Bir Kahve Molası

Nağme Apartmanı | 2 | Doktor Civanım

2 Haziran 2021

Öykü: Nağme Apartmanı | Bölüm 2 | Doktor Civanım | Yazan: Edibe Vural

 

İndeks

Nağme Apartmanı 1. Bölüm: Sevgili Televizyon
Nağme Apartmanı 2. Bölüm: Doktor Civanım
Nağme Apartmanı 3. Bölüm: Çiçek Öldüren
Nağme Apartmanı 4. Bölüm: Güllü Daire
Nağme Apartmanı 5. Bölüm: Biz

 
 
O zamanlar aşk benim için bir hastalıktı, doktoru ise bizim apartmandaki Mahir ağabeydi.

Eskiden manifaturacı olup şimdi ise küçük bir kafe olan bu dükkanda fark etmeden akşamı etmiştim. Gönül teyze, Zeki ağabey ve sevgili televizyonu hatırladığım kadarıyla anlattığım defteri çantama ve aklıma yerleştirip geceyi geçireceğim öğretmenevine doğru yola koyuldum. Zamanı eğip bükebildiğimi düşünüyordum. On dakika önce on yaşında bir kız çocuğuydum. Adını taşıdığım apartmanın merdivenlerinde, o sokakta koşup oynuyordum. Her daire hayatımda ne kadar belirgin izler bırakmış meğer. Beni bugünkü Nağme yapan her şey o sokakta, o apartmandaymış. Bir tramvayda sanki çocukluktan gençliğe, ardından bugüne ulaşıyordum.

Dönerken tramvayla Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin önünden geçtim. Henüz bırakamadığım çocukluğum beni ilk aşkıma götürmüştü. Anlaşılmıştı, ertesi gün ilk aşkım Mahir’i anlatacaktım. Tüm yol boyunca anlatacağım hikayenin çocuksu masumiyeti benimle beraber geldi.

Ertesi gün sabah erken saatte sokağımıza girmiştim. Kahveci beni görünce samimi bir tebessüm etti, ben de başımla bir selamı çok görmedim. Önceki gün oturduğum masaya kuruldum yine. Kahvemin yanında da ilk aşkın mayhoşluğuna yaraşır ahududulu bir dilim pasta istedim. Kahvem ve pastam gelir gelmez ellerim sanki Mahir’i karşımda görmüşüm gibi terlemeye başladı. Aklımdan geçenleri yakalamak şimdi ellerimin göreviydi…

Doktor Civanım

Mahir yani Mahir ağabey, Gönül teyzelerin hemen üst dairesinde oturan Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencisi üç öğrenciden biriydi. Bu dairenin sahibi de Gönül teyzeydi. Onlardan önce de üç kız öğrenci kalırmış bu dairede. “Öğrenciye ev vermem” diye direten ev sahiplerine karşın Gönül Teyze evini ederinden çok daha ucuz bir ücrete kiraya verirdi öğrencilere. Çocuk okutuyorum, derdi sorana. Apartmanımızın bulunduğu konum, İstanbul Üniversitesi’ne oldukça yakın olduğundan nüfusunun hatırı sayılır bir kısmını öğrencilerin oluşturduğu bir mahallede yaşıyorduk. Bu sebeple kimse yabancılık çekmiyordu hatta onların varlığı mahalleyi daha dinamik hale getiriyordu.

Benim üçüncü sınıfa geçtiğim sene taşınmışlardı Mahir ve arkadaşları. Mahir, uzun boylu, boyuna göre oldukça zayıf, siyah saçlı, yanık tenli, kara yağız bir delikanlıydı. Elleri bir erkek eline göre oldukça narin, gözleri kocaman, kirpikleri upuzundu. Ben ise henüz çocuktum. Bilmezdim ki yaş denilen sayının insanlar arasında mühim bir mesele olduğunu. Bilmediğimden ağzım Mahir ağabey derken içimden bin kere Mahirciğim geçerdi. İlk aşkımdı benim Mahir. Aşk mı denirdi buna? Hâlâ bilmiyorum. Belki de hayranlık, ya da beğeni mi? Ya da saygı? Birçok şeyi bilmediğim bir yaştaydım evet ama bu karmakarışık bir mevzuydu benim için. Kocaman bir yüreğim olduğunu hissettiğim günler, o günlerdi…

Bizim kapı ile onların kapısı arasında tam tamına 7 Nağme adımı ve 9 basamak vardı.

Kendi kendime bir oyun bile bulmuştum. Eğer 20 saniye içinde Mahirlerin kapısında olabilirsem Mahir beni sevecek, 15 saniyede olursam bana aşık olacak daha kısa sürede orada olursam zaten bana vurgun… Vaktinden geç ulaşırsam da hiç olumsuz bir şey geçirmiyordum aklımdan illa bir bahane buluyordum. Hızlı saymışımdır, terlik ayağımı acıtmıştır… Beni sevmeme ihtimalini düşünmüyordum hiçbir zaman. Bir sebep bulup o kadar çok çıkıp iniyordum ki bu gençlerin olduğu kata, merdivenlerini bile aşındırmıştım.

Mahir kaçta kalkar, kaçta okula gider, hangi marka sigara içer, sigara içerken ağzından çıkan dumanları nasıl o harfine çevirir, en çok hangi şarkıları dinler, en sevdiği müzik grubu hangisidir, bakkala ne zaman gider, ne alır hepsini ezberlemiştim. Her sabah saçlarımı tarar eve alınan yasemin kolonyasını önce elime ardından tüm yüzüme sürüp kapının önünde beklemeye başlardım. Mahir arkadaşlarıyla okula çıkacak, çıkarken de beni görecek diye heyecandan içim içime sığmazdı. Aslında önemli olan benim onu görmemdi çünkü o, çoğu zaman beni görmez, görse bile fark etmezdi. E nadiren de olsa “Ne haber ufaklık?” der geçer giderdi. Onu görünce tam göğsümün orta yerinden bir fay hattı geçer, kırılır da kırılır. Zelzeleler kopar içimde de tek bir taş oynamaz yerinden. Yangın, kıyamet. Ben enkaz altında kalırım. Yardım çığlığımı bir tek o duysun isterim. Ama onun haricindeki herkese duyururum da bir ona yetişmez sesim.

Biri tarafından fark edilmemek, görünmez olmak epeyi can sıkıcıydı. Ama bu benim her sabah onu beklememin önündeki bir engel değildi. O vakitler aşkın ne denli bencilce bir duygu olduğunu anlamalıydım. Onu gördüğüm anda duyduğum heyecanı kovalıyordum hep. Elbette fark edilmek de istiyordum.

Babam o günlerde dünyanın en iyi babası olma hakkını kazanacak bir babaydı.

Elinden gelenin en iyisini yapar, çok daha iyisi için çabalar bana ve kardeşime sonsuz bir özen gösterirdi. Okulda işler kötüye gitmeye başlamıştı. Dersler benim için zorunluluk olduğundan zevkli bir yanını yakalayamıyor, bu sebepten de çalışmıyordum.

Bir gün bana “Ben Mahir ağabeyinlerle konuştum, haftada bir gün sana derslerinde yardım edecekler. Okulun yanında onlarla da çalışırsan çok faydası olur. Bak fırsat bu fırsat iyi değerlendir” demişti. O gün kalbim yerinden fırlamadıysa bir daha fırlamaz diye düşünmüştüm. Ne yani? Ben ve Mahir, aynı masada. O kadar yakın yani. Üstelik o konuşacak ben dinleyeceğim. Konu matematik de olsa ağzından bana yönelen harfler mi dökülecekti yani?

Pazartesi günü ders günümüz ilan edilmişti. Fındıkzade’de cuma günleri devasa bir pazar kurulurdu ve annem her cuma günü muhakkak bir şey almasa da gider gezerdi. İlk ders günümüzden önce annemle cuma pazarına gittik hiç unutmuyorum pembe, üzerinde mor çizgileri olan bir etek ve ponponlu tokalar almıştı o gün bana. Ne kadar mutlu olmuş havalara uçmuştum. Evet pazartesi günü bu eteği giyecektim, ponponlu tokalarımı takacaktım. Çocukluk ne garip şey, hem bir büyüme çabası içinde devinip duruyor insan hem de çocukluğun verdiği rengarenkliği kaybetmek hiç istemiyor. Mahir’in beni pembe eteğim ve ponponlu tokalarımla beğenebileceğine o kadar inanmıştım ki. Beğenmişti de. “Oo ne tatlı olmuşsun cimcime” demişti. Bu cümle benim için yeterince sevgi doluydu zaten. Ellerim titreyerek oturdum masaya. Mahçup olmamak için deli gibi çalışmıştım öncesinde tüm konulara. Ders bittiğinde yüzüme yapışmış kalmış bir gülümseme, önümde çok sevmeme rağmen utanıp yiyemediğim annemin üzümlü keki, karşımda ise Mahir duruyordu. Sayılar ilk defa bu kadar sevimli, problemler ilk defa bu kadar çözülebilir gelmişti gözüme. O gün bir şarkı dinlemiştik hep birlikte. O şarkı Mahir’le bizim şarkımızdı fakat Mahirin bundan haberi yoktu.

Maria Rita Epik söylüyordu “Seviyorum” diyordu.

Gün gibi belli seni sevdiğim
Söyle ne diye inkar edeyim?
Nasılsa anlayacaksın
Ben gecemde günümde rüyamda
Seviyorum, du ba dü da
Güneşte, gölgede, yağmurda
Seviyorum, du ba dü da…

Onların evi apartmandaki en ilginç ve en merak uyandıran evdi benim için.

Her birinin odası başka bir dünya. Duvarlarda posterler, kalın ince bir dolu kitap, her biri farklı şehirlerden geldiği için asla bir olmayı beceremeyen perdeler halılar, bir yanda bağlama bir yanda gitar. Tıpkı ev gibi bu üç arkadaş da birbirinden çok farklılardı.

En bilgili olanı Mahir’di. En yakışıklı, en yetenekli, en sevecen… Ne kadar en varsa sanki onda toplanmıştı. Ona hayrandım. Sakin bir şekilde, ses tonunu muazzam bir nizamda kullanarak, yüzündeki tebessümü asla kaybetmeyerek anlatıyordu ne anlatacaksa. Onun ağabeyliğini mi seviyordum, onu mu seviyordum bilmiyordum ayırt edemiyordum.

Her hafta dersler devam ediyordu. Hiç aksatmadan çalıştım derslere. Okulu bir mecburiyet olarak gören ben, tatil olmasın diye dua eder olmuştum çünkü tatil demek Mahir’in memlekete gidişi demekti. Onun için sömestr ve yaz tatilleri özlem dolu geçiyordu benim için. Gelişlerini dört gözle bekliyordum. Eğer yazılı sınavlarda yüksek notlar alırsam bana sürprizleri olacaklarını söylemişlerdi. Nasıl hevesle bekliyorum ki yazılılar olsun ben yüksek notlar alayım. Öyle de oldu. Sınav sonuçlarımı öğrendikten sonra beni Kızılelma Caddesi üzerinde Goralı diye bir yere götürdüler. Hayatımda ilk defa dışarda oturarak bir şeyler yiyordum. Goralı sandviçinin tadını hiç unutmadım bu sebeple. Aşkın tadı olur mu demeyin. Oluyor işte.

“Aferin Nağme” deyişi bile benim için yeterliydi ama daha da dikkat çekmeliyim diye düşünüyordum sürekli. Öğretmen öğrenci olmak güzeldi. Daha fazlası neden olmasındı. Hafta sonları babamla izlediğimiz Türk filmlerindeki oyuncuların yerine kendimi koyardım. E Mahir doktor, Tarık Akan da doktor. Benim Filiz Akın’dan ne eksiğim var? Hem hasta olmak için ille de o oyuncular kadar güzel olmak şart değil. İzlediğim filmlerdeki senaryo asla değişmiyordu. Esas kız hastalanıyor, esas oğlan olan doktor bey tedavi için kızın evine geliyor, hem onu iyileştiriyor hem de ona aşık oluyordu. Kız onu kurtaran bu delikanlıya elbette kendini teslim ediyordu.

Kafama koymuştum! Hasta olmam gerekiyordu.

Ben hasta olunca babam Mahirleri çağıracaktı muhakkak. Ne de olsa apartmanın kadrolu doktorlarıydı onlar. Gönül teyze boynu bile tutulsa bu gençleri çağırmaktan imtina etmezdi. Tek mesele hasta olmayı becerebilmekti. Bir iki hafta nasıl hasta olacağımı bulmaya çalıştım. Bir gün okuldan dönerken korkunç bir yağmur yapmaya başladı ama ne biçim yağıyor. Önce bir gök gürültüsü ardından şimşekler…

Tıpkı gökyüzündeki şimşekler gibi kafamda da aynı şimşekler çakıverdi. Yağmurun altında iyice bir ıslanıp ardından da biraz beklersem hasta olabilirdim. Gayet kolaydı ben de öyle yaptım. Planlarım hiç aksamadan ilerliyordu. Hani tetriste son boşluğa uygun şekil gelir ya işte öyleydi her şey. Zaten eve sucuk gibi dönünce annem beni gördüğü anda “Eyvah bu kız kesin hasta olacak” demişti. Akşam yemeğinden sonra fena bir titremeyle başlayan hastalığın devamını ateş izledi. Planlarıma göre şimdi babam Mahirleri çağıracaktı. Gerisi zaten Yeşilçam… Fakat hiç de öyle olmamıştı. Plan yaparken unuttuğum şey şuydu ki evimiz Samatya Devlet Hastanesi’ne epey yakındı. Babam da her mantıklı vatandaş gibi beni apartmanımızda oturan, henüz hiçbir tecrübesi olmayan tıp fakültesi öğrencilerine teslim etmek yerine hastaneye götürmüştü. Ne de olsa yarım doktor candan, yarım hoca dinden ederdi.

Ben hasta olmayı çok iyi becermişim. Fakat planın gidişatı konusunda pürüzler oluşmuş, işler istediğim gibi sonuçlanmamıştı. Doktor demez mi hastanede yatması lazım, diye. Ne Mahir gelip beni iyileştirdi ne de aşık oldu. Yediğim iğneler de cabası! Yeşilçam bizim apartmanda işlemiyormuş meğer.

İşte o yaşta anladım ki aşk bir hastalık. Hem de acılı, ağrılı. Bedeli ağır.

Mahir’den bana birkaç ufak hikaye, biraz matematik becerisi, biraz heyecan, geriye dönüp baktığımda komik bulduğum anlar kaldı. Yanaklarım gülümsemekten yorgun düşmüştü tüm bunları yazarken. Bu küçük kafede rastgele çalan bir şarkı ile bölündü kalemimin kağıt üzerindeki gezintisi… Ezginin Günlüğü söylüyordu.
 

Şimdi ben oldum yeniden
Kaçıncı kez yitirdiğim bulduğum
Kardeşim kadar eski bir sokakta seni gördüm.
İlk aşkım deli aşkım bana çare bul, kendine çare bul
Bağlandı elim kolum neyleyim
Gel çöz beni azat et benden
Bu dünya naylon, anlamak güç
Bırak yıkasın içimizi geçmiş.

 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 

Bir fincan, bir kupa, bir bardak kahvenizin yanına size eşlik etsin diye Nağme’nin utanıp yiyemediği bir dilim üzümlü kek tadında ilk aşk hikayesi bırakıyorum. Afiyet olsun.

 
 
Edibe Vural
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Nimet Canbayraktar 2 Haziran 2021 at 14:16

    Bu gün de sayenizde aynı yerde yediğim Goralı günler ve tabi arkadaşlarımla buluştum. Öyle tatlı anlatıyorsunuz ki…. Çocuksu aşklar da başka güzel, değil mi? Unutulmuyor. Merakla bekliyorum.

    • Yanıtla Edibe Vural 2 Haziran 2021 at 18:17

      İnsan çoğu zaman çocukken yediği basit bir sandviçin tadını hiçbir şeye değişmiyor. O tat, sadece bir tat değil çünkü. Çocukluk, saflık kimileri için belki bir aşk 🙂 Çok sevindim zaman ayırıp okumanıza ve yorum yapmanıza.
       
      Sevgiyle kalın. ❤️

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan