insanlara satan bir din tüccarıydı aynı zamanda.“

Tabii kime anlatırsın. İnsanların işlerine gelmediği şeyler için anlama sorunlarının olduğunu hep bilmişimdir. Bu yüzden o günden sonra hiç konusunu açmadım. Öyle kaldı askıdaki bir ekmek gibi. Bir ara evi terk etmeye yeltendiği de oldu tabii. Ufak bir not, üstünde de sadece “gidiyorum”, bu kadar. Sonra geri döndü çocuk için. Genç delikanlı, anası evden gitti derlerse huyu bozulurmuş. İşime geldi benim de, mahallelinin diline düşmekten de iyidir neticede ama kalmanın karşılığında ne birlikte uyuyabildik bir daha ne de aynı sofrada ekmek bandık o güzelim yemeklere. İkimiz de dillerimizi kesip attık bir köpeğe atar gibi ama alışmadım desem yalan olur.

Ellimi yüzümü yıkadıktan sonra Hicret’in uyuduğu odaya girer dolaptan bir battaniye ve yastık alır çıkarım.

Çoğu kez üç beş saniye izlerim kendisini. Bir bacağı hep yorganın dışında olur, hava ne kadar soğuk ve keskin olursa olsun bu değişmez. Onu izlediğimi fark eder ama ayakyolundan döner dönmez hemencecik uyuduğuna beni ikna etmek için sesini çıkarmaz. Geceleri uyuyamadığını arada kalkıp pencere dibinde sigarasını tüttürdüğünü bilirim ama bunu birbirimize belli etmeyiz.

Onu kendi düşünceleriyle baş başa bırakıp salondaki açılmayan kanepeye kıvrılır uyumaya bırakırım kendimi. Tek tarafa uyuduğumdan her sabah boynumun ya da sırtımın ağrısını hissederim ama aldırmam. Hemen bir duş alıp kaslarımın biraz gevşemesini sağlarım nasılsa. Ardından yastıkla battaniyeyi odadaki dolabının içine bırakır, evden çıkıp giderim. Kolay kolay kahvaltı ettiğimi hatırlamam; yol üstündeki bir fırından sıcak simit alır, kuru kuru onu dişlerim. Gece geldiğim o yolları, dar sokakları sabahın ilk ışıklarıyla tekrar ezer geçerim. Ara sıra gökyüzüne bakarım, o da ağlayan bir çocuğun gülümsediği an gibi gelir bana, geceyi, kanepeyi, ağrıları ve aile ile yapılamayan kahvaltıları unutmaya çalışırım bir nebze.

Kıraathaneye vardığımda hemen ardımdan Hüseyin damlar. “Günaydın İhsan ağabeyim, bugün var ya ezip geçeceğim” der dağınık olan kır saçlarını düzeltir, nasırlı elleriyle “bakma dün yenildiğime.”

Sesimi çıkarmam kendime bir çay doldurmuşken ona da bir bardak getirip içmesi için önüne bırakırım. Gözlerini üstüme diker, topal olan sağ bacağına eliyle vurup gene aynı sorularla kafamı şişirir.

”Var ya İhsan ağabey, helal olsun sana, ben olsam hayatta katlanmazdım. Senelerdir kanepede yatıp kalkıyorsun, ne bitmez dargınlıkmış.”

“Bak işine Hüseyin” demeye kalmadan lafı değiştirir, kalkar rafın üstünde duran tuşları silik radyonun frekanslarıyla oynar, her sabah dinlediğimiz o frekansı bulduktan sonra yerine kurulur. Ne zaman ki güneş tam tepede olur o zaman Hüseyin’in bağrına mızrak saplayan o türkü yayılır radyonun hoparlöründen, her gün aynı saatte. “Ses ver ağabey,” diye bağırır “ses ver bu türküye.” Kendince mırıldanır öyle devam eder oyununa, şansı yaver giderse “Bugün şanslıyım, küllerimden doğuyorum” der “ıspanaksınız siz ıspanak, biraz seri, hadi hadi!” Moralini bozar bu laflarıyla karşısında oynayanların ama ses etmezler. Masadan kalkarken oynayanlardan birinin paketinden iki dal sigara çıkarıp yanıma gelir birini bana uzatır. Oyunu nasıl kazandığını anlatıp durur. Ben de dinlerim, başka yapacak işim, düşünecek meselem yokmuş gibi.

Paralarını sayar durmadan, onu uzaktan izleyen hayatında ilk defa eline para almış sanır belki de ama işin sonunda Hüseyin kazandığı o parayı ya birahaneye yatırır ya da kerhaneye. ”Bok yolundan gelen bok yoluna gider” der. Derken çoğu an beni de sürükler peşinden. Her defasında gitmemek için direnirim ama sonunda giderim. Önce açık olan bir tekelden birkaç bira alır içeriz, öyle çalarız kapısını randevu evinin. Gözüne iki tane kadın kestirir Hüseyin, biri sarışın diğeri esmer; uzun boylu ve dolgun kalçalı olurlar her ikisi de. “Sarışın benim, diğeri de senin olsun” der, ben de onaylarım komutanının emrini yerine getirmek için bekleyen er edasıyla.

Odaya çıktığımızda ilk beş on saniye durup kadını izlerim sadece, o ara geçer aklımdan; Hicret, yorganına sarılışı, dışarı atılan bir bacak, kalkıp gidilen o ayakyolu, uyumuş gibi yapıp ardından tüttürülen sigara…

Tümü. Ama koca beş sene, kahvaltısız geçen beş sene, akşam yemeksiz, aynı odada uyuyamadığım, göz göze gelince konuşturamadığım kocaman beş sene, tam tamına bin sekiz yüz yirmi beş gün gecesi ve gündüzüyle, hafta sonları dâhil. Biz onunla sevmekle öldürmenin o ince çizgisindeyiz artık. Tüm bunlar hep haklı bir taraf gibi gelip kapımı çaldığında karşımda cilveli bir şekilde duran kadına yönlendirirler beni. Bir, iki, üç demeden Allah ne kadar kuvvet verdiyse…

Bitirip de çıktığımızda sanki onu buraya ben getirmişim gibi Hüseyin hiç konuşmadan döner sırtını, kendi yoluna sapar gider, ben de o dar sokaklara…

Saate bakıyorum, gece üç, belki biraz geçiyor. Bir türkü… Arkamda yanılmıyorsam gene ayak sesleri… Dar bir sokak… Sapıp pusuya yatıyorum, derken yakasına yapışıyorum gelenin. Şaşkın bakışlar… “Ağabey delirdin mi?” diyor, hikâye oracıkta aynı şekilde bir döngü gibi sanki hep baştan başlayıveriyor.

Sertaç Süral

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan