Sessizlik Öyküleri

Uzakta Bir Ev ya da Ölü Yatırım

3 Şubat 2022

Öykü: Uzakta Bir Ev ya da Ölü Yatırım | Yazan: Hakan Özbek

“Seni ikna edebileceğimi biliyorum.”

“Hangi konuda?”

“Yoldayım, müsaitsen gelince konuşuruz.”

Telefon kapandı. Saçma bir konuşma başlangıcıydı. Beni ikna edebileceğini biliyordu. Bu güzel bir şey ancak ben bir konuda ikna edilmem gerektiğinden şüpheliydim. Kararsız olduğum pek bir konu yok gibiydi. Olanlar da basit şeylerdi işte; gömleklerimi ütüsüz giymeye devam edip etmemek gibi şeyler. Eğer bunun üstüne bir tartışma olacaksa benim ağırlığım ütüsüz giyme üzerine olacaktı. Beş saniye sonra kıç kısmından başlayacak bozulma ütünün gereksizliğinin bir göstergesi değil miydi? Bence öyleydi. Diğer taraftan bunun üzerine bir tartışmanın nereye varacağını aklım almıyordu.

Peki başka hangi konuda kararsızdım? Okumayı planladığım bir yığın kitap masamın üstündeydi ve her sonraki kitaba geçişimde kararsızlık yaşıyordum ancak sevgili dostumun bunun için bin kilometreyi aşan bir yolu gelmesi mantıksızdı. Üstelik ona masamda duran kitapların hangileri olduğunu söylememiştim. Eğer masamdaki kitapların dışında bir kitap önerecekse buna mutlaka karşı çıkacaktım. Elbette planladığım kitapların okuması bittiğinde, söylediği kitabı kayda değer bulursam okurdum ancak genellikle tavsiye üzerine okumalar ziyadesiyle canımı sıkar, okuyacağım varsa da önerilen kitaptan vazgeçerdim.

Kararsızlığım üzerine düşünmek saatlerimi almıştı. Telefon kapandığından bu yana, dört saat kırk yedi dakika geçmişti, neye karar vermem gerektiğini düşünüyordum. Bilimsel bir çalışmam yoktu. Bir teori üzerine çalışmıyordum. Araştırmalarım tamamen kendime göre ve kendi hayatımda uygulamak üzereydi. Mesela, geçtiğimiz hafta bağlama kursuna başlamayı düşünmüş ancak bağlama alacak parayı bulamamıştım. Sonra bir arkadaşım gitarını bana bırakınca gitar kursuna kayıt olmuştum. Benzer şeyler gibi geliyordu ancak değildi. İçime sinmeyince kursa gitmekten vazgeçtim. İstesem gidebilirim, kaydım duruyor ancak artık bir kıymeti kalmamış gibi geliyor.

Aklıma saçma bir düşüncenin tohumlarını bırakmasından ötürü küfürler savuruyordum. Bu neydi şimdi:

“Seni ikna edebileceğimi biliyorum.”

Artık olacağım varsa da olmam. Kim bilir nerede şimdi? Konuşmak istedim ancak telefona cevap vermiyor, Bolu’yu geçmiş midir? Ve neden Bolu’yu geçmek bir kriterdir?

Al işte sana bir kararsızlık daha? Karadeniz’den İstanbul’a gelen yolun yarısı neden hep Bolu’dur? Bolu’ya vardığında “Burası yolun yarısıdır, burada mola verin” yazmıyor ki! Belki Çorum daha kritiktir bu yolculuklarda? Hepsi bir yana, neden yolun yarısını hesaplamaya çalışırız ki? Bir yarıyı geçmek için harcadığımız süre neden diğerine eşit olacakmış gibi yargıya varırız? Belki Bolu’ya geldiğinde, “Ulan ne güzel yer be, şurada durayım da birkaç sigara içeyim” deriz ve o yarı artık daha uzun bir yol olmuştur.

Telefonu tekrar tekrar elime alıp ulaşmaya çalışıyorum. En sonunda açıyor.

“Kapat kapat, yoldayım.”

Çat, kapattı yine. Sikeyim yolunu senin! Biliyorum ya zaten yolda olduğunu piç! Tekrar arıyorum.

“Yoldayım oğlum.”

“Tam olarak nerede?”

“Hareket halindeyim”

“Vay be! Gerçekten mi?”

“Kulaklığım yanımda değil, araba kullanırken konuşamıyorum biliyorsun.”

“Senin kulaklığın mı var? Sebep? Minibüsçü müsün oğlum sen?”

“Ne alaka?”

“Neredesin lan?

“Düzce’den geçiyorum.”

“Eeee?”

“Eeeesi iki saate orada olurum herhalde. Trafik var mı?”

“Ne bileyim amına koyayım, evdeyim ben.”

“Lan yola baksana!”

“Ebenin amı, benim evden yol görünmüyor ki, baksam ne göreceğim sik kafalı herif!”

Yine kapattı. Bu sefer sorun yok, nerede olduğunu biliyorum. O gelene kadar biraz kitap okuyorum, Tihon Semuskin’in Merhaba Çukotka’sı bitmek üzere.
 

*

 
Yaklaşık üç saat sonra geliyor Cengiz. Terlemiş, elindeki mendille alnındaki teri siliyor. Ardından mendilin ıslak tarafını içe doğru katlayıp cebine koyuyor. Ayakkabılarını çıkarıp lavaboya gidiyor. Biraz sonra yüzünden sular damlaya damlaya çıkıyor.

“Havlu yok lan içerde?”

“Bekle.”

Getiriyorum, yüzünü siliyor. Sonra havluyu boynuna asıyor. Koltuğa geçiyor, hemen bir sigara yakıyor.

“Ne yapıyorsun?”

“Sigara içiyorum.”

“Ne konuda beni ikna edeceksin oğlum, onu söyleyene. Kaç saattir aklım takıldı.”

“Bir şey yok ya, boş bir arsa var Sinop’ta, orayı beraber kapatalım mı, diye soracaktım.”

“Sen geri zekalı mısın koçum? Arasaydın ya amına koyayım! Ben gelirdim o tarafa, ortada buluşurduk ya da.”

“Değişiklik olsun dedim işte.”

“Ulan ne sığır insansın! Bazen seninle nasıl arkadaş olduğumuzu sorgulatıyorsun bana.”

“Niye lan? Yanına geldim, yüzünü gördüm. Kötü bir şey mi? Başkalarının arkadaşları yapmaz ha, dikkat et.”

“Sen de haklısın lan. Sigara ver.”

Sigarayı yakıp bir nefes çektikten sonra devam ettik.

“Sinop ne alaka lan?”

“Neye ne alaka?”

“Arazi Sinop’ta değil mi?”

“Sinop’un çıkışında.”

“Yani Sinop’ta.”

“Tam değil işte, çıkışında.”

“Lan oğlum il sınırları içinde mi değil mi?”

“İçinde ama çıkışa doğru.”

“Hasta mısın lan sen?! Çıkışı da olsa, orada sayılır bu soktuğumun arazisi işte.”

“Orası öyle ama dışında kalıyor yani.”

“Hangi çıkışında peki güzel insan kardeşim?”

“Batı çıkışında.”

“Kastamonu tarafı yani?”

“Aynen, o haritada Gargamel’in burnu gibi görünen yerde değil.”

“Fark etmez, zaten hiç gitmedim Sinop’a. Peki deniz kıyısında mı?”

“Bilmiyorum, bakmak lazım.”

“Sormadın mı arayıp?”

“Sordum da, emlakçı adam ‘Denize bir dakika mesafede’ dedi ama insan güvenemiyor.”

“Lan bakıp gelseydin ya o zaman?”

“Beraber bakarız dedim işte.”

“Ne zaman gidelim?”

“Nereye?”

“Sinop’a ulan Sinop’a!”

“Yarın?”

“Olur.”

“Bugün mü gitsek yoksa?”

“Fark etmez.”

“Bugün mü, yarın mı? Sana hangisi uyuyor?”

“Dün uyuyor amına koyayım! Sikeceğim muhabbetini hadi söndür de çıkalım yola.”

“Peki, hemen mi?”

“Yahu Cengiz taşak mı geçiyorsun oğlum? Çıkalım dedim ya işte.”

“Bir Ortaköy’e uğrasak?”

“Sebep?”

“Kumpir alırız.”

“Şu köşeden alalım işte, niye Ortaköy’e gidiyoruz?”

“Bu köşedeki meşhur mu?”

“Aynı işte, hepsi patates!”
 

*

 
Yola çıktık. O kumpirini yiyor, ben arabayı kullanıyordum. Çoktan köprüyü geçmiştik. Durmadan gidersek muhtemelen gece Sinop’ta olurduk. Sabaha kadar kalacak bir yer ayarlar, ilk fırsatta da araziye bakmaya giderdik.

“İmar durumu ne arazinin?”

“Boş arazi işte. Ne yaparsan o yani.”

“Tamam da, var mı oğlum izin falan. Öyle kafamıza göre dikemeyiz, yasak.”

“Kim karışacakmış?”

“Devlet, kim karışacak başka.”

“Şaka lan, var, imara açık. Ama iki kat izin vermişler. Ondan pek isteyeni yok herhalde.”

“Yeter o zaman.”

“Aynen, birer daire yaparız. Bir de bahçe falan derken mis… Bir de denize yakınsa kebap işte.”

“Haydi bakalım.”
 

*

 
Gece kente vardık, şu her yerde olan ucuz otellerden birinde konakladık. Sabah ise erkenden tekrar yola koyulduk. Yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından arsanın olduğu yere gelip emlakçıyı beklemeye başladık. Adam her sorumuza yanıt veriyordu. Cengiz soru sormaktan çok emlakçı ile birlikte hayâl kuruyordu.

“Şuraya evi yapsak…”

“Çok güzel olur, hem önündeki bahçeyi düşünün. Muazzam olur.”

“Çiçek bahçesi falan, değil mi?”

“O da olur, domates falan da ekilebilir.”

“Yok ya, çiçek ekeriz biz.”

“Bakın şuraya da bir barbekü?”

Ben devre dışı kalmış gibiydim. Cengiz emlakçıyla evi dikmiş, çevre planlamasını yapmıştı. Emlakçıya bir dakika diye işaret ettim.

“Siz de mi bizimle kalacaksınız?”

“Yok canım, evim var benim.”

“E, tamam o zaman. Niye hayâl kuruyorsunuz?”

“Fikir olsun diye.”

Uzatmadım. Cengiz’le emlakçıdan müsaade isteyip boş toprakların üstünde adımlamaya başladık. İlk başta iki ahşap ev yapma fikri mantıklı geldi. Bir arkadaşın geçenlerde bahsettiği tanıdık bir ahşap ustası bu işi elli, bilemedin altmış bine hallederdi. Çit işini de ondan rica edecektik. Gerisini sonra hallederdik, aramızda anlaştık. Ardından emlakçının yanına döndük.

“Fiyatı nedir buranın?”

“İlanda yazıyor ya?”

“Ben bakmadım ilana, Cengiz baktı.”

“Anladım. Size üç yüz elli olur.”

Cengiz lafa girdi.

“İlanda o kadar yazıyor zaten. Sen bize biraz daha düş.”

“Vallahi kurtarmıyor. Mal sahibi son fiyat dedi.”

“Yahu bu adam İstanbul’dan geldi. Ben Artvin’den geldim. Bak bu kadar eziyet, yap bir güzellik işte.”

“Peki peki, size üç yüz kırk beş.”

“Düş düş.”

“Yok, daha düşemem.”

“Düşersin.”

“Düşemem, düşemem. Ya da olsun be, üç yüz kırk olsun.”

Düşersin, düşemezsin derken üç yüz yirmi bine anlaştık. Sonra ben doğru İstanbul’a döndüm. Vakit kaybetmeden üstüne ahşap evleri kurdurup, çitle çevirdik. Sonra ufak ufak peyzaj işleri… Ben hiçbirini görmedim. Hepsiyle Cengiz ilgilendi, arada bana da fotoğraflar gönderdi. Aradan ise neredeyse iki yıl geçti, bir kez bile gitmedim. Hep bir bahane buldum gitmemek için.

Ne zaman giderim bilmiyorum şimdi. Belki gelecek yıl? Kim bilir?
 
 
Hakan Özbek
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

1 Comment

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 12 Şubat 2022 at 08:40

    Benim de böyle “uzakta, çoook uzakta bir ev” hayalim var 😁 Keşke bir arkadaşım beni de ikna etse hemen gitsem ama ben ölü yatırım olmasına izin vermem. Feci kaçasım var şehirden, usandım 🙈
     
    Çok keyifliydi, her zamanki gibi, kalemine sağlık canım 🤗

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan