Bir Kahve Molası

Nağme Apartmanı | 4 | Güllü Daire

28 Temmuz 2021

Öykü: Nağme Apartmanı | Bölüm 4 | Güllü Daire | Yazan: Edibe Vural

 

İndeks

Nağme Apartmanı 1. Bölüm: Sevgili Televizyon
Nağme Apartmanı 2. Bölüm: Doktor Civanım
Nağme Apartmanı 3. Bölüm: Çiçek Öldüren
Nağme Apartmanı 4. Bölüm: Güllü Daire
Nağme Apartmanı 5. Bölüm: Biz

 
 
Ağustosun sıcağı dilimi damağımı, Sibel ablanın hatırası ise kalbimi kavurdu sanki. Yazdıkça yoruldum, her kelime omuzlarıma bir yük bindirdi, kollarım kalkmaz oldu. Bu nemli İstanbul günü, bedenimi ele geçirmiş gibi tuzlu suyu derimin üzerinden dışarı çıkarıyordu. Eee neydi o söz; “Hamama giren terler.”

Hamam deyince de “Güllü Daire” geldi aklıma. Onlarsız Nağme Apartmanı yarım kalırdı zaten. Nasıl bir kadın olmayacağıma karar verdiğim fakat asla onlar gibi olmaktan kaçamadığım dairenin önündeydim şimdi. Hamam kadar sıcak bu yaz gününde Güldane anneanne tiz sesiyle apartman boşluğuna doğru bağırıyordu; “Darbukayı almayı unutmayın haa.”

Güllü Daire

Bu daire bütün apartmanca “güllü daire” olarak bilinirdi. Bazen “hanımlar” da derdi babam. Ama daha sık “güllü daire”. Elbette böyle anılmakta geçerli bir sebepleri vardı. Sadece kadınların hüküm sürdüğü bu evde herkesin adı gül ile bağlantılıydı.

Güldane anneanne 60 – 70 yaşları arasında, beyaz kısa saçlı, mavi gözlü, kırışık ellerinin üzerinde bolca yaşlılık lekesi olan, porselen dişlerini sık sık göstererek gülümseyen bir kadındı. Kızları Gülfem abla, Gülşen teyze ve torunu Gonca abla ile yaşıyordu. Gülfem abla ile Gülşen teyze arasında çok yaş olmamasına rağmen Gülfem abla hiç evlenmediği için ona abla demem icap ediyordu. Gülşen teyze ise küçük yaşta evlenmiş ardından bir kız çocuğu olmuş fakat kocasıyla pek iyi anlaşamayıp kadınlar cumhuriyetine geri dönmüştü.

Gonca abla bu evin genç kızıydı.

Annem onu her görüşünde “Nasılsın pencere önü çiçeği?” diye takılırdı. Günün hatırı sayılır bir kısmını pencere önünde geçirirdi Gonca abla. Uzun, sırma saçları, iri siyah gözleri, incecik bilekleri ve çoğu zaman zarif gerdanından çıkarmadığı ucunda bir kuş bulunan kolyesiyle onu her gördüğümde biraz büyüyeyim Gonca abla gibi olacağım, derdim. Ama aynı zamanda onu delice kıskanırdım. Gerçeği kabul etmesem de Mahir’le aralarında bir şey olduğu aşikardı. Acı olan ise aralarındaki tek köprünün benim oluşumdu. Kabul edemediğim bu aşkın nişanesi olan mektuplar benim vasıtam ile ulaşıyordu ellerine. Bu mektuplar zarf içinde olduğundan açıp okumam imkansızdı. Zaten Mahir’e öylesine hayranken bu ikilinin birbirlerine yazdıkları sevgi sözcüklerini okuyacak kadar acı bağımlısı değildim. Ben görev adamıydım, onlar bana “postacı kuş” diye hitap ederlerdi. Postacı kuş biraz yaralı bir kuştu ama olsun…

Kadınlarla yaşamak, babasız bir kız çocuğu olmak dedikodu çıkması riskini çok daha yükseltiyordu.

Mahir ile ancak benim aracılığımla irtibat kurduğundan Gonca abla ile mücbir bir yakınlığımız vardı. Gonca abla o günlerde lise talebesiydi. Tek başına bir yere salmazdı Güldane anneanne, hemen beni kuyruk ederdi. O da elimden tutar, beraber tramvayla laleli durağında iner Ragıp Paşa Kütüphanesi’ne giderdik sık sık. Ne hikmetse Mahir de burada ders çalışıyor olurdu. Bana sus payı olarak bir gazoz açardı Mahir, ben yüzyıllar önce işlenmiş mermerlere, oyma taşlara, bronz döşemelere hayranlıkla dalarken onlar tüm bu büyüleyici gerçeklikten uzak bambaşka bir gerçeklikte birbirlerinin gözlerinde kaybolurlardı.

Şimdi düşünüyorum da acaba herkes bilirdi de laf mı etmezlerdi? Bilmiyorum. Ama Mahir’i ve Gonca ablayı ele vermeyecek kadar çok seviyordum.

Komşu Kızı şarkısı onların arasında bir iletişim biçimiydi. Bu şarkıyı duyan Gonca abla hemen pencereye koşardı. Erkin baba da söylerdi..

Günüm gün olmaz seni görmeden
Gözlerim ayrılmaz pencerenden
Gözlerinin karasına
Bak kalbimin yarasına
Dertlerimin arasına
Karıştın sen komşu kızı
Bir beyaz giyersin bir kırmızı
Ne olacak benim halim komşu kızı?

Bu ev bana öyle eğlenceli gelirdi ki annemi çağırsalar da ben de peşine takılıp gitsem, laf dinlesem diye can atardım.

Sabah erkenden uyanan Gülşen teyze ve Gülfem abla oynak bir hava koyarlardı teybe. Bütün apartman güllü dairenin biraz oynak olduğunu bilirdi, bu ses Sibel ablanın bile tebessüm ettiği bir sesti. Bu daireden darbuka sesleri, aerobik diskleri bunun yanında kısır, poğaça ve kek kokuları eksik olmazdı. Konuşulan birincil mesele kısır kaşıklanırken alınan kilolar olurdu. Şişman Hayriye sadece lahana suyu içerek haftada 4 kilo vermiş. O da bir şey mi? Samatya’nın en güzel meze yapan meyhanesinin sahibi Serap Hanım bir ay kadar kısa bir sürede erimiş bitmiş diyorlar. Ekmeği, böreği, keki kesmiş, e bir de stepe gidiyormuş, o erimesin de biz mi eriyelim? Ardından bir kahkaha kopar, tabaklarda tek bir kısır tanesi kalmayıncaya dek bu kahkahalar birbirini izlerdi.

Bu ev çelişkili tavırları ile ünlü varlıklar barındırıyordu içinde. Kısır yerken zayıflama yöntemlerini konuşmak buna bir örnekti. Erkekler bir fotoğraftan yahut bir söylemden ibaretti bu hanede.

Güldane anneannenin kocası genç denilecek yaşta ölmüştü. Onun askeriyede rütbeli olduğundan bahsederlerdi sık sık. Duvardaki sert bakışlı, otoriter, her an çerçeveyi aşıp salonun başköşesine kurulacak gibi bakan üniformalı fotoğraf da onaylıyordu bu durumu.

“Çok sertti bizim adam” diye başlıyordu söze Güldane anneanne. “Şükür ki bize bu evi bir de geçinecek kadar maaş bıraktı gitti.”

Bu yaşlı kadın sanki eve korku salan bir adamı taklit ediyordu. Onun görevi çoktan ölmüş bir otoriteye hâlâ yaşıyormuş süsü vermekti. Oysa onların asıl özelliği buydu, erkeksizlerdi ve mutlulardı. Annem bile bazen “Şu güllü daireye pek özeniyorum, yemek bekleyen yok, temizlik dert eden yok, kışt diyen yok.”

Ne yani erkekler kadınlara kışt mı diyordu?

Onu bunu bilmiyordum, tek bildiğim bu evin çok eğlenceli bir ev oluşuydu. Bu eğlenceli yanının yanı sıra garip bir dayanışma/örgüt evi gibiydi.

Kocasıyla kavga eden, çocuklarının bir sıkıntısı olan, kendisi hasta olan, kaynanasıyla çakışan, gelinine kızan herkes bu kapıda alırdı soluğu.

Herkese açılan bu kapı Güldane anneannenin öğütlerini alan kadınlara hiç kapanmadı. Birinin özel günü, birinin acı günü, mutlu günü, kötü günü, iyi günü oldu mu hep birlik olunurdu. Yazın sonuna doğru kışın yenecekler beraber hazırlanır, kışın soğuğunda hep beraber yenirdi. Bazı geceler ağda partisi düzenleniyor, kadınlar şeker limon ve sudan oluşan ağda karışımlarıyla kıllarından tüylerinden kurtuluyor, türk kahveleri pişiriliyor ardından ters çevrilen fincanların içinden kısmetler, üç vakte kadar hayırlı haberler, nazarlar, sıkıntılar ve ferahlıklar çıkıyordu.

Bir de bütün apartmandaki kadınları toplayıp hamam günleri organize ederlerdi ki bu benim yapmaktan en keyif aldığım şeydi. Apartmanın hanımları ve çocukları toplaşır Sümbül Efendideki Kocamustafapaşa Hamamı’na giderdik. Bazen haftada bir, bazense iki haftada bir olan hamam gününü kimse kaçırmak istemezdi. Özellikle kışın soğuk havaya rağmen kemikleri ısıtan o hamam günleri hepimizi kendine çekerdi. Bir gün evvelden dolmalar doldurulur, börekler açılır, bir de tatlı söylenirdi Samatya’nın en ünlü tatlıcısından. Hamam günü erkenden hazır olunur, sabah gidip ta hamam kapanıncaya kadar kalınırdı. Her hamam günü apartman boşluğundan bir ses yükselirdi; “Darbukayı unutmayın haaa.”

Birlik olup çantalara doluşturulan temiz kıyafetler, sabunlar, keseler, kremler ve lezzetli yemeklerle hamamın yolunu tutardık.

Bu eski yapının girişi karanlık bir koridor gibiydi soyunmalık bölümüne varmadan evvel koridoru geçiyorduk. Soyunmalık kısım -bazıları bu bölüme camekân da derdi- avluya benzer bir açıklığı ve ortasında bir süs havuzu bulunan, çevresinde ise küçük odalar olan iki katlı bir yerdi. Her iki aileye bir oda düşerdi. Orada soyunup döküldükten sonra önce ılıklığa daha sonra sıcaklığa geçilirdi.

Güzelce yıkanıp paklandıktan sonra iple çektiğim dakikalar başlardı. Darbuka, güllü daire kadınlarından birinin bacak arasına sıkıştırılır, şarkılar türküler söylenmeye başlanırdı. Herkesin yüzünde temizliğin ve keyfin ifadesi okunurdu. Kadınların yarı çıplak vücutları keyifle ritim tutarken dünyayı kadınlar yönetmeli derdim.

Hepimiz ak pak çıkardık hamamdan. Apartmana sabun kokusu yayılırdı o gün. Mis gibi dedikleri kokudan. Kadınlarla beraber yaptığımız her şey bir başkaydı. O yüzden kadınların egemen olduğu güllü daireye özenerek bakıyorduk. Erkeksiz bir ev diğer kadınlar tarafından hem özenilen hem de korkulan bir şeydi. “Oh ne güzel erkeksiz ev büyük rahatlık” diyen kadınlar aynı zamanda “Başınızda bir erkek olmadan çok zor, Allah kolaylık versin” de diyordu. Bu apartmanda kapıların ardında hep farklı hayatlar yaşanıyordu. Onlar da bu neşeli hallerinin ardında hüzünlü kadınlardı.

Her kapının ardı karanlık bir mağarayı andırıyordu. Allah bilir içeride neler yaşanıyordu.

Gülfem abla mesela, onca kahkahanın ardından bir noktayı bakıp durur kalırdı. İnsan hüznünü saklayamaz, illa bir an gelir dalar gider. Gülfem abla da öyleydi işte. Genç kızken birkaç isteyen olmuş ama kısmet olmamış. Hâlâ evde o memura yok dedin, bu öğretmene cık dedin, diye üzerine gidiliyordu.

Gülşen teyze ise bir gidip iki dönenlerden olduğu için onun üzerindeki baskı bambaşkaydı. Ne iyi bir es seçebilmişti ne evliliğini iyi yönetebilmişti. Üstüne üstlük şimdi genç kızı olan dul bir kadındı. İstanbul’un orta yerinde dört kadın bir evde. Zordu. Her şey onların aleyhineydi aslında. Bizim apartman onları çok severdi ama mahalle öyle mi? Bu küçük sevimli mahallede bile kadın olmak bir dert gibi omuzlarda yüktü. Bedenleri sorundu, düşünceleri sorundu, eğlenmeleri, gülmeleri, her şeyleri. Onun için kendilerini hep korumak zorunda gibiydiler. Beceriyorlardı da.

İnsan fikirlere savaş açar mı? Onlar açıyordu, dimdik yürüyorlardı. O sert görüntüleri ardında sadece bizim apartmanın bildiği bir şey vardı ki bu kadınları ortadan ikiye bölsen yarısı çocuk yarısı anneydi…

Ben apartmanın küçük kızıydım, ben büyüyene kadar her şey değişecek diye düşünürdüm. Hiçbir şey değiştirmedi kadınlığın kambur gibiliğini.

Güldane anneanneye her gidişimde beni kucağına oturtur naneli şeker karşılığında en sevdiği şarkıyı söyletirdi. Ben ise içinde ismimin geçtiği kısmı bağırarak söylediğim bu şarkıyı tüm kadınlara ithaf ederdim.

Şarkılar seni söyler
Dillerde nağme adın
Aşk gibi, sevda gibi
Huysuz ve tatlı kadın

 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 

Bir fincan, bir kupa, bir bardak kahvenizin yanına naneli şeker tadında bir öykü bırakıyorum. Afiyet olsun…

 
 
Edibe Vural
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

1 Comment

  • Yanıtla Ayşegül Çelebioğlu 28 Temmuz 2021 at 10:41

    Bunca zamandır sıkı takipçinizim. Ne öyküler okudum kaleminizden. Okudukça da her duyguyu eze eze sindirdim beynimde, yüreğimde. Bazen gözümden yaş olup aktı öykünüz bazen yüzümde koca bir tebessüm oldu dudağımın kenarında. Bazense hayatımın en dibini buldum yazdıklarınızın içinde. Ama bu kez kadın olmayı, tek kadın olmayı dökünce kaleminiz duygu selim nehirleşti sanki.
     
    “İnsana yavrusu şahan gözükür” demiş atalarımız ama sevgili yazarımız bir okur olarak, bir kadın olarak, bir emekçi olarak ve her şeyden önemlisi bir insan olarak sizi tebrik etmek istedim bu kez.
     
    Her yazınızda naif cümlelerinizi bir daha bir daha okudum, zevkine keyfine varabilmek için. Güllü Ailesi ve yazarına bolca sevgi ve muhabbet yolluyorum. Elleriniz dert görmesin, kaleminiz hep güzeli yazsın.
     
    Sevgimle kalın.

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan