Bi' Dolu Mola

İnce Çizgi

25 Mart 2021

Yazı: İnce Çizgi | Yazan: Elif Bilici

Hayatın bizi adım atmak için arkamızdan ittirdiği zamanlar olduğuna inanırım. Aynı şekilde hayat bazen de duygularımızı hizaya sokmak için, kafamızda dolanıp duran tilkileri dağıtmak için umulmadık yollara sokar bizi. İlahi güç ya da karma, adına her ne derseniz diyin, ben doğanın mucizevi dengesi diyorum buna.

Hayattan çok bunalırsın, kaçmak, gitmek istersin uzaklara. Hatta çevrendeki her şey yavan gelmeye başlar, kökten bir değişiklik istersin. Şehirden çıkıp gitmek, doğaya karışmak, hatta dönmemek istersin. İşte böyle anlarda karşına çıkan üç-beş günlük tatiller seni hayata bağlayan kılcal damarların oluverir.

Biz de yakaladığımız ilk fırsatta ciğerlerimizi oksijene, gözlerimizi yeşile doyurmak için Karadeniz’e doğru yola çıktık. İstanbul’dan sanki köprü trafiğindeymişcesine geçen saatlerin sonunda ilk durağımızda durduk. Amaç gittiğimiz yerlerin meşhur yiyeceklerini yemek, meşhur yerlerini gezmek. Hepimiz bu geziye başladığımızda biliyorduk, Karadeniz gibi bir coğrafyanın beş günde bitmeyeceğini, o yaylaları görmekle yetinmeyeceğimizi ve yeniden gelmek isteyeceğimizi. Bu gezi sadece bir fragmandı.

Zamanı kıymetli olan her insan gibi biz de elimizde tatil planlarımızla yola çıktık. İki gün neredeyse tamamen planlarımıza uyarak devam ettik. Ekipte herkesin gezmek, görmek istediği yerler vardı. Herkesin bir favori mekanı vardı. İkinci gün artık favori mekanlara doğru yola çıkıyorduk.

Gezinin başından beri en hevesli olduğum yerler yaylalardı. İkinci gün bu yolda ilk adımları attık. İlk gitmek istediğimiz yayla Pokut Yaylası’ydı ancak arabamızın, yol şartlarına uygun olmaması sonucu daha yola çıkmadan planlarda ilk revizyona uğrayan yer olmuştu. Evinde konakladığımız yerli halkın önerisi ile Gito ve Hüsev Yaylası’na çıkmaya karar verdik.
Bütün gece, sabah yola çıkana kadar fotoğraflarına, güzelliklerine bakıyorduk. Tabi biraz da gerginlik vardı içimizde, o kadar yükseğe hiçbirimiz çıkmamıştı.

Gün Gito Yaylası ile başladı.

Şen kahkahalarla, Rize’nin yaylalarına çıkan o yeşilin binbir tonunu yansıtan, daracık yollarında kıvrılarak ilerledik. Hayatımda sisin bu kadar heybetli, bu kadar yoğun halini hiç görmemiştim. Yaylaya çıktığımızda bizi ineğini otlatan ve köpeği Thomas ile gezen Karadenizli bir teyze karşıladı. Güler yüzü, kemerli burnu, üzerindeki renkli kıyafetleri ve yöreye has o şivesi ile bize iyi bayramlar dilerken yaylalarını anlattı.

Tüm yayla halkı bize el sallayıp bayramımızı kutluyordu. Öyle ya biz anne babasını ziyaret etmeyen, o beyaz yakalılardık şu anda. Oturduğumuz süre boyunca kendimi adeta bir çizgi filmde gibi hissettim. Bu insanlar benim geldiğim yerden çok farklıydı. Şehirdeki insanlarda olmayan güleryüz, samimiyet onlarda vardı. Huzur vardı. Yağmur yağdığı gibi küfürler savurduğumuz İstanbul trafiğinin aksine, sis nedeniyle günlerce yaylada mahsur kalan insanlar vardı. Ama gülerek “Zamanı gelince kalkar sis” diyorlardı. Kısaca hepimizin aksine onlar doğanın üstünlüğünü kabul etmişlerdi.

Yolumuza kaldığımız yerden devam ettik, Hüsev Yaylası’nda güneşin batışını izlemek için geldiğimiz o ince kıvrımlı yollardan geri dönüşe başladık. Hüsev Yaylası bizi heyecanlandırmıştı çünkü hem Gito’dan daha yüksek rakımlı, hem de rüya gibi bir manzarası olduğunu dinlemiştik. Aynı zamanda kendi arabamızla çıkamayacağımız kadar yolu bozuk olduğundan bir nebze de endişe hepimizde vardı.

Bu harika manzarayı görmek isteyen beş minibus insan kalkış noktasından yola çıktık. Yolumuz bir saat sürecekti. Her şey çok güzel başlamıştı, aramızda ertesi günün planı için konuşmalar yaşanıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse fikir ayrılıkları da vardı. Adeta birbirimizi ikna etmeye çalışıyorduk, kimimiz ise ara bulmaya çalışıyordu. Yola çıktıktan yirmi dakika sonra sisten arabının önünü, arkasını, yanını görememeye başladık. Adeta uçurum kenarından yol alıyorduk, önce şöforlerin espirileri ile durum atlatıldı ancak yol ilerledikçe daha fazla bozuluyor, yer yer araç kayıyordu. Ancak zaten aracın geçmesi için iki-üç metreden daha fazla alan olmayan bu yolda, aracın ara ara kayması herkeste bir paniğe neden olmaya başladı.

Biz yaylaya çıkmaya devam ettikçe, sis ağır ağır üzerimize çöküyordu.

Herkes manzarayı görecek miyiz diye endişe etmeye başlamış, arada da uçuruma ve kayan arabalara bakıp derin nefesler alıyordu.

Kalp atışlarımızın hızlandığı, panikten herkesin birbirini tuttuğu zorlu yolculuk bittiğinde yaylaya gelmiştik. Ancak yine doğanın üstünlüğünü kabul etmemiz gerekiyordu: Ne kadar zorlu bir yolculuk yapmış olsak da bize o muhteşem manzarasını göstermiyor, kendisini sislerin ardına saklıyordu. Hepimizin içinde bir kızgınlık vardı. O kadar çabayla çıkmıştık buraya, korkuyla yüzleşmiş, endişelenmiştik, mükafatımız bir manzaraydı alt tarafı neden göremiyorduk? Hırsımızdan, sinirinden söylenenler, etrafa küfürler savuranlar vardı.

Dönüş yoluna geçerken, hava sisin de etkisiyle kararmaya başlamıştı. Yanımızda duranı dahi göremediğimiz bir sisti. Aracı kullanan şöförün “Arkadaşlar yolda tehlike durumunda sizi indireceğim. Çok sis var” demesiyle herkesin içini bir korku saplamıştı. Yaklaşık yirmi dakika içimizden dualar ederek, yanımızdakinin elini tutarak yol gittik. Ancak araç hem çok sallanıyordu hem de kendimizi iyi hissetmiyorduk. O anda tek düşündüğüm şey sağ salim arabamıza kavuşmaktı. Kimse yarını konuşmuyordu artık, çünkü şu andan sonrasının ne olacağını bilmiyorduk. Kafamıza taktığımız o günlük yaşamdaki bunalımlarımız, streslerimiz adeta tuz buz olup gitmişti. Sadece anı yaşıyor, bundan sonra da yaşamak için sadece dua ediyorduk.

Yaklaşık yirmi dakika sonra araç durdu, önümüzdeki aracın çamurdan kayarak saplandığını gördük. Araçtan hepimiz indik ama o araca geri binmemiz mümkün değildi. Karanlık, sisli, soğuk ve yamaçlarında ağaç bile olmayan uçurumların kenarından yürümeye başladık. Araçlar kurtulunca bizi alırlardı nasılsa, ne kadar az araca binsek o kadar iyiydi.

Nerede kalmıştı o an teknolojiye olan inancımız? Bir anda ayaklarımıza daha güvenir olmuştuk. Nerede kalmıştı zamanı etkin kullanmak? Bir anda on iki kilometre yolu yürüme kararı almıştık.

Yürümeye başladığımızda gözlerimden yaşların aktığını hissettim.

Titriyordum. Eşimde farketti, sarıldı, “Bitecek yalnız değiliz” diyordu. Ama düşündüklerim çok başkaydı, korkuyordum asla korkmadığım kadar. Ölmekten korktuğum kadar, sonra ne olacağını bilmediğim için de korkuyordum. Planlamamıştık çünkü, böyle bir olasılık düşünmemiştik. Yürüdüğümüz yarım saat boyunca kafamdan geçenler asla o çok sıkıntı yapıp, bunalımlara girdiğim konular olmadı. Annemi, ablamı, ailemi, arkadaşlarımı düşündüm; evimizin anahtarı kimde var bize bir şey olursa nasıl girerler diye bile düşündüm, ancak tatile çıkmadan gecelerimi zehir eden, günlerimi isyanlarla besleyen ve yakınlarımın zamanını delicesine çalarak anlattığım sorunlarımı asla düşünmedim.

Zamanın gerçekten göreceli olduğunu o yarım saatte anladım. Kendimi sıkmaktan ve soğuktan uyuşmuş ayaklarım, korkudan eşimin eline kenetlendiğim için tırnak diplerine kadar ağrıyan ellerim, kafamda dolaşan bin bir tane tikli bana yarım saatlik yürüyüş yolunda eşlik etmişti.

Jandarmayı ararken, bizi yukarı çıkartan minibüslerin ışığını gördüğük. Bizim binmiş olduğumuz araç çamura saplanmıştı, çıkartamamışlardı. Beş minibus gittiğimiz yoldan, dört minibus dönüyorduk. Ama kişi sayısı aynıydı. Olmaya da bilirdi…

Kendimi ölüm-yaşam arasındaki o bir adımlık mesafede, ölüme hiç bu kadar yakın hissetmemiştim. Hastanede, ameliyathane kapısında ya da evde babamı, ablamı beklemiştim. O zamanlar da kafamda hep tilkiler dolaşmıştı ama bu defa çok daha farklıydı. Kafamda olan ben olmazsam kim ne yapar, üzülür mü, daha gezemediğim yerler vardı gibi sorulardı. Aracımıza ulaşana kadar düşündüğüm tek şey; ben artık bazı konularda çığrımdan çıkmıştım ve hayat bana bir ışık yakmıştı. Yeşili görerek kafamdaki düşünceleri, yaşadığım stresi atmayı hedeflerken, hayat bana korkuyla birlikte hayatımın öncelik sıralamasını aniden değiştirmeme sebep olmuştu.

Bir saatlik yolumuzdan sonra arabamıza bindiğimizde herkes sessizdi.

Yarın kimse o çok görmeyi istediği, herkesin gezisinin amacı olan o ayrı yerlere gitmeyi istemiyordu. Herkes sadece ailesine, evine kavuşmak istiyordu. Sessizlik içinde otelimize vardık.

Herkes o gece nasıl uyudu bilemem ama kendi adıma kaç yaş büyüdüm, bu defa bir türlü giremediğim belki defalarca kaçırdığım o yola, hayat beni nasıl soktu da önceliklerimi gözden geçirdim bilmiyorum.

Peki şimdi mi, tabi ki her insanoğlu gibi yaşanılanlar orada kaldı, günden güne önceliklerimiz hissettirmeden değişmeye başladı, yine günlük streslerimize girip ihmallere başladık.

Hep beraber hayatın bizi yeniden bir yola sürüklemesini mi bekleyeceğiz, yoksa bu defa kendi rızamızla mı bu yolu seçip önceliklerimizi, hayatlarımızı gözden geçireceğiz bilemiyorum…

Elif Bilici

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

1 Comment

  • Yanıtla Mustafa Bilici 1 Nisan 2021 at 14:25

    Hayatın bir kesitinin harika bir şekilde anlatılışı. İnsan bazan ne kadar gereksiz şeyler için strese giriyor ve kendini üzüyor. Doğal yaşam gerçekleri gösteriyor.
     
    Tebrikler

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan