Sessizlik Öyküleri

Beni Hatırladınız mı?

29 Nisan 2021

Öykü: Beni Hatırladınız mı? | Yazan: Hakan Özbek

Erken bırakmıştık işi. Mithat’la önümüze bir masa çekmiş, taburelere kurulmuş, deniz kıyısında biralarımızı yudumluyorduk. Böyle günlerde misinalarımızı denize sarkıtır, bir yandan biramızı içerken bir yandan sohbet eder, misina hareket ederse balığımızı çeker, akşam oturacağımız rakı sofrasının yemeklerini hazırlardık. Muhabbetimiz her zamanki şeylerdi. Hararetli konuşmazdık, uzun uzun susma araları verir, hiç derdimiz yokmuş gibi dertleşirdik.

O gün her zamankinden farklı bir şey olmamıştı, biraz sonra yanımıza yanaşan sevimsiz esmer herifin dışında. Kendi sessizliğimizde kavrulurken, sakin sakin laflarken masaya yanaştı, sonra muhabbetin ortasına daldı. Daha doğrusu muhabbeti bir kenara attı. Tutturdu o günü hatırlıyor musun, şunu hatırlıyor musun diye bir sürü ıvır zıvır sormaya…

– Sen kürekleri çekiyordun, hatırlıyor musun?

Biz aileden balıkçılıkla uğraşıyorduk. Ekmeğini denizden çıkaran birine sorulabilecek en garip sorulardandı bu. Ben bir şekilde hep kürek çekerdim. Kıyı balıkçılığı yapıp kürek çekmeyen mi vardır? Hadi diyelim kayığın motorlu. İllaki motoru bozulur, yine çekerdin o küreği.

– Ben hep kürek çekiyorum zaten. Biz ailece denizciyiz. Sen hangisini diyorsun?

Parmağıyla işaret etti, o anı bir yerinden tutmuş, bize gösterir gibiydi. Yüzünde o anı mutlaka hatırlamam gerekiyormuş gibi bir ifade takınmıştı. Neden bir anı hatırlamam gerektiğini düşünüyordum.

– Yok mu şu kayıkla açılıp, kafaları çektiğimiz gün? Hatırlamıyor musun?

Al işte! “Kafaları çektiğimiz gün…” Şu an kafaları çekiyor olmam mümkün değildi. Bir de benim pek bir şey hatırlayasım da yoktu. Onun söyledikleri ise bana bir şeyler hatırlatmaktan çok uzaktı.

– Ya, illa ki çekmişizdir de, ben her gün kafayı çekiyorum zaten, sen hangisini diyorsun?

Eliyle omuzuma hafifçe vurdu. Sinir olurum, tanımadığım bir insanın benimle fiziksel temas ederek konuşmasından. Bırakın tanımadıklarımı, samimi arkadaşlarım bile benimle pek fiziksel temas kurmazlar. Sevmediğimi bilirler. Çocukluktan kalma bir şeydir bu. Daha küçükken güneş hep sırtımı, kollarımı yakar, biri o yanık bölgeye dokunduğunda felaket canım yanardı. O zamanlardan sevmem işte bana dokunulmasını. Ama tanımadığın biri bunu nerden bilsin, içime attım.

– Mithat da vardı ya lan! Rakıcıoğlu’ndan almıştık hani rakıyı, mezeyi annen hazırlamıştı…

Kafamı yanımda oturan Mithat’a çevirdim, güldüm. Mithat birasını bana doğru salladı. Şişelerin birbirine çarpmasından “trok!” diye ses çıktı. Bu şişelerin kırılmasının bir tık altında çarpıştığını gösteriyordu. Mithat böyleydi, bazı şeyleri abartıydı, severdi yanındakini tedirgin etmeyi. Esmer çocuk irkildi çıkan sesten. Belki Mithat’ın şişeyi kafasına geçireceğini düşündü, belki başka bir şey; biraz kendini geri çekti. Biramdan bir yudum aldım.

– Tamam da, Mithat zaten amcaoğlu benim. O hep benimle gelir zaten. Rakıları da hep Rakıcıoğlu’ndan alırız. Mezeleri de annem hazırlar hep. Sen hangisini diyorsun?

“Feride” dedi. Bir yerinden tutmaya çalışıyordu hayatımı. “Feride.” Ulan Feride’yi nereden biliyordu bu şimdi? Gerçi Feride’yi bilmeyen mi kalmıştı ki? Ah Feride ah…

– Lan sen Feride’yle ayrılmıştın, kayıkta onu anlatıyordun?

Büyük sevdam, Feride. İkimiz de saplanmıştık birbirimize, bir günümüz ötekini tutmazdı. Sürekli bir ayrılık, sürekli bir barışma. Olmuyordu bizden, olmayacaktı, farkındaydık ama bir şeyi fark etmek her zaman yeterli olmuyordu. Yıllardır aynı teraneler…

– Biz Feride’yle öyleyiz, bir ayrılır bir barışız. Ben hepsinde kayıkla açılır kafayı çekerim. Hangisini diyorsun anlamadım ki?

Durdu, parmağıyla masaya vurdu. Mal! Parmağı acıdı belli ki, diğer eliyle ovuşturmaya başladı. Sonra kendince en açıklayıcı cümleyi kurdu.

– Akşamdı işte, gündüz değildi. O gün işte… Bir sürü şey söyledim, hâlâ mı hatırlamadın?

Sabah çok erken çıkardık denize. Ağları kurardık, sonra biraz dinlenir, ardından diğer işlere başlardık. Babamlar açık denizde avlanırlardı da biz kıyılarda kalırdık. Sadece deniz yoktu sonuçta; bağ bahçe işleri, odunculuk da yapardık. Ama akşamları kendimize ayırırdık en sonunda. Kahveye gitmezdim, alışamamıştım. Eskiden bir iki gitmişliğim olsa da babam iyi bir ayar verince vazgeçmiştim.

– Ben gündüz içmem ki, işim var gündüzleri. Hep akşam içerim zaten. Mithat da gelir. Annem mezeleri hazırlar, rakıyı Rakıcıoğlu’ndan alırız. Feride neredeyse her gün beni terk eder, ben de mutlaka kafayı çeker, içerken ondan konuşurum. Senin söylediklerin her gün olan şeyler. O yüzden hatırlayamadım ben herhalde.

Öfledi, püfledi, bir hallere girdi. Tam dalyarak! Dövsek mi lan bunu şuracıkta? Böyle iyi bir kırsak ağzını burnunu. Sıçtı bütün keyfimizin içine. Hatırlamıyorduk işte ama yok. Muhabbet uzuyordu.

– Demek ki bir beni çağırmıyormuşsunuz siz! Benden başka her şey rutine bağlanmış!

Kim olduğunu bilmediğim bir herif dert yanıyordu. Neyin derdindeydi onu da anlamıştım. Kaçan keyfim geri gelir, bu gider diye muhabbeti yumuşatıyordum.

– E ne yapalım, Mithat bizim üst katta oturuyor.

Ben ne kadar sakin konuşuyorsam şu esmer o kadar yükseliyordu. Sanki onu tanımak, hatırlamak zaruriydi.

– Bir şey yapmayın, çağırmayın beni de! Helâl olsun lan size. Ben arkadaşınız değil miyim lan sizin? Beni niye çağırmıyorsunuz? Hem ben de bir arka sokakta oturuyorum. Uzak değilim ki size, yakınız.

Yeter be bu kadar! Sus sus nereye kadar!

– Ya kardeş sen kimsin amına koyayım! Adın ne senin, onu söyle hele. Ben sana biz yakın arkadaşız demedim ki zaten. Şimdi sen kendin geldin oturdun. Muhabbetin de içine sıçtın zaten. Biz ne konuşuyorduk lan, hatırlıyor musun Mithat?

Mithat ağzını büktü, tespihi elinde sıktı, bıraktı. Gözüyle “Yok” dedi önce.

– Yok amcaoğlu valla. Akıl bırakmadı ki! Yok onu hatırlıyor musun, yok bunu hatırlıyor musun… Ben sen çağırdın diye ses etmiyorum buna. Yoksa…

Mithat’a biraz gaz ver, tamam. Adamın ciğerini söker, eline verirdi. Sonra uğraş dur.

– Ben ne çağıracağım! Muhabbetim yok ki bununla. Hem pek içim de ısınmadı zaten, değişik…

Esmer herif parmağıyla bu kez öncekinden daha yumuşak şekilde masaya tıklattı.

– Alo, ben buradayım hâlâ. Farkında mısınız? Adımı bilmiyor musunuz yani siz? Yasin ben…

– He farkındayız da, arkandan mı konuşalım istiyorsun? Yasin’miş! Ne yapalım? Nasıl yapalım? He? Anlatsana Yasin? Amaç ne amına koyayım?

Yasin kendini geriye aldı biraz, boğazını temizledi, sesinin tonunu ayarladı.

– Eee, bir şey yap diye değil de. Birden kaptırdınız ya hani, ondan şey ettim…

Sesini ayarlamıştı ama ben kurulmuştum bir kere bu Yasin’e. Üstüne gidecektim biraz, hem keyfimiz de bozulmuştu artık. Neydi ulan bu! Hıyarın biri gelecek, biz keyif yapacakken hesap soracak, biz de ses çıkarmadan hesap vereceğiz. Mevzu ne? Yok! Hatırlıyor musunuz o günü! Hatırlamıyoruz ulan, yok işte!

– Ne ettin, açık konuş kardeş!

İyice sindi.

– Bir şey yok ya, neyse… Siz şimdi o bahsettim günü hatırlamıyor musunuz?

Takmıştı, o güne. Hangi günse artık, çocuğa dert olmuştu o gün.

– Yok hatırlamıyoruz. Hayır, hatırlasak ne olacak onu da anlamadım ki? Sen anladın mı amcaoğlu?

Mithat başını geriye attı. Dişlerinin arasından “çıııık” diye bir ses çıkardı.

– Vallahi ben de anlamadım. Zaten öyle bir günde bunun bizimle ne işi vardı onu da anlamadım. Kesin başkası ile gelmiştir, kesin.

Biz çağırsak kesin hatılardık. Hadi benim kafam dağınık ama Mithat zehir gibidir, o kesin hatırlardı, onda da yok. Tamam, arkadaş çevremiz geniştir ama öyle hatırlanmayacak kadar da geniş değil yani.

– Herhalde, orası kesin.

Yasin lafa girdi yeniden. Biz hatırlamayınca o başka bir detay daha hatırlamıştı. İlla hatırlatacaktı bize.

– Cihangir çağırmıştı beni.

Hah şöyle! Bizi lafa tuttu, konu dağıldı tabii. Cihangir ya. Zaten ara sıra gelirdi içmeye, her seferinde de biriyle gelirdi. Sormazdı da. Ama iyi çocuktu, severdik Cihangir’i. Arada bizimle ağ atmaya bile gelirdi. O gün de, hangi günse artık hâlâ hatırlamıyorum, Yasin’le gelmişti demek ki.

– Onu baştan söylesene…

Mithat elini sorar gibi çevirdi.

– Cihangir kim lan, Aysel teyzenin oğlu mu?

Bu kez ben dişlerimin arasından “cııık” sesiyle karşılık verdim.

– Yok, Nebahat’inki. Yok mu şu yamuk kafalı Cihangir? Hatırlarsın, yan apartmanda oturuyorlardı. Geçen sene taşındılar Ankara’ya. Çocuk üniversiteyi kazandı diye bütün aile gittiler buradan.

Mithat eliniyle masayı tokatladı.

– Ha tamam lan! Hatırladım, güne gelirdi size. Hep lahana sarması yapardı. Eli de lezzetliydi ha onun.

Harbiden ne sarma yapardı be kadın. Her gelişinde fazla fazla getirirdi, günden sonra kalanları yerken önce onun sarmasından başlardık. Tencerenin dibini görür karnımızı okşayarak rahatlatmaya çalışır, sonra diğerlerinin getirdiklerinden de tadardık biraz.

– Tabii canım, onun üstüne sarma yapan görmedim ben.

Yasin sanki o günler masanın üstünde duruyormuş gibi iki eliyle masayı gösterdi.

– Evet, o. Benim annem de gelirdi güne size, Nuray.

Nuray? Hiç yok hatırımda. Nuray, Nuray, Nuray… “Cııık!”

– Yok vallahi ben hatırlamadım. Nuray… Sen hatırladın mı Mithat, Nuray teyzeyi?

Mithat başka tarafa bakarken kafasını yine geriye attı.

– Bende de yok o. Senin annen ne yapardı güne gelirken?

Çocuk şaşırmıştı.

– Bilmem ki?

Parmağıyla masaya bir şeyler çizdi Mithat.

– Onu bilsen bir nebze hatırlama ihtimalim vardı ama bilmiyorsan hiç kalmadı be!

Elini sorar gibi çevirdi.

– Ne alaka ya?

Biramı yutmaya çalışırken, durumu açıklamaya başladım. Bira boğazımı çizerek mideme iniyordu, yüzüm gözüm yamulmuştu bu yüzden. Çok derinden bir geğirme ile biraz rahatladım.

– Bir şeyi iyi yapıyorsa, o teyzelerin gelmesini kollarız biz, ondan.

Kafasıyla onayladı Yasin.

– Anladım.

Mithat misinayı eliyle hafif hafif sallarken sordu.

– Cihangir ne yapıyor, görüşüyor musunuz?

Yasin gözlerini kıstı, bakışlarını dolaştırdı havada. Hatırlamaya çalışıyordu.

– Ben en son telefonda konuştum, geçen aydı sanırım. Düzce’de üniversite okuyormuş.

Önce bir “Peh!” ardından ise Mithat bastı kahkahayı.

– Düzce mi? Orada üniversite mi var?

Yuh be amcaoğlu. Üniversite olmayan şehir mi kaldı.

– Var lan tabi. Bizim Levent yok mu? Levo ya, turuncu kafa… O orada okudu işte.

Mithat bira şişesini havada tuttu, köpüğü erisin diye hafif hafif salladı şişeyi.

– Mahalle takımındaki? Kaleci olan?

Kafamla onayladım.

– Aynen.

Mithat dikti şişeyi kafasına, ağzını koluyla sildi.

– Hatırladım ya, Levo be… Toplara ne uçardı değil mi?

Yasin heyecanla lafa girdi.

– Ne oldu, bir anınız mı aklına geldi?

Uzaklara daldı Mithat ama bu öyle manalı bir dalış değildi. Mithat her bokta uzaklara dalabilme potansiyeline sahipti. “Bizim döküntü Toros vardı, hatırlıyor musun?” diye sorsam, “He lan, ne arabaydı o amına koyayım” derdi mutlaka.

– Anı çok… İyi çocuktu ha Levo. Onu da görmeyeli bayağı oldu.

Yasin yine bozuk atıyordu. Hafif atarlandı.

– Ulan herkesi hatırlıyorsunuz, bir beni mi hatırlamadınız?

Mithat paketten bir sigara çıkarıp yaktı, bana uzattı. Ardından bir sigara daha yakıp kendisi derin bir nefes çekti, üfledi. Dumanın yok oluşunu izledi. Yasin bir şey mi demiş, hiç siklemedi.

– Yok kardeş, sen hiç yoksun. Başka geldin mi bizimle?

Dudağını büktü Yasin.

– Bilmem? Bir iki daha gelmişimdir illa ki.

Mithat sadede gelmek istiyordu bir an önce.

– Neyse. Ne oldu ki o gün?

Yasin hafif hafif gülümsedi.

– Hiç. Ne güzel gündü diyecektim.

Mithat ayağa kalkıp kovdu çocuğu.

– Bir siktır git! Bunun için mi kafa açtın bir saat!
 
 
Hakan Özbek
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan