Kara Edebiyat

Öylesine Bir Gün

30 Ağustos 2021

Öykü: Öylesine Bir Gün | Yazan: Sertaç Süral

 
 

Yaşam, bir ruh hastalığıdır.
– Novalis

 
 
Zaman geçiyor benden. Öylece, bir köşeden, sessiz ve acımaz. Kaç günüm var? Kaç dakikam? Kaç saniyem? Kaç mutluluğa ayak basıp, kaçından sonra yolum hüzne çıkacak, hiç bilmiyorum. Hangi tabut, hangi cenaze aracı, hangi tepe, hangi ağacın dibi ve çukur benim için ayrılmış? Hangisi için direniyorum da beceremiyorum. Direnecek gücüm de var mıdır diye sorsam kendime, kendimi ayıplarım. Yaşım kalkmış gelmiş kim bilir belki de dayanmış ölüme. Buna çareyi nasıl bulayım?

Gözlerimi sokağa dikiyorum; birkaç arabanın rengini, plakasını, modelini ezberliyorum. Ne işime yarayacaksa? İnsanlar ezip geçiyor asfaltı telaşlı, sevinçli, üzgün, umursamaz. İçlerinde bin bir şeyi saklayan çelik kasa gibiler. Geçip gidenlerden birinin çocuğu kendine gelmiş, damar yolunu bulamamış hemşire, birkaç kere denemiş, canını yakmış, öyle diyor. Yanındakiler de bir geçmiş olsun bırakıyorlar teselli amaçlı, ha ama tesellisi var mı çekilen çilenin bilinmez fakat gene de ayıp olmasın diye kafa hafif sallanır. Ben de bırakıyorum kendi içimden hatta yüzlerce kez tüm çile sahiplerine. Sonra tek şeker attığım çayımı yudumluyorum, o kadar da sıcak olmamasına rağmen damağımı yakıyor. O an bir rüzgâr başlıyor, tam karşımda duran defne ağacını sallıyor, sanki kökünden sökecek. Kuşlar havalanıyor ağacın içinden, gidiyorlar bir elveda bile demeden hiç kimseye. Derken yaşlıca bir adama takılıyor gözüm, elde baston, başta takke. Kaç günah, kaç sevap biriktirmiş Allah bilir. Rüzgâra direniyor, direnebildiği kadar, biraz daha sert esse bir karahindiba gibi dağılır. Öylece güçsüz ve bitkin bir hâl yapışmış yakasına. Zamanında karısını dövmüş müdür? Evlatlarını aç koymuş mudur? Hak yiyip beddua almış mıdır acep? Aklıma takılmıyor değil. Caddeden geçen insanların yüzlerine baktığımda hatırlatırım tüm bunları kendime. İyiyi bulabilirim belki diye. Hiç bulabildim mi peki bugüne kadar? Henüz değil. Ne zaman da bulunur orası meçhul.

Ardından yaşlıca olan kayboluyor gözümün önünden, buharlaşıp uçuyor, kuşların peşine takılıyor sanki. Ama olsun, biri gider hiç durmadan ardından başkası gelir. Yeter ki gözlerimi açayım da göreyim. Görmek isteyeyim.

Mustafa geçiyor şimdi de. Bir selam bırakıyor, “Gel” diye sesleniyorum “sıcak çayım var” ama hiç oralı değil. Elinde beyaz bir poşet, içinde de birkaç çikolata görüyorum. Çocuğuna götürüyor her gün. Götürsün. İnsanın yıllar sonra o kadar çabanın üstüne zor bela bir çocuğu oldu mu, dünyası artık o olur. Onu düşünür, onun için öldürmeye çalışırsın zamanı. Kendimden biliyorum. Ne vakit geçecek tüm bu dakikalar diyip akşamı getirmeye çalışırsın sırf işten çıkıp eve koşmak için. Kucağına alıp oynatır bir güzel de uyutursun. İşte baba olmanın kanunları… Ama çok takılmıyorum. Neticede seneler önce, yaşımın henüz iki elimin parmak sayısını geçmediği zamanlarda bana da gelmişti o çikolatalardan. Kaçının tadını beğenip beğenmediğimi kaçını çöpe helal ettiğimi hatırlamıyorum. Aynı şekilde şimdi çikolata bekleyen tüm o çocuklar sevinmiş gibi yapıp çöpe atarlar mı bilmiyorum. Bilmediğimden almıyorum.

İçeri uzunca bir adam dalıyor tüm düşüncelerimi dağıtıp üstlerine sifon çekercesine, suratında gülümsemesi asılı, gözleri parlıyor. Sanki yıllardır görmediği hasretlik çektiği dostunu şimdi yeniden bulmuş da ona bakıyor. Ama tanıdığımı zannetmiyorum. Hemen yanında lastiğinin onarıma ihtiyacı olan bir bisiklet duruyor. Bana gösteriyor, başımı sallıyorum bir tabure uzatıp oturmasını bekliyorum.

“Çok uzun sürer mi?” diyor.

“Yok” diyorum “on beş dakikaya biter, hadi en fazla yirmi olsun senin o güzel hatırın için.”

“Bizim oğlan biraz hor kullanıyor bisikletini her hafta lastik patlıyor.”

“Öyle, hepsi aynı bu çocukların kıymeti yok bu zamanda hiçbir şeyin.”

Başını sallıyor ne zaman oldu ki kıymeti, biz insanlar ne zaman bildik de şimdi bileceğiz demek istiyor belki de ama susuyor. Susmasa hak verecektim, evet diyip pohpohlayacaktım çok haklısın insan neyin kıymetini bildi ki her şeyi hor kullandı ama üstüne gitmiyorum.

Çocuğundan bahsetmeye başlıyor; kaçıncı sınıfta olduğundan, neleri sevdiğinden, gelecekte onu ne okutup hangi mesleğin kurbanı edeceğinden… “İyi, çok iyi” diyorum kendisine “Allah bağışlasın.”

Şimdi hatırlıyorum da bana da yapılmıştı bunlar seneler önce. Kim bilir belki de o çocukla aynı yaştayken. Herkes bir kılıf bulmaya çalışmıştı benim için aman içine gireyim de artık o olayım diye ama elimin tersiyle iteklemiştim hepsini. İtekleyince de düşmüşlerdi yakamdan. İpsiz sapsız biri olarak gezmeye başlamıştım tüm sokaklarda. Sonra tüm soruları biriktirip üstüme kusmuşlardı, toplumdaki tek dert benmişim gibi.

“Ne çalışıyorsun?”

“Hiçbir şey.”

“Çalışmayı düşünmüyor musun?
Ne olmak istiyorsun da bekliyorsun?”

Aman elimi bir işe atsam ne olacaktı derdim kendi kendime zaten sonu hüsran değil mi? Neyi becerebildim bu genç yaşımda? Bir ara çok sıkıldığım olmuştu bu sorulardan ve meslek üretmiştim bana neyi bekliyorsun da çalışmıyorsun diye soranlara. O kadar çok üretip sıkıyordum ki bol keseden, bir önceki söylediğim mesleği unutuyordum her defasında. Zamanı vardı tabii her şeyin. Yalanın bile. Derken belli bir zaman geçtikten sonra kimsenin beni yönlendirmeden yapacağım bir iş buldum kendime.

Bisiklet tamirciliği.

Nerde eski bir bisiklet var gidip aldım, alamadıklarımı sahiplerinden çaldım öyle tamir ettim. Nereden eski bisiklet tamircisi olmak diye sorsalar, başka yapılacak iş mi kalmadı, küçükken zor bela da olsa alabildiğim o döküntü bisikletimin uğruna derim. Bu da bir meslektir neticede. Parası yetemeyen çocuklar gelip alsın diye bekledim o günden sonra, öyle bedavaya.

“Bisiklet Tamircisi Ruhi Usta”

Şimdi düşünüyorum o geçen zamanı, elime ilk bisiklet aldığım o yılları. Gülümsemeler kaplıyor zihnimi ister istemez, birkaç çocuk kahkahası, parıldayan birkaç göz. İyi ki okuduğum mesleği yapmadım diyorum bazen. Yapmadım da bozuk olan o demir yığınlarını onardım. Bunların bir kısmını adama anlatıyorum bisikleti beklerken “Vay be ustam” diyor parıldayan gözlerini üstüme çevirip. Anlamaya çalışıyor beni, sakalımı süzüyor, hocayım desem inanacak belki de. Kimsesizlere bedava bisiklet dağıtan kaç kişiyi tanıdı ki hayatında? Bana ne olduğumu soruyor, heyecanlı bir soruş biçimi. Sayfalar dolusu cevap bekliyor ama doğduğum andan şu ana kadar hatırlayıp anladığım cevabı veriyorum kendisine.

“Ben sıradan bir sözcük kadarım, hadi biraz daha uzunu, cümle olsun ama noktası atıldı mı işte orada bitiveririm.”

Bir bilgeyi dinler gibi dinliyor beni, bilmiyor ki ben ondan da cahilim. Gülümsüyorum kendisine, “Aman çocuğunu çok sıkma” diyorum “meslek gelip geçer, insan ömrünü tek bir meslekte ziyan edecek değil ya yeter ki mutlu olsun.”

Elini cüzdanına atıyor o ara, onarılmış lastiğin parasını ödemek için. Ama kabul etmiyorum, benim hediyem olduğunu söyleyip gönderiyorum.

“Allah iyiliğine, ellerine, zeval vermesin ustam” diyor kapıdan çıkarken “kal sağlıcakla.”

“Âmin” diyorum ardından bakarken, “âmin… Bin kere.”

Yolu kesiyor, caddeyi aşıyor, dönüp gidiyor. Öylesine bir gün, öylesine bir insanın ardından öylece bitiveriyor. Bense yaşayabileceğim bu günü kazanmış biri olarak derin bir nefes alıp arkama yaslanıyorum. Heyecanlı mıyım? Değilim. Hem de hiç…
 
 
Sertaç Süral
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

1 Comment

  • Yanıtla Şen Sevgi Erişen 31 Ağustos 2021 at 21:54

    Duygular yoğun olunca kelimeleri sıralamak zorlaşıyor. Gönlü dolu, gönül dolduran bir hikaye.
     
    Saygılarımla…

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan